A
aylinyalnız
Kullanıcı
Cahit Sıtkı Tarancı, (d. 4 Ekim 1910, Diyarbakır - ö. 13 Ekim 1956, Viyana). Şair. Melankoli yüklü dizeleri ile tanınmış, "Otuz Beş Yaş" şiiri ile özdeşleşmiştir.
İlkokulu Diyarbakır'da bitirdikten sonra, Galatasaray Lisesi'nde okudu. Asıl adı Hüseyin Cahit'tir. Fransızca çok iyi öğrenerek Baudelaire, Rimbaud, Mallarmê'yi özümsedi. Mülkiye öğrenimini Türkiye ve Paris'te yaptı. İkinci Dünya Savaşının çıkması üzerine okulunu tamamlayamadan yurda döndü. 1946'da CHP Şiir Ödülü'nde birincilik aldı. Anadolu Ajansı ve Çevirme Bakanlığı'nda tercüman olarak çalıştı. 1953 yılında, genç yaşta ağır bir hastalığa yakalandı. 1956 yılında tedavi için Avrupa'ya götürüldü; fakat iyileşemedi. Aynı yıl Viyana'da öldü.
'Sanat için sanat' ilkesine bağlı kaldı. Ona göre şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır. Vezin ve kafiyeden kopmamış; ama ölçülü veya serbest, her türlü şiirin güzel olabileceği inancını taşımıştır. Açık ve sade bir üslubu vardır. Çoğu gerçeğe bağlı olan mecazları, derin, karışık ve şaşırtıcı değildir. Uzak çağrışımlara ve hayal oyunlarına pek itibar etmemiştir. Zaman zaman bazı imaj ve sembollere başvurmuştur.
Şiirlerinde en çok yaşama sevinci ve ölüm temalarına yer vermiş, nedense hep ölümün üstüne gitmiştir. Ayrıca yitik aşklar, mutlu sevdalar, yalnızlık, yaşadığı bohem hayatın buruklukları, çocukluk özlemi de şiirlerine konu olmuştur.
Ölümünden sonra yayınlanan eserleri şunlardır :
Şiir Kitapları:
Ömrümde Sükût (1933),
Otuz Beş Yaş (1946),
Düşten Güzel (1952).
Sonrası (1957).
Çeşitli gazetelerde tefrika edilen hikâyeleri 1976 yılında yayınlandı. Ayrıca mektupları da "Ziya'ya Mektuplar" (1957) başlığı altında kitaplaştırıldı.
Şiir Anlayışı
Cahit Sıtkı Tarancı
‘Otuz Beş Yaş’ şiiriyle özdeşleşen Cahit Sıtkı Tarancı 13 Ekim 1956′da aramızdan ayrılmıştı. Şairin acısı yalnızlık…
Cahit Sıtkı Tarancı şiirinde bireysellikteki evrenselliği yakalayabilmiş olmasıyla, şiiri yararcı mecrasına çekmeden, devinim, ses, biçim birlikteliğiyle yoğurarak kitlelere ulaştırmayı başarabildi. Bu politize olmamış dünyasal bir şiirdi.
Cahit Sıtkı Tarancı, zaman, Türkçe, şiir, ölüm dolayımından ilerleyerek, üzerinde “divan şairi kokusuyla hece ve garip akımı ekseninde seyreder. O, “Türkçe ağzımda anamın sütü gibidir. Suda sabun gibi eriyor zaman. Ölüm bir at olmuş, kişner kapımda” ve “Şiir sözcüktür” dedi. Fakat, sözcük nedir? Gene kendi deyişiyle “Dost, kadeh, sevgili, özlem, düş, anlam gölgesi, arada rengi olan, insanoğlundan haber veren bir derinliktir” . Asıl önemlisi, doğayı, tüm yaşamı emerek usa indirir, gönle düşürür. Hele de söz, sanatlarla şerbetlendirilirse, dünyanın en varsıl açılımını o rtaya çıkartarak cevher olur, yüreğe akar gider. İlkokulu Diyarbakır’da bitirdikten sonra, Galatasaray Lisesi’nde okumaya başlaması, çok bilgili, görgülü, irfan sahibi laik öğretmenler elinde yetişmesi bir şanstır. Fransızcayı öğrendiğinden Baudelaire, Rimbaud, Mallarmê ‘yi tanıdı, çözümledi. Mülkiye öğrenimini Türkiye ve Paris’te yaptı. 1946′da CHP Şiir Ödülü’nde birincilik aldı. Dağlarca ve A. İlhan , ilk üçe giren diğer şairlerdi.
