Okuduğumuz Kitaplardan En Beğendiğimiz bölümler...

  • Konuyu Başlatan Konuyu Başlatan emine38
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
" Kapının eşiğinde bekleşen hane halkının telaşından cenazeyi bir an önce kaldırma derdinde oldukları anlaşılıyor . Ölüm biçiminin uğursuz bir işaret gibi havada asılı kalmış olmasından ötürü tedirginler . Herhangi bir nedenle öldüğü için değil de , kendini öldürdüğü için mahçuplar ; arkasında bir sürü soru bıraktığı için , karanlık ve kuşkulu bir hikaye bıraktığı için ; intiharın kendisini , intihar etmeyi anlamadıkları için mahçuplar . Bu kızın gömülmesiyle birlikte bütün soruların ve sıkıntıların da gömülmeyeceğini umuyor olsalar gerek . Kendilerini kapı önüne atmış , bir an önce kurtulmak istiyorlar yukarıda ki ceset gibi havada asılı kalmış bu belirsiz ve uğursuz durumdan. "



Kadından Kentler - Murathan Mungan
 
Delikanlı koyunları kırkılırken dışarıda boş bekelemekdense çantasından kitabını çıkarıp gizemli dünyasına dalmayı düşündü...
Yanına yaşlı bir adam yaklaşarak çobana okumakda olduğu kitabın nasıl bir şey olduğunu sordu...İçinden adama kaba davranıp oturduğu sırayı değiştirmeyi düşündü ama babası ona yaşlı insanlara karşı saygılı olmayı öğretmişti...Bunun üzerine kitabı yaşlı adama doğru uzattı...
-Hımm! dedi yaşlı adam,sanki tuhaf bir nesneymiş gibi,bütün dikkati ile incelerken..
Önemli bir kitap ama sıkıcı...
Çoban çok şaşırdı..Demek yaşlı adam da okuma biliyordu ve bu kitabı daha önce okumuştu...Onun dediği gibi sıkıcı bir kitapsa,değiştirmek için hala zamanı vardı...
-Bütün kitaplar gibi aynı şeyden sözeden bir kitap,diye sürdürdü konuşmasını yaşlı adam...İnsanların kendi yazgılarını şeçmek şansından  yoksun bulunduklarından söz ediyor...Ve sonunda da,dünyanın en büyük yalanına inandığını söylüyor...
-Peki dünyanın en büyük yalanı ne? diye sordu delikanlı,şaşkınlık içinde...
-Ne mi? Hayatımızın belli bir anında,yaşamımızın denetimini elimizden kaçırırız ve bunun sonucu olarak hayatımızın denetimi yazgının elinen geçer...Dünyanın en büyük yalanı budur...
-Benim için öyle olmadı,dedi delikanlı...Rahip olmamı istiyorlardı,ben kandim çoban olup ve kişisel menkibemin peşine düştüm...
-Böylesi daha  iyi,dedi yaşlı adam...Ne istediğini bilip istedigin zaman,istegimizi gerçekleştirmek için evren işbirliği yapar...Arkanda bıraktıgın şeyleri düşünme..İnsanlar gitmekden çok geri dönüşü hayal ediyorlar,dedi..Yüreginin sesini dinle diyede ekledi...
-Yüreğimizi neden dinlemeliyiz?diye sordu...
-Çünkü yüreğin neredeyse hazinen oradadır...


Paulo Coelho...SİMYACI...
 
Bu kitabı henüz okumadım ama,sizinle alıntı olan bir kısmını paylaşmak istedim..
Elimdeki roman bittiğinde okumayı düşündüğüm bir kitap...




                     yazar jorge luis borges'e göre zahir kavramı,islam geleneklerinden gelmektedir ve 18. yüzyılın bir döneminde doğduğu düşünülür.zahir,arapça 'görünen,var olan,görünmez olamayan' anlamına gelir.bir zamanlar karşılaştığımız bir kişi ya da düşünce,başka hiçbir şeye yer vermeyecek biçimde yavaş yavaş bütün düşüncelerimizi kaplar.bu durum bir tür delilik ya da kutsal bir düşünceye kendini kaptırmak şeklinde tanımlanabilir

