Yazarların Bilinmeyen Yönleri

  • Konuyu Başlatan Konuyu Başlatan nil_92
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi

nil_92

Kullanıcı
Katılım
26 Haz 2008
Puanları
0
Ernest Hemingway

En iyi, aşıkken yazılır

Ernest Hemingway, sabahın ilk ışıklarıyla yatak odasında yazmaya başlıyor. Kitabı bitirdikten sonra isminin ne olacağına dair liste yapıyor. En iyi âşıkken yazılacağına inanıyor: “Yazmaya ara verdiğinizde büyük bir boşluk olur ve aynı zamanda sevdiğinizle sevişmişçesine bir doyum hissiyle dolar içiniz. En iyi aşıkken yazılır... O ruh halindeyken hiçbir şey size zarar veremez... Silahlara Veda’nın son sayfası bir türlü olmadı, 39 defa tekrar yazmam gerekti.. Gazetecilik ciddi bir yazar için yok edici olabilir. Çello çalardım. Annem yeteneğim olduğunu sanıyordu ama yoktu. Dünyada benden daha kötü çalanına rastlamadım.”
 
Stephen King

Korktuğum hiçbir şey yok

Stephen King; gerilim romanlarının yaratıcısı, korktuğu hiçbir şeyin olmadığını söylüyor: “5-6 yaşındaydım, çizgi romanlardan resim kopyalayıp kendi öykülerimi yazardım. Aslında bir bakıma korktuğum hemen hemen hiçbir şey yok diyebilirim. Ama biz insanlar neden korkarız; kaos, yabancılar, değişiklikten, beklenmedik aksaklıklardan. Bu da benim ilgimi çeken bir şey... Yazmak için bir çalışma masası olursa iyi olur sürekli yer değiştirmemek için rahat bir sandalye de lazım ve etrafın yeterince aydınlık olması önemli. Nerede yazarsanız yazın, o mekan bütün dünyadan kaçıp saklandığınız yer, yeni bir sığınak olmalı biraz da... Yaşlanıyorum, 10-15 yıl daha yaratıcılığımı kullanabilirim. Paraya ihtiyacım yok. Kitabımdan uyarlanan başka bir film olmasa da olur. Yaşayacak bir evim var, bir çirkin ev daha almaya gerek yok.”
 
Truman Capote

İki rahibeyle aynı uçağa binemem, takıntılarım var

Yatakta uzanmadan veya koltukta gevşemeden yazamaz. Elinin altında mutlaka içecek bir şeyler olması lazım. Uğursuz rakam takıntısından dolayı bazı otel odalarında kalamıyor. Aynı küllükte 3 tane izmarit söndüremiyor, iki rahibeyle aynı uçağa binmiyor, cuma günleri hiçbir işe başlamıyor ya da sonlandırmıyor: “11 yaşlarında yazmaya başladım. Yazmanın da resimde veya müzikte olduğu gibi ışık ve gölgeyle ilgili perspektif yasaları vardır... Tam anlamıyla yatay bir yazar olduğum söylenebilir. Benim kesinlikle tütün içip, bir şeyler yudumlamam lazım. Akşamüstü kahveden nane çayına, ondan Sherry’e, Martini’ye geçerim... Daktilo kullanmam. İlk versiyonu kurşun kalemle yazarım. Sonra hepsini elde geçiririm, yine el yazısıyla... Bütün sayıları toplama takıntım vardır. Telefon numaraları toplandığı zaman sonuç uğursuz bir rakam çıktığı için hiç telefonlaşmadığım insanlar var. Batıl inançlara bağlılık bana garip bir huzur veriyor.”

