…(!)
Anahtarıyla kapıyı açtığında, çıldırmış bir sesle karşılaştı…
“ Gelme sakın!..Çık git!.. Defol! File çoraplarını, aynanın önündeki; yüzünü tuval gibi boyadığın harçlarını, sevgiden mahrum gözlerine taktığın lenslerini, sarı,kızıl,kumral peruklarını almayı unutma, yastığın yorganın ne varsa topla, Kırmızı; sivri topuklu ayakkabılarını, dekolte iç çamaşırlarını; saçından tek bir tel bile kalmasın!.. Tepeden tırnağa temizlenmesi lazım bu ev!.. Sen kokan her şeyin yıkanması lazım!.. Hatta! ve hatta! benim bile yıkanmam lazım!..” diye bağırıyordu.
Zümre, loş odada köşe lambasından süzülen ışığa doğru yürüdü. Evet !..Artık gözlerindeki kini görebiliyordu…
“Tontişim sinirlenmiş yine” dedi. Eğildi öpmek istedi. Bedeninin her karesine sıktığı parfüme; kuytularından gelen sperm kokusu karışmıştı. Gırtlağındaki keskin viskiden sızlayan burnuna rağmen hissediyordu. Boş kadehini bıraktı, eliyle çenesini sıktı; “Hangi kollardan geliyorsun kim bilir? Beni tükettin!.. Sömürdün!.. Mahvettin!..” dedi
Birden; zifir düşüncelerine, peşpeşe lila yıldırımlar düştü. Çay kokusunu özlemişti, Gözleme, beyaz peynir, ve ortadan ikiye ayrılmış kıpkırmızı domates… En çok da un kokulu elleri özlemişti.
Sızdı…
…(!)
Uyandığında ardı arkası kesilmeyen düşüncelerin altında ezilen bitkin vücudunu toplamaya çalışıyordu. Etrafa bakındı; gitmişti. Zaten kalması için de nedeni kalmamıştı. Ki!.. Uğruna feda ettiği her şeyden olmuştu. Her şeyden önemlisi de kendinden, kişiliğinden olmuştu.
Tam iki yıl evvel; yine kasım ayında çıkmıştı raydan. Evet!.. Gerçekten hayatını değiştiren muhabbetti. O zamanlar “İyi ki varsın, iyi ki hayatıma girdin” dediği kadına bakmak bile, midesini bulandırmak için yeterli sebepti.
Soyunmak istiyordu, anılarını, geçmişini soyunmak, aşk sandığı salyangoz sümüğü misali; yapışkan iğrenç duygudan kurtulmak, masumluğunu giyinmek istiyordu. Çocuk beyninden daha küçük, kafasının içinde taşıdığı karmaşık et parçasını avuçlarının içinde mıncıklamak!.. “Tamiri mümkün değil ki, en iyisi atmak!..” diye düşünerek kendini duşun altına attı…
Hangi kudurmuş fikir öfkesine galip gelir, hangi çığlık kaybettiklerini geri getirir, Hangi inanç, hangi hayal, hangi,hangi,hangi!.. Şu an, şu saniye; kötü bir kabus gördüğünü hayal edip, sıcak yatağında uyanmak için neler vermezdi…
Balkona çıktı…Hatalarını biriktirdiği, kristal kaseleri koydu camın önüne. Kanatlarına umut bağladığı martılar semtinden geçmiyordu. Serçeler göç mevsimini unutmuş olmalıydı. Kuşlardan bir ses duymak istiyordu. Ancak böyle yaşadığını anlayacaktı. Hani sonsuzluğa göçün habercisi Baykuş nerde… Ya!.. Vatan hasretiyle ağıtlar yakan Bülbül? Karga sesine bile razıydı… Yok!..
Ceketini aldı, son kez de olsa; içinden arkasına bakmak geçmedi. Kapıyı çarparak çıktı kabus ülkesinden. Hızlı adımlarla geçerken sokakları “23 numara” diyordu içinden… Güzergah değişmemişti. 23 numaralı otobüs; bildik; Arnavut kaldırımlı sokağına kavuşturmuştu. Zili çaldı…
“Kim o?”
“Ceren… yok hayır Zeren…” diye düşündü.
En son iki yıl önce duyduğu sesi ayırt edememişti. Kızları o kara günden beri hiç konuşmamıştı. Ceren kapıda öylece kalakaldı. Beklenmedik bir misafirdi. “Hoş geldin” sözcüğü iltifat sayılırdı. Sessiz kalmayı tercih etti, arkasını döndü ve odasına gitti… Nutku tutulmuştu, zira bu kapıdan en son çıktığında, yarım kalmış bir tek tümce kalmamıştı. İçeri girdi. Zihninden “Herşey yerli yerinde” diye geçirdi
Oturma odasından Belgin’in sesi geliyordu. “Ceren kim geldi kızım?” Son iki yıl hariç otuz yılı devirdiği hayat arkadaşına ne diyecekti. Neden kapıya çıkmadığını düşünerek odaya yöneldi. Camdan dışarı seyretmekte olan Belgin, tekerlekli sandalyeyi kapıya çevirdi. Göz göze geldiler… Soğuk duşun altında kalmış gibi, birkaç dakika çakıldı kaldı… Ayaklarının ağırlığına yenik düşmemek için birkaç adım attı. Önünde diz çöktü ve ellerinden tuttu…
…(!)
Dudakları, yıllarca açılmamış çeyiz sandığının pas tutmuş kilidi gibiydi.
“Biliyor musun ? Angut kuşu gibi bakıyorsun …”
N.Alptekin