Üsküdar’ın sahile bakan belki de en güzel yerindeyim.
Denize hâkim, güzel bir yokuş de denebilir…
Ah işte hemen yukarıda F. P. Korusu. İşte biraz daha ilerde o güzelim cami. Ve şimdi de tam denizi gören harika bir cafe. Adı, içinde bulunduğu yeşillik ile tam karşısında bunduğu mavinin karışımı bir şey…
Camide namaz kılıyorum. Avluda kılmak istiyorum nedense. Namazı kılıp, yerimden kalkmadan gelen geçene bakıyorum. "Acaba kimin yüzünde nasıl bir ifade var" diye. Hüzün, sevinç, rahatlık, saygı, huşu, teslimiyet, aşk, sevgi, nefret, düşünce…
Yüzlerinden okumaya çalışıyorum…
Cafe’deyim şimdi. Şöyle bir göz gezdiriyorum. Birkaç masa boş, gerisi dolu. Hepsi de genç müşterilerin. Bayanlı erkekli. Kimisi iyice birbirine sokulmuş, kimisi konuşuyor, kimisi de çayını yudumlarken, denizin o muhteşem havasını soluyor…
Benim gözüm bunca kişi arasında iki kişiye takılıyor. İki genç; bir kız bir erkek...
Erkek 24 yaşında vardır sanırım. Kız da en çok olsa olsa 22–23 olur. Erkek, keten bir pantolon ve ona uyumlu bir gömlekle; kız da fıstık yeşili bir başörtüsü ve yine ona uyumlu bir pardösüyle duruyor…
Nedense onlar dikkatimi çekiyor. Yüzlerindeki o dinginlik, utangaç, masum, çekingen tavırdır belki beni onlara yönlendiren. Hemen yanı başlarındaki masaya geçiyorum. Biliyorum iki kişiyi onlardan habersizce dinlemek iyi bir davranış değil ama ben onlarda “farklı” bir şey gördüğüm için yaklaşıyorum. Ve o “farklılığı” yakalayıp yazmak; yazıp içimdeki o fırtınadan kurtulmak…
Yan masalarına oturdum diye tedirgin olduklarını hemen anlayabiliyorum yüzlerinden. Aldırmıyorum. Oturuyor ve bir çay istiyorum…
Hikâye tam da burada başlıyor aslında…
Eski aşkları yazmak istedim bugün.
Eski sevgileri, eski utangaçlıkları, eski masumiyeti, eski korkuları!
Gizlice onları seyrediyorum hayranlıkla. Kulak misafiri olduğumu söylememe gerek yok sanırım. Anladığım kadarıyla ikisi de İstanbul’un varoşları diye tabir edilen bir ilçeden. Aynı ilçeden gelmişler. Bu güzel yaz gününü beraber geçirmek için…
“Niye hiç konuşmuyorsun Sümeyye?..” diye soruyor erkek, en utangaç sözleriyle. Anlıyorum ki onlar da daha yeni gelmişler benim gibi.
“Bilmem ki. Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Sen konuş.” diye cevap veriyor, adının Sümeyye olduğunu duyduğum kız.
Ne kadar masum, ne kadar utangaç, ne kadar “seviyeli”, ne kadar “ÖZEL”, ne kadar aşk dolu, ne kadar sevgi dolu, ne kadar heyecan, ne kadar “eski kokan” bir birliktelik...