                      -----------------------------------------------

                      moğol 'yaradılış' söylencesinde dişi karaca ve vahşi köpek bir araya gelirler.çok farklı doğaları olan iki varlık : vahşi yaşamda köpek normal olarak karacayı yemek için öldürecektir.moğol söylencesinde bu vahşi dünyada yaşamlarını sürdürmek istiyorlarsa,her ikisi de birbirlerinin sahip oldukları yeteneklere ihtiyaç duyduklarını anlar,o yüzden de güçlerini birleştirmeleri gerekir
                      bunu yapabilmek için ilk önce sevmeyi öğrenmelidirler.ve sevebilmek için kim olduklarını bir yana bırakmalılar,yoksa asla bir arada yaşayamazlar.zaman geçtikçe vahşi köpek daima hayatta kalma savaşına odaklanmış olan içgüdüsünün şimdi çok daha büyük bir amaca hizmet ettiğini kabul etme noktasına gelir : birlikte dünyayı yeniden yaratabileceği birisini bulmak..

                       -------------------------------------------------------

                       kimse kendisine şunu sormaz : ben neden mutsuzum?soru kendi içinde her şeyi mahvedebilecek virüsü taşır.eğer bu soruyu sorarsak,bu bizi neyin mutlu ettiğini bulmak istediğimiz anlamına gelir.eğer bizi mutlu edecek olan şu anda sahip olduğumuzdan farklıysa o zaman ya bir kerede veya tümüyle değiştirmeli ya da kendimizi çok daha mutsuz hissederek olduğumuz gibi kalmaya devam etmeliyiz

                       ------------------------------------------------------

                       bazı şeylerin gitmesine izin vermek işte bu nedenle çok önemlidir.onları serbest bırakmak.gevşek olanı kesmek.insanların hiç kimsenin işaretli kağıtlarla oynamadığını anlaması gerekiyor;bazen kazanırız ve bazen de kaybederiz.hiçbir şeyi geri almayı bekleme,yaptıkların için takdir edilmeyi bekleme,ne kadar zeki olduğunun keşfedilmesini ya da aşkının anlaşılmasını.daireyi tamamla.gururlu,yetersiz ya da kibirli olduğun için değil,sadece artık onun senin yaşamında yeri olmadığı için.kapıyı kapat,plağı değiştir,evi temizle,tozdan kurtul.geçmişte olduğun kişi olmayı bırak ve şu anda kimsen o ol

                       ------------------------------------------------------------

                       1971'de kaliforniya standford üniversitesi'nde bir grup araştırmacı,sorguya alınanların psikolojileri üstünde çalışmak için sahte bir hapishane yapmaya karar vermiş.24 gönüllü öğrenci seçmişler ve onları 'suçlular' ve 'gardiyanlar' olarak ayırmışlar
                       sadece bir hafta sonra bu deneyi bitirmek zorunda kalmışlar.'gardiyanlar', -iyi ailelerden gelen,normal değerleri olan,terbiyeli kız ve erkekler- gerçek birer canavara dönüşmüşler.işkence sıradan bir olay haline gelmiş ve 'mahkumlara' yapılan cinsel taciz normal kabul ediliyormuş.projede yer alan öğrenciler,hem 'gardiyanlar',hem de 'suçlular' büyük travmalar yaşamışlar ve uzun süre tıbbi yardıma ihtiyaçları olmuş ve bu deney bir daha tekrarlanmamış..

