Estağfurullah sessiz_lik...
Beğenmene gerçekten sevindim, ve duygu yüklü yazılar konusu; gülümsüyorum, çünkü tarzım değil ve bunu sürekli yineliyorum. Salt romantizm yaşamın içinde olmayan bir şey, salt realizmle yaşanmayacağı gibi benim için.
Bu nedenle yaşamı olduğu gibi aktarmayı daha çok seviyorum. O yazılar duygularımı çok yoğun yaşadığım dönemlerde yazdığım yazılardan bir iki örnek sadece.
Ve artık sitede yer alan yorumlarımdan beni az çok tanıyan arkadaşlarım bile bilirler, olaylara esprili yaklaşırım biraz. Çünkü yaşam esprisiz çekilmez bana göre. Yani onca duygu yüklü, biraz da gözyaşlı yazının hemen ardından, yanıbaşımda olup bitiveren yaşam gerçeklerine dönebilirim.
Burada bir anımı paylaşayım seninle ve okuyacak olanlarla.
Yaz sonunda, biraz da üzüntülü olayların kasvetiyle trene bindim memlekete gitmek üzere. Hani dokunsalar ağlayacak durumundayım. Dünya mı üstüme geliyor, yoksa dönmeyi durdurdu da zaman artık geçmiyor mu, herşey ne zaman kontrolüm dışında kaldı ve ben nasıl farklı bir insan olmaya başladım... yani sen de 48 ben diyeyim 49 tilki beynimin içinde cirit atıyor ve hiç birisinin kuyruğu birbirine değmiyor!
Kendimle bu kadar meşgulken, arka koltuğumda bir babaanne ve 11 yaşındaki kız torununun sohbeti dikkatimi çekti.
Tren camından gördükleri ağaçların isimlerini bulmaya çalışıyorlardı neşeli neşeli. Ve adı bulunan her ağacı o kadar hoş anlatıyordu ki babaanne. Garip bir huzur duymamak elde değildi, köy yaşamını çok iyi bilen bu hanımın ses tonunda.
Başımı çevirip bakmadım hiç, gözlerim hep kapalıydı.
Cep telefonu çaldı babannenin, konuştuktan sonra torununa uzattı ve şunu dedi; "hadi bakalım al biraz oyun oyna, beynini dinç tut! Ama sadece 15 dakika, süre başladı ve bittiğinde sana "vakit bitti" dedirtme bana."
İnanılmaz sakin bir otorite...
Öğretmen olabileceği geldi aklıma.
15 dakikalık sessizlikten sonra torun telefonu babaanneye uzattı ve "teşekkür ederim" dedi.
Yeniden konuşmaya başladılar, bu kez konu bilgisayarlardı.
Bu konuşmayı aktarmak istiyorum izninizle;
"Babannecim, bana söz verdiğin bilgisayarı alacaksın değil mi?"
"Sen de söz verdiğin gibi bilgisayarı bana öğreteceksin değil mi?"
"Tabi ki! Sana MSN öğreteceğim. Sana bir adres alırız, ve memleketine dönünce sen Leyla Abla'lara gidince, onun bilgisayarını kullanırsın ve sürekli haberleşiriz seninle."
"Bir kaç gün bir cafeye gidip bir baksak mı acaba, bakalım sen nasıl kullanıyorsun, ben öğrenebilecek miyim?"
"Yok yok gerek yok babanne, valla kolay öğrenirsin! Oyunlar bile oynayabilirsin, cep telefonundakinden daha büyük ekran, gözlerinde yorulmaz hem!"
Onlar böyle tatlı tatlı konuşurken, ben sadece bu sohbete odaklanmış, kafamdaki tilkilerin koşuşturmasını duymaz olmuştum.
Ne kadar ilginçti.
Gözlerimi açtım ve başımı çevirdim, itiraf ediyorum böylesi bir sohbetten sonra göreceğim hanımın modern giyimli, altın çerçeveli gözlüklü, beyaz saçları arkasında topuz yapılmış bir hanım görüntüsüydü. Emekli bir öğretmen resmi çizmiştim kafamda...
Ve ilk şaşkınlığım;
Gördüğüm babaanne, benim yıllar önce kaybettiğim babaannemin yaşayan haliydi sanki!
Ayakkabılarını çıkarmış, mutlu mesut torunuyla sohbet eden bu tatlı teyzeyi o anda o kadar çok sevdim ki...
Önyargılı yaklaşımlarım için kızdım kendime!
Genç değildim, kafamda insanları resmetme yeteneksizliğime kızdım!
Ve gülümsedim bu harika insanlara, tanıştım elbette.
İstanbul'a müzeleri ve tarihi eserleri gezdirmek üzere torununu getirmiş, şimdi anne babasına teslim etmek üzere yoldalardı.
"Başka torunlarımda var benim", diye anlattı.
Ve hepsine yetişmeye çalıştığını ve daha önemlisi onlara örnek olabilmek için kendisini yetiştirdiğini anlattığında, bu olağanüstü sevimli insanın elini öpmek için ayağa kalktım ve kendisinden onu bir öykümün kahramanı yapmak için izin istedim.
Yaşam böyle bir şey işte...
Anlatabildim sanırım?