İçe dönük bir Şair
Masmavi gölgeler bile ses vermiyordu çığlığına. Kendini Haşim gibi çirkin bulması, kız arkadaş edinememesi, yalnızlığını katlıyordu. Kırılgan, ürpertili ve tedirgin oluşu, doğal ki, şiirini derinleştiriyordu.
Bu yöne, tarih açısından bakıldığında, yaratı ve donatmak sanatının, yansıtma yoluyla yaşamın boşluklarını giderme konusunda, sanatın özüyle işlevine ters düşmeyen, birbirini tümleyen bir dolayım oluşturmak istediği görülebilir. Fakat, Tarancı şiirlerinde, olanı, sorularıyla tırtıklarken, olabilir olan şeyi pek de görüp söylememiştir. Çağa özgü az güvenilirliği, bozulmayı içerikle beslerken, doğuş koşullarını, temel kavramlar üzerinden sanat gerçeğinin yansısıyla duymuş olması gerekirken; aynalarda kendini daha çok görmek istememesi uğruna, bu korkuyla olsa gerek, öznelliğin iç dünyasından gene bu ikircikliğiyle vazgeçmektedir. Tarancı, esrarlı yollara kolayca sapmaz gözükse de, sürekli içe gider. Şiir içte gezdirilen bir aynadır da ona göre.
Ölüm korkusu
Turgut Uyar’a bakarsak, o hiçbir şeye, hiçbir şey katmamış, salt olanı vermiş, gelip geçmiş bir yaşamdır diyor. Yaşam zaman zaman insanla dalga geçer. Buysa kişiyi çok üzer. Bir yanı düşten güzel bu yaşamın, bir yanı da biçim ve içerik yetingenliği ve yetkinliğinin kanıtıdır. Sürer gider.
Gizli, açık, kapalı havasının insanlarını yansıttı. Şiirinde bireysellikteki evrenselliği yakalayabilmiş olmasıyla, şiiri yararcı mecrasına çekmeden, devinim, ses, biçim birlikteliğiyle yoğurarak kitlelere ulaştırmayı başarabildi. Bu politize olmamış dünyasal bir şiirdi. Söyleminde stepe denk gelen, sarkan yanları var mıydı, ölüm korkusunun?
Gün Eksilmesin Penceremden
Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül Tanrısına der ki:
Pervam yok verdiğin elemden
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!
İlkokulu Diyarbakır'da bitirdikten sonra, Galatasaray Lisesi'nde okudu. Asıl adı Hüseyin Cahit'tir. Fransızca çok iyi öğrenerek Baudelaire, Rimbaud, Mallarmê'yi özümsedi. Mülkiye öğrenimini Türkiye ve Paris'te yaptı. İkinci Dünya Savaşının çıkması üzerine okulunu tamamlayamadan yurda döndü. 1946'da CHP Şiir Ödülü'nde birincilik aldı. Anadolu Ajansı ve Çevirme Bakanlığı'nda tercüman olarak çalıştı. 1953 yılında, genç yaşta ağır bir hastalığa yakalandı. 1956 yılında tedavi için Avrupa'ya götürüldü; fakat iyileşemedi. Aynı yıl Viyana'da öldü.
'Sanat için sanat' ilkesine bağlı kaldı. Ona göre şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır. Vezin ve kafiyeden kopmamış; ama ölçülü veya serbest, her türlü şiirin güzel olabileceği inancını taşımıştır. Açık ve sade bir üslubu vardır. Çoğu gerçeğe bağlı olan mecazları, derin, karışık ve şaşırtıcı değildir. Uzak çağrışımlara ve hayal oyunlarına pek itibar etmemiştir. Zaman zaman bazı imaj ve sembollere başvurmuştur.
Şiirlerinde en çok yaşama sevinci ve ölüm temalarına yer vermiş, nedense hep ölümün üstüne gitmiştir. Ayrıca yitik aşklar, mutlu sevdalar, yalnızlık, yaşadığı bohem hayatın buruklukları, çocukluk özlemi de şiirlerine konu olmuştur.
Ölümünden sonra yayınlanan eserleri şunlardır :
Şiir Kitapları:
Ömrümde Sükût (1933),
Otuz Beş Yaş (1946),
Düşten Güzel (1952).
Sonrası (1957).
Çeşitli gazetelerde tefrika edilen hikâyeleri 1976 yılında yayınlandı. Ayrıca mektupları da "Ziya'ya Mektuplar" (1957) başlığı altında kitaplaştırıldı.