                       --------------------------------------------------

                       evet,kayboldu,ama şimdi zahir'in,bir objeye takıntılı olmaktan çok daha öte bir şey olduğunu anlıyorum,borges'in söylediği gibi,sadece kurtuba'da bir caminin on iki bin sütunundan birinin mermerindeki bir damar ya da geçen iki yıl boyunca benim şu acıklı durumumda olduğu gibi,orta asya'daki bir kadın değil.zahir her şeye aşırı bağlanmaktı ve kuşaktan kuşağa geçiyordu;ardında yanıtlanmamış hiçbir soru bırakmıyordu,bütün boşlukları dolduruyordu;bazı şeylerin değişebileceği olasılığını aklımızdan bile geçirmemize asla izin vermiyordu
                       çok güçlü olan zahir her insanla birlikte doğmuştu ve çocukluk döneminde,daha sonra hep saygı duyulacak olan kuralların ona zorla kabul ettirilmesiyle tüm gücünü kazanmış gibi görünüyordu :
                       farklı olan insanlar tehlikelidir;başka bir kabileye aittirler;topraklarımızı ve kadınlarımızı isterler
                       evlenmeliyiz,çocuk sahibi olmalıyız,türümüzü sürdürmeliyiz
                       aşk bir kişiye yetecek kadar ufak bir şeydir ve yüreğin bundan çok daha büyük olduğuna dair herhangi bir fikir öne sürmek sapıklık kabul edilir
                       evlendiğimizde diğer kişiye,onun bedenine ve ruhuna sahip olma yetkimiz vardır
                       nefret ettiğimiz işleri yapmak zorundayız,çünkü düzenli bir toplumun parçasıyız ve herkes istediğini yaparsa dünya,durma noktasına gelecektir
                       mücevher almalıyız;bu kabile kimliğimizi belli eder,tıpkı vücutlarına takılar takanların farklı kabileden olmaları gibi
                       gerçek duygularını ifade edenleri küçümsemeli ve onlarla her zaman eğlenmeliyiz;üyelerinin duygularını göstermelerine izin verilmesi bir kabile için tehlikelidir
                       ne pahasına olursa olsun 'hayır' demekten kaçınmalıyız,çünkü insanlar daima 'evet' diyenleri tercih ederler ve bu şekilde düşman topraklarında sağ kalabiliriz
                       başkalarının düşünceleri bizim hissettiklerimizden çok daha önemlidir
                       asla ufak sorunları büyütme,bu düşman bir kabilenin dikkatini çekebilir
                       eğer farklı davranırsan kabileden kovulacaksın,çünkü diğerlerine de bulaştırabilirsin ve yeni baştan düzenlenmesi çok zor olan bir şeyi mahvedebilirsin

                       --------------------------------------------------------------------

                       gökyüzüne bazı sorular soruyorum,çocukken anneme sorduklarımla aynı soruları :
                            -   neden bazı insanları severiz ve diğerlerinden nefret ederiz?
                            -   öldükten sonra nereye gidiyoruz?
                            -   sonunda öleceksek neden doğuyoruz?
                             -  tanrı ne demek?
                        steplerden rüzgarın değişmeyen sesiyle yanıt geliyor.ve bu kadar yeter : yaşamın temeline dayalı soruların asla yanıtlanmayacağını ve yine de hala ilerleyebileceğimizi bilmek yeter...


         
               
                     
                       



 
Gülşah' Alıntı:
Superisi, son eklediğin yazı hangi kitapta yer almaktadır? :-\

Okuduktan sonra ekleme yapsaydın daha iyi olmazmıydı! en azından okumuş biri olarak fikrinide alırdık. :)

Paulo Coelho; Zahir adlı kitabından alıntı canım..
Okudukdan sonra elbet yorum ve alıntı yapacagım,ama bunu görünce yazar ile araştırma yaparken paylaşmak istedim..:)
 
Zahir'i okudum ve etkilendiğim bir kitaptı.
İlk çıktığı zaman okudum ve burada ki paylaşımı okuduğumda hiç aklıma gelmedi  :-[
Eee tabi üzerine bir çok kitap okuyunca...
Tekrar hatırlattığın için teşekkürler. :)
 
su perisi' Alıntı:
Gülşah' Alıntı:
Superisi, son eklediğin yazı hangi kitapta yer almaktadır? :-\

Okuduktan sonra ekleme yapsaydın daha iyi olmazmıydı! en azından okumuş biri olarak fikrinide alırdık. :)

Paulo Coelho; Zahir adlı kitabından alıntı canım..
Okudukdan sonra elbet yorum ve alıntı yapacagım,ama bunu görünce yazar ile araştırma yaparken paylaşmak istedim..:)

Su perisi, konu başlığı "Okuduğunuz Kitaplar" !
Hiç kimsenin acelesi yok ayrıca?
 