Belki de kız babasından gizlice geldi ve bu erkek de onun konuştuğu ilk erkek. Heyecanlarını gözlerinden okuyabiliyorum. Kız oldukça dikkatli. Her anını hafızasına kaydediyor bu "buluşmanın", sonra arkadaşlarına anlata anlata bitiremeyeceği hikâyesinin bu başlangıç noktasını. Erkek, masanın altında, bacaklarının arasında sıkıştırdığı ellerinin terini siliyor, kız görmesin diye. Alnındaki ter damlacıklarını görebiliyorum. Çaylarını bir türlü içmiyorlar. Kim bilir, belki de höpürdetmekten korkuyorlar, mahcup olmamak için…
“Eski aşklar yaşanmıyor” artık diye üzülenle gelip bu iki genci görmeli. Aşk böyle bir şey işte! Oluyor, utana utana sıkıla sıkıla, çoğu zaman korka korka bir araya geliyorsunuz ve sonsuza dek bağlanıyorsunuz birbirinize. Saatlerce boş otursanız da, tek kelime etmeseniz de gözlerinizle konuşur, anlaşır, aşık olursunuz. Sessizce gözlerinden süzülüp kalbine iner, ruhunda en gizli kalmış noktalara ulaşır, tanır ve tanıdıkça da seversiniz. Elleriniz terler, kalbiniz sıkışır, kulaklarınız kızarır. Dudaklarınızdan kelimeler dökülmez. Yutkunursunuz. Bir yandan bu anın hiç bitmemesi için dua edersiniz; bir yandan da “bitse de kendimi boş bir odaya atıp hayallere dalsam” dersiniz…
“Eski kokan” dedim yukarıda. Evet, “eski kokan”, doğru okudunuz. Hani şu, bilgisayar, televizyon, magazin, chat, msn, bar, eğlence ve müziklerin hayatımızın her alanına giremediği eskileri kastediyorum. Biz kokan; içinde sevgiyi, saygıyı, seviyeyi, ahlakı, duyguyu, ruhu, düşünceyi, SADAKATİ, paylaşımı, acıyı, tatlıyı yani güzel olan her şeyi içeren o eskileri…
Şimdi bu iki gencin şahsında eskilere gittim. Cinsel haz ve duyguların, insanın beynini körelttiği bu zamanda yaşanan masum, UTANGAÇ, “seviyeli” bir sevdanın başlangıç noktasına şahit oldum; ne kadar sevinsem az!..
Belki bu ikisi beşinci onuncu görüşmeden sonra bile asla dudak dudağa gelmeyecekler, elele tutuşmayacaklar. Olsun; asla şikâyetçi olmayacaktır onlar, biliyorum. Sadece kavuşacakları günün hayalini kuracak, sevgilerini, o insanı maymun eden cinsel hazların üstünde tutacaklar…
Büyük sevdalar böyle başladı işte. Sevgi ve saygıyla. Erkeklerin ve kızların birbirinden ayırt edilemediği bu zamanda yaşanıyor. Sevgi, saygı, ahlak ve karşısındakinin hakkına riayet. Ahlak ve nizam. Sadakat ve bağlılık. Büyük sevdalar böyle başladı ve bu yüzden bitmediler, bitmeyecekler. Onların kafalarını “yatak odası kokusu” sarmıyordu şimdikilerin aksine. Son ana kadar “seviyeli” ve “son an”dan sonra da saygı dolu, sevgi dolu: Ölene dek!..
Şimdiler durum nasıl, bilmiyorum, bilmek istemiyorum. Bir yerlerde “isimsiz kahramanlar”ın olduğuna ve aşkı sevdayı, bu ruhsuz zamana anlatacaklarına inanıyorum, inanmak istiyorum. Evet, onlar var ve sevgiyi yaşatacaklar. Kalplere yaratan tarafından yerleştirilen sevgiyi asla bir kenara bırakmayacaklar. Sevecekler, sevilecekler, sayılacaklar ve hep “utanacaklar”, utanmayı bilmeyen şuursuz zamanelerin aksine…
Kalkıyorlar şimdi.
Yüzlerine bakıyorum.
Yürüyecek mecalleri kalmamış.
Aşk denizinde yıkanmışlar.
“Bekle Sümeyye hesabı vereyim..”
Nazik kısa ve en içten cevap geliyor, “Peki...”
Bir “Peki..” yetiyor, sıcaklığı oranında. Sadece “Peki..” değil o kısa cümlecik. Her şey. Geçmiş. Gelecek. Zaman. Aşk. Sevgi. Saygı. Sadakat. Her şey…
Arkalarından bakıyorum.
“Güle güle eski aşıklar..” diyorum...
“Aşkla yaşayın güzel insanlar…”