Şiir Anlayışı
Cahit Sıtkı Tarancı
‘Otuz Beş Yaş’ şiiriyle özdeşleşen Cahit Sıtkı Tarancı 13 Ekim 1956′da aramızdan ayrılmıştı. Şairin acısı yalnızlık…
Cahit Sıtkı Tarancı şiirinde bireysellikteki evrenselliği yakalayabilmiş olmasıyla, şiiri yararcı mecrasına çekmeden, devinim, ses, biçim birlikteliğiyle yoğurarak kitlelere ulaştırmayı başarabildi. Bu politize olmamış dünyasal bir şiirdi.
Cahit Sıtkı Tarancı, zaman, Türkçe, şiir, ölüm dolayımından ilerleyerek, üzerinde “divan şairi kokusuyla hece ve garip akımı ekseninde seyreder. O, “Türkçe ağzımda anamın sütü gibidir. Suda sabun gibi eriyor zaman. Ölüm bir at olmuş, kişner kapımda” ve “Şiir sözcüktür” dedi. Fakat, sözcük nedir? Gene kendi deyişiyle “Dost, kadeh, sevgili, özlem, düş, anlam gölgesi, arada rengi olan, insanoğlundan haber veren bir derinliktir” . Asıl önemlisi, doğayı, tüm yaşamı emerek usa indirir, gönle düşürür. Hele de söz, sanatlarla şerbetlendirilirse, dünyanın en varsıl açılımını o rtaya çıkartarak cevher olur, yüreğe akar gider. İlkokulu Diyarbakır’da bitirdikten sonra, Galatasaray Lisesi’nde okumaya başlaması, çok bilgili, görgülü, irfan sahibi laik öğretmenler elinde yetişmesi bir şanstır. Fransızcayı öğrendiğinden Baudelaire, Rimbaud, Mallarmê ‘yi tanıdı, çözümledi. Mülkiye öğrenimini Türkiye ve Paris’te yaptı. 1946′da CHP Şiir Ödülü’nde birincilik aldı. Dağlarca ve A. İlhan , ilk üçe giren diğer şairlerdi.
İçe dönük bir Şair
Masmavi gölgeler bile ses vermiyordu çığlığına. Kendini Haşim gibi çirkin bulması, kız arkadaş edinememesi, yalnızlığını katlıyordu. Kırılgan, ürpertili ve tedirgin oluşu, doğal ki, şiirini derinleştiriyordu.
Bu yöne, tarih açısından bakıldığında, yaratı ve donatmak sanatının, yansıtma yoluyla yaşamın boşluklarını giderme konusunda, sanatın özüyle işlevine ters düşmeyen, birbirini tümleyen bir dolayım oluşturmak istediği görülebilir. Fakat, Tarancı şiirlerinde, olanı, sorularıyla tırtıklarken, olabilir olan şeyi pek de görüp söylememiştir. Çağa özgü az güvenilirliği, bozulmayı içerikle beslerken, doğuş koşullarını, temel kavramlar üzerinden sanat gerçeğinin yansısıyla duymuş olması gerekirken; aynalarda kendini daha çok görmek istememesi uğruna, bu korkuyla olsa gerek, öznelliğin iç dünyasından gene bu ikircikliğiyle vazgeçmektedir. Tarancı, esrarlı yollara kolayca sapmaz gözükse de, sürekli içe gider. Şiir içte gezdirilen bir aynadır da ona göre.
Ölüm korkusu
Turgut Uyar’a bakarsak, o hiçbir şeye, hiçbir şey katmamış, salt olanı vermiş, gelip geçmiş bir yaşamdır diyor. Yaşam zaman zaman insanla dalga geçer. Buysa kişiyi çok üzer. Bir yanı düşten güzel bu yaşamın, bir yanı da biçim ve içerik yetingenliği ve yetkinliğinin kanıtıdır. Sürer gider.
Gizli, açık, kapalı havasının insanlarını yansıttı. Şiirinde bireysellikteki evrenselliği yakalayabilmiş olmasıyla, şiiri yararcı mecrasına çekmeden, devinim, ses, biçim birlikteliğiyle yoğurarak kitlelere ulaştırmayı başarabildi. Bu politize olmamış dünyasal bir şiirdi. Söyleminde stepe denk gelen, sarkan yanları var mıydı, ölüm korkusunun?
Gün Eksilmesin Penceremden
Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül Tanrısına der ki:
Pervam yok verdiğin elemden
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!