  Bugün kendinle biraz oyna!Muhteşem bir dizayna sahip olan kanatlarını incele...Belki bir bakışta bulamayacaksın onları.Belki kanat çırpacak fakat hemen uçamayacaksın...Bu kanatlarının olmadığı anlamına gelmez.Kesinlikle oralarda bir yerde onlar,sadece üzerinde biraz toz var,sadece bir parça küf var onların üzerinde...Ulaş onlara!Ulaştığın anda da hiç vakit kaybetmeden hemen çırpmaya başla...Uçmakla uçmamak arasında sadece basit bir kanat çırpma hareketinin olduğunu görünce soranlara "hiiiiç" deyip ağlayacaksın!Ben öyle yaptım.

  Burnunun dikine git!Kendi bildiğini oku!Asla taviz verme! Asla vazgeçme! Ve anneni,babanı çok sev!Unutma onlar bir daha asla olmayacak! Ve tüm sahip olduklarını çok sev! Çünkü onlar senin...Ve kendini çok sev,kendini en sev,kendini öte sev...
  Asla unutma!Sen varsan her şey anlamlı,sen varsan her şey önemli.Sen yoksan hiçbir şeyin,hiçbir anlamı yok!Güneşin bile...


Erdal DEMİRKIRAN - BEN DÜNYANIN EN AKILLI İNSNANIYIM
 
Var olan tek şey ve inalılası tek öğretmen,insanın kendi vicdanıdır...Bunu bulabilmek için yalnız ve sessizlik içinde kalmak,çıplak toprağa,çıplak ve çevrede hiç bir şey olmaksızın,sanki ölmüş gibi oturacaksın...
Başlangıçda hiç bir şey hissetmezsin,tek algıladığın korkudur ama sonra derinden,uzakdan bir ses duymaya başlarsın,bu dingin bir sestir ve belkide başlangıçda tekdüzeliği seni rahatsız eder...
Tuhaftır,en yüce sözleri duymayı beklerkenkarşına en önemsizleri çıkar...Öylesine küçük ve tanıdık şeylerdirki bunlar,bağırasın gelir:"Ne yani hepsi bu mu?" Yaşamın bir anlamı varsa-diyecektir ses sana-bu anlam ölümdür,bütün öteki şeyler onun çevresinde döner...Amma keşif diyeceksin bu noktada,amma korkunç keşif,eninde sonunda öleceğini her insan bilir,en sona kalan bile...
Doğrudur,düşüncede hepimiz biliriz bunu ama düşüncede bilmek başkadır,yürekde bilmek bambaşkadır,tamamen değişiktir...Annen bütün kibri ile karşıma dikildiğinde ona şöyle diyordum:"Yüreğim incitiyorsun."Bana gülüyordu,"Gülünç olma,"diye yanıtlıyordu beni"yürek bir kas değildir,koşmazsan canını acıtmaz."


Suzanna Tamaro/YÜREĞİNİN GÖTÜRDÜĞÜ YERE GİT.
 
Gözde Akkılıç'ın Hayat Gülümsersen Gülümser Sana adlı kitabından alıntıdır .

Gözde Akkılıç ise kimdir ?

Henüz bir bebekken SHÇEK yuvasına bıakıldığında hastalığı bilinmiyordu . Celebral Palsy hastası olduğu , yeni ailesi onu evlat edindikten sonra ortaya çıktı . Çevrelerinde ki insanların "bu çocuğu geri verin." diyerek yaptıkları baskıya rağmen annesi ve babası onu bırakmadı .

Doktorlara göre düzelmesi mümkün olmayan %90 engelli "Gözde Bebek" şu anda %90 sağlıklı GENÇ KIZ GÖZDEDİR .



Onun kitabında olan alıntı kısmını ise ben sizlerle paylaşmak istedim .

" Gülmek , aptal görünme riskidir .
Ağlamak , duygusal görünme riskidir .
Duyguları açığa vurmak ,
Gerçek benliğini açığa vurma riskidir .
Düşüncelerini , hayalerini herkesten önce ortaya atmak ,
Onları kaybetme riskidir .
Yaşamak , ölmek riskidir .
Ümit etmek , ümitsizliğe kapılma riskidir .
Denemek başarısızlık riskidir .
Ama yaşamak için risk almak zorundayız ."


Kitap hayata dört elle sarılmanın , gerçek bir insanlık dersinin en büyük gerçek derslerinden birisidir .
Ahmet Şerif İzgören'in bizlere Elma yayıncılık sayesinde kazandırdığı bu kitap , okumaya değerdir .

teşekkürler .
 
  Lise 1'de bir kıza aşık olmuştum.Sonra yazın elime tesadüf üzerine aldığım Jock London'un o meşhur olduğu "Martin Eden" kitabından çok etkilendim.Sonra aşkın hayatı toz pembe görmekten başka birşey olmadığını anladım.Gerçekten aşkı bulup da mutlu olmak için yapmak gereken sadece birbirinizi görmek ve duymak başka bir şey değil.Kitabın sonunda bir şiir vardı ve o şiirin son dizesinde baya bir ağlayı vermiştim.
"En yorgun ırmak bile güvenle denize döner bir yerde"

O artık hayat felsefem diyebilirim..
 
………………………..
"Büyükbabam gözümün önünde öldü. Yorganın altından fırlamış, yeşile çalan sarı renkte kupkuru bir ayak... Buruşuk bir yorgan... Arkasına yastıklar doldurulan hasta, yatağa yarı oturmuş vaziyette, baygın gözleriyle uzak, göz alabildiğine uzak bir âleme dalmış...
Tam bu vaziyette, enseye incecik bir iplikle bağlı gibi duran kafanın göğse düşüşü...
Ne o? Gayet ufak bir hâdise!... Bir baş göğüse düştü... Bu adam öldü mü? Bu adam yok mu artık?
Nasıl olur? Ömrü buna göre ne hâdiselerle dolu olan bu adamın bu kadar ufak bir hareketle içimizden büsbütün gittiğine, yok olduğuna nasıl inanırız?
Mümkün değil, çıldırırız, yine inanmayız. Halbuki çıldırmayız. O halde inanır mıyız? İnanmayız da... Hattâ öyle anlarımız olur ki, "bak bak, deriz; şimdi, şimdi kapı açılacak ve büyükbabam içeriye girecek sanıyorum!" İnanmayız da, onsuz yaşamaya nasıl razı oluruz? Razı da olmayız. Herşeye rağmen onsuz yaşamaya alışmamak elimizde değildir. Ah, alışmak!... Hislerimizin şimşeğini bir saniyenin ummânında bir katre kadar yaşatıp yutan dipsiz uçurum...

• • •

Bu şeylerin üstünden yıllar geçtikten sonra o kadar korktuğum bu evde, yapayalnız, bir gece geçirdim. Yapayalnız bir gece, o kadar korktuğum bu evde... Eski uğultulu âlem sanki bacalardan ve pencerelerden süzülüp gitmişti. Ölenlerle kalanların birbirinden farkı yoktu. Mademki biri yaşadığı halde yok olabiliyordu, öbürü de yok olduğu halde yaşayabilirdi.
O gece hayâlimde sağlarla ölülerin birindeki varlık, ötekindeki yokluk esasları öyle bir birleşmişti ki, ateşi kırk dereceyi geçen bir hastanın vehim dediğimiz ölçüsüz hassasiyetiyle, ölüleri dirilerden daha mükemmel ve tam bir fiilin şartları içinde yaşıyor farzettim.
Odamın kapısını, küçüklüğümden kalma tabiî bir sevkle sımsıkı kapamış ve eski bir konsol üzerinde duran altı mumlu iki şamdanın bütün mumlarını yakmıştım. Odanın bir köşesinde bir koltuğa gömülmüş, düşünüyordum. Derin bir suda yüzerken bir anda altında kaç kulaç su bulunduğunu düşünüp bütün kuvvet ve cesaretini kaybeden bir yüzücü gibi, o anda benden başka içinde kimse bulunmayan yirmi odalı evi düşünüyor ve korkup korkmadığımı kendime soramıyordum. Ta karşımdaki duvarda, kızkardeşimin ufak bir fotoğrafıyla, büyük babamın adam boyu, yağlı boya bir resmi vardı. İki ölünün resimleri...
Gözlerim resimlerden mâziye aktı. Kızkardeşim elinde hafifçe ısırılmış bir elmayla yanıma geldi ve bir ayağını arkaya, bir elini omuzuma atarak yalvarmaya başladı: - Kuzum ağabeyciğim, büyükbabamın sana verdiği bir lirayı ver de, sana bu elmayı vereyim. Biraz ısırdım amma ziyânı yok..

• • •

Büyükbabamın ölüsünü hamama koymuşlardı. İşte halamın oğluyla beraber ölüyü görmek için bahçeye çıktık ve hamamın yüksek penceresine bir merdiven dayayarak içeriye göz attık. Çocuk merakı... Büyükbabam, teneşirde upuzun yatıyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar baktığım ölüden bana çarpan şey, yalnız sakalları; sapsarı derisinin üstünde tane tane yapıştırılmış gibi duran seyrek ve beyaz sakalı oldu. Ölü bir tenden fışkıran, kurumuş otlar gibi ölü ve kıvırcık teller... Yıllar önce ölmüş bir insanın toprak altında çürümüş eczasını birleştiren muhayyilem, onu diriltti de... Birden sezdim ki, oturduğum oda büyükbabamın sağlığında hiç çıkmadığı, işte tam şu karşıki kanepede Fuzulî Divanını okuduğu oda... Büyükbabam köşesinde, Fuzulî Divanını okuyor... Aman Allahım, o sakal, o sakal... Seyrek, beyaz, kıvırcık... Gözlerinde gözlüğü... Kitabın, kenarları yenmiş siyah kabında tırnaklarının çizgisine kadar tanıdığım uzun, ince, fildişi gibi solgun parmakları duruyor. Elbisesi, ayakkabıları, o, o, Büyükbabam... Bir anda tam ve katı bir hakikât elbisesine bürünmüş zehirli bir duygu, tıpkı çukuruna giren bir bilye gibi beynime oturdu ve kulağıma şöyle fısıldadı:
- Kim demiş sanki, ölüler yaşamıyor? Şu anda sen Büyükbabanı ta karşında görmüyor musun? Yaşasaydı nasıl görecektin? Yine böyle, değil mi? O zaman belki biraz daha açık, daha tabiî, varlığına daha inanmış olarak görecektin! Mâdemki şimdi onu müphem de, bulanık da olsa yine görebiliyorsun, bu görüşün biraz daha tekâmül ettiğini farzet! Biraz daha tekâmül, biraz daha tekâmül... Tekâmülün hududu var mıdır? Boyuna tekâmül... Ne oldu? Büyükbaban bütün varlığıyla karşında, değil mi? Karşındaki vücuda inanıyorsun! Şimdi kalk ayağa, yürü Büyükbabana doğru! Yaklaş, uzat parmağını! Gözlerin öyle ayân görüyor ki, parmağını uzattığın zaman bir cisme değeceğinden eminsin! Dur şimdi, sakın bu emniyet hissini kaybetme; bu hissin üzerinde dur! Tekâmül, biraz daha tekâmül... Tekâmülün hududu yoktur. İşte elin bir maddeye değdi. Büyükbabanın ellerini tuttun! Sesini duymaya gelince, onun sesi çoktan beri kulağında... Dinle, sana ismini söylüyor! Kulak ver, buldun mu o sesin âhengini? Hiç kaçırma! Bu duygunun üzerinde ısrar et! Tekâmül... Ve işte konuşmağa başladın. Onunla konuşuyorsun! Görüyor, dokunuyor ve işitiyorsun! Demek ki, Büyükbaban yaşıyor. Bu kadar açık gördüğün, ellerini avucunda tuttuğun ve sesini beyninde dinlediğin bir vücut var değilse, o halde hiçbir şey var değil.. Bana var olan bir şey göster! Meselâ şu masa... Ben diyorum ki, masa yoktur! Gözünle görüyorsun, değil mi? Gözünle gördüğün şeyin o olduğunu ne biliyorsun? Çünkü elinle de dokunuyor, vurduğun zaman sesini kulağınla da duyuyorsun! Beş duygunla birden onun varlığını kaydediyorsun. Halbuki tutmak ayrı, görmek ayrı... Tuttuğun şeyi nasıl görebilirsin? Duymak ayrı, tutmak ayrı... Duyduğun şeyi nasıl tutabilirsin?
Bütün bu anlayış vâsıtaları, birbirini kontrol etmek hakkına mâlik değil... Hepsi kendi cinslerinden bir vâsıtayla ayrı ayrı kontrole muhtaç... Beş duygumuzun müşterek ve tek bir duygu halinde, bir varlığın künhüne yalnızca varabilen bir altıncısı nerede?
Farzet ki, gözün kör, kulağın sağır, uzviyetin de, donmuş bir parmak gibi dokunduğu yerin temasını hissetmeyecek kadar uyuşuk... Şimdi senin için dünya boşluk gibi bir şeydir. Fezanın ta kendisidir. Yere basmıyorsun, çünkü ayakların duymuyor. Gözün görmüyor ve kulağın işitmiyor. Havada yürür gibi yürü! Önüne bir duvar geldi. Çarp!... Ne malûm çarptığın? Çarptığını duymayacaksın ki, duvar yoluna engel olabilsin. Sen kendini yürür farzettikten sonra yürümediğini sana kim ispat edecek? Yere düştün! Ne malûm? Sen kendini, yerde yattığın halde bile göğe doğru bir yol istikâmetinde yürüyor bildikten sonra... Hissediyor musun? Bak, bir kaç duygunun iptaliyle kâinat ne hale giriyor? Fizik varlıklar nasıl hacimsiz bir satha ve sonra satıhsız bir fezaya doğru gidiyor? Hani bunların hepsi vardı? Birkaç hissimiz iptâl edilir edilmez nereye gittiler? O hâlde yok, değil mi, hiçbir şey yok... İster öyle diyelim, ister herşey var diyelim. Herhalde herşey var diyelim. Gözümüzün görmeyeceği ve kulağımızın duymayacağı şekilsiz vücutlar ve vücutsuz şekiller var... Bilhassa ölüler ve mâzi var... Hassasiyetimiz bir kere tabiînin üstüne çıkınca bizim için yepyeni bir âlem başlayacaktır. Girelim o âleme! Orada kaçırılmış bütün ânlarımızı, mazimizi ve ölülerimizi bulacağız. Sağır bir odaya kapandığımız zaman dışarıda uğuldayan şehirden ne kadar eminsek, ölülerimize de o kadar inanalım! İçinden bir kere geçip, bir daha görmediğimiz bir sokakla, bir ölünün farkı ne? O sokağı görmediğimiz ve bir daha görmeyeceğimiz halde yerinde sanıyoruz da, ölülerimizi, belki göreceğimiz halde yok biliyoruz. Bir inanış farkı...
Ölüler yaşıyor, ânlar yaşıyor; bütün hisler, fikirler, heyecanlar fezada, aklın gidemeyeceği kadar uzak ve başka bir iklimde ve muallâkta, dumandan buz haline geçmiş billûr ve sivri kayalıklar şeklinde yaşıyor, herşey yaşıyor..."


Necip Fazıl Kısakürek

 
"Kim daha çok düşünüyor,kim daha iyi biliyor,
Kim daha ileriyi görüyorsa o kazanır...
İşte hayat budur..."

Geveze/Hayata dair...
 
Kitabı henüz bitirmedim, ama roman niteliğinde olmadığı için, henüz baş sayfalarında olan bir paragrafı paylaşmak istedim sizinle;

"Artık birisinin çıkıp bana sen güçlüsün demesini sevmiyorum. Ne zaman birisi bana sen güçlüsün dese bıyık altından gülümseyip sadece gökyüzüne bakıyorum. O anda yapmak istediğim, avaz avaz karşımdakinin yüzüne bağırmak. "Sen biliyor musun güçlü olmanın ne demek olduğunu? Sen biliyor musun nasıl gerçekten güçlü olunduğunu?" Söyleyeyim: Yaşadığın her acı, ödediğin her bedel güç dediğin şeyin bir damlası. Tıpkı sarkıtların, dikitlerin oluşması gibi. Her acı biraz daha sertleştiriyor, demircinin nasırlı elleri gibi ruhun sertleşiyor. Öyle bir hal alıyor ki şaşırmamaya başlıyorsun. Düşmekten, yıkılmaktan, kaybetmekten... Gün oluyor seri halde pata küte vuruyorlar kafana, biri bitti derken diğeri sol kroşeyi indiriyor. Ve sen güçleniyorsun. Ölmediğin ve dayak yediğin her gün biraz daha güçleniyorsun. En sonunda Azrail ile sohbet edebilir hale geliyorsun. Sonra da karşına geçip sana güçlüsün diyorlar."

Aret Vartanyan "Sen ve Ben" Kitabından.
 
"Bu gün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bir sevgiyi bulmak zor...Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var...Kimsede başkasına verecek fazlası yok!" Diyerek açıklıyor TOYOTOME..."Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz...Ama oda aynı şeyi başkasından beklemektedir...Peki bu dünyada sevgi ne kadar var?" Yazara göre ,"açlığımız bizi bastıracak kadar"...
Yemek öncesi, tadımlık tadımlık gelen iştah açıcılar gibi...Bu minnacık tadım,sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor...Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz...Hani nerede? Hepsi o...Ve asıl çarpıcı cümle,en sonda..

"Dünyadaki en büyük kıtlık,"rağmen" türü sevginin yeterince olmayışıdır..."




Geveze/ Aşka dair...
 
Doğa bize hiç durmadan gelişmelerden,büyümelerden ve olgunlaşmalardan söz eder..
20 yaşındayken hepimiz "güzelizdir" ama kırk yaşına gelince yüzümüz anlamlı bir biçimde konuşmaya başlar...
Peki biz neden bu yasayı görmezden gelip oturduğumuz noktada kalır ve önlenemez kaderimiz olan ölümü bekleriz...
On sekiz,yirmi,yirmi dört yaşalrındayken insanlar insanı saran hareket arzusu bir kaçış değil,temeli oluşturan taşlardır...Çünkü insanın kendini aramadığı,derinlerde aşkın olan yüzünü merak etmediği ve başkalarınca takılmış olan maskeyi reddetmediği yaşam gerçek yaşam sayılmaz...





"Susanna Tamaro/ Daha çok ateş,daha çok rüzgar"
 
              "Kader! Değiştirilmesi ve önceden bilinmesi mümkün olmayan bir hakikat. Alın yazısı dedikleri

herkes için büyük bir sır. Yaşanır, yaşanırken de öğrenilir. Kader de insanın kaderidir. Dünyanın yaratıldığı

andan, Adem ile Havva'nın Cennetten çıkarıldığından beri bu hep böyledir. Aslında kaderin sır olması bile bir

kaderdir.

Ta o andan itibaren asırlar boyu, günden güne, her dakika ve her an bir sır olan kader, herkes için sonsuza

dek gizemini korumaya devam edecektir."
Kod:
       
        
                Cengiz Aytmatov'un Dağlar Devrildiğinde;Ebedi Nişanlı adlı eserinin ilk paragrafıdır.

Kaderin gizemi ve gücü kitabın tamamında çok güzel bir şekilde anlatılmış.



 
"• “Her insan gibi sıradansın!” demişti Yüksekbilinç, hatırladın mı?  300 defa denenip başarılamamış ve bu yüzden zorlar listesinde adı geçen bir işi 301. defa denemeye kalkmaz kimse; ama birinci de başarılmış ve bu yüzden kolaylar listesinde ismi geçen bir işi yüz milyonlarca insan denemeye kalkar ve hiçbirisi de yapamaz. Kimse düşünmez ya da hesap etmez ki birinci seferde yapılan o iş belki de tesadüfen yapılmış ve bir daha da  asla  yapılamayacaktır. Hadi diyelim ki yanıldık, o bahsi geçen kolay işi her deneyen yapıyor, o zaman sıradan olmayacak mı bu işi her yapan? Neden bütün binalar dikdörtgen zannediyorsun?... Duyduğun  kötü bir örneği, yüzlerce iyi örnekten daha ciddiye almıyor musun? Eminim çok az uyuduğu için ölen birini duysan, çok az uyuyup devrimler yapan binlerce kişiden daha ciddiye alırdın."

Sadece aptallar 8 saat uyur kitabından :)
 
Geri
Üst