 
Gabriel Garcia Marquez

Edebiyat marangozluk gibidir

Gabriel Garcia Marquez; sabahtan öğleye kadar yazıyor. Bazen ilk paragraf için birkaç ay harcıyor. Şöhretin bir yazara zarar verdiğine inanıyor. Hayatında pişman olduğu tek şey bir kız çocuğunun olmaması: “Yazmaya karikatür çizerek başladım. İyi bir çalışma gününde sabah 9’dan öğleden sonra en fazla 2’ye, 3’e kadar yazabiliyorum... İlk paragrafta aylar harcarım, bir kere onu halledince gerisi kolayca geliyor... Benim için ilk paragraf, kitabın gerisinin nasıl olacağını gösteren bir fragman gibi... Edebiyat, marangozluktan farklı bir iş değildir. Her ikisi de çok çalışmayı gerektiriyor. Bir şey yazmak neredeyse bir masa yapmak kadar zor. İkisinde de elinizdeki malzeme gerçektir, ahşap kadar sert, işlemesi zor bir malzeme. Her ikisinde de küçük numaralar ve teknik bilmek gerekir. Disiplinli olmadıkça okumaya değer bir kitap yazabileceğinize inanmıyorum.”
 
Jorge Luis Borges

Edebiyat marangozluk gibidir

Gabriel Garcia Marquez; sabahtan öğleye kadar yazıyor. Bazen ilk paragraf için birkaç ay harcıyor. Şöhretin bir yazara zarar verdiğine inanıyor. Hayatında pişman olduğu tek şey bir kız çocuğunun olmaması: “Yazmaya karikatür çizerek başladım. İyi bir çalışma gününde sabah 9’dan öğleden sonra en fazla 2’ye, 3’e kadar yazabiliyorum... İlk paragrafta aylar harcarım, bir kere onu halledince gerisi kolayca geliyor... Benim için ilk paragraf, kitabın gerisinin nasıl olacağını gösteren bir fragman gibi... Edebiyat, marangozluktan farklı bir iş değildir. Her ikisi de çok çalışmayı gerektiriyor. Bir şey yazmak neredeyse bir masa yapmak kadar zor. İkisinde de elinizdeki malzeme gerçektir, ahşap kadar sert, işlemesi zor bir malzeme. Her ikisinde de küçük numaralar ve teknik bilmek gerekir. Disiplinli olmadıkça okumaya değer bir kitap yazabileceğinize inanmıyorum.”

 
Jorge Luis Borges

Sadece sarı rengi görebiliyorum

Romanlarındaki karakterlerine aile büyüklerinin ismini ya da dikkatini çeken isimleri veriyor. Yazmadığı zaman vicdan azabı çekiyor. Cesur biri olmadığı için en sevdiği fikrin cesaret olduğunu söylüyor: “Görme yeteneğimi kaybetmeye başlayınca dünya benim için soluklaşınca, arkadaşlarımın arasında geçirdiğim bir dönem vardı. Her zaman sarı kravat taktığım için dalga geçerlerdi benimle. Her ne kadar göz kamaştırıcı olsa da sarı rengi gerçekten sevdiğimi düşünmüşler. Ben de ’Sizin için sevmek söz konusu olabilir ama benim için değil tek görebildiğim renk bu’ dedim onlara. Gri bir dünyada, gri ekranlı bir dünyada yaşıyorum. Ama sarı parıldıyor... Belki de cesur bir insan olmadığım için cesareti önemli buluyorum... Yazmadığım zaman bir tür vicdan azabı çekiyorum.”

 
William Faulkner

Başarı kadınsıdır, eğilirseniz ezer

Yazmak için gereksinim duyduğu şeyler; kağıt, tütün, yiyecek ve viski: ”Bir yazar nasıl gerçek bir romancı olur? Yüzde 99 yetenek, yüzde 99 disiplin, yüzde 99 çalışmak. Bir sanatçının ihtiyacı, fazla masraflı olmayan huzuru, yalnızlığı, eğlence bulabileceği yerdir. Benim işim için ihtiyacım olan şeyler kağıt, tütün, yiyecek ve biraz viskidir... Yazarın ekonomik özgürlüğe ihtiyacı yok... Para karşılığı yazılmış iyi bir şeye rastlamadım hiç. Eğer birinci sınıf bir yazar değilse, zamanı veya ekonomik özgürlüğü olmadığı gibi özürlerin arkasına sığınır... Eğer bir yazar teknikle ilgiliyse, ameliyat yapsın veya tuğla döşesin. Yazma işinde mekanik bir yöntem veya kestirme bir yol yoktur. Başarı kadınsıdır ve kadına benzer, önünde eğilirseniz, üzerinizden ezer geçer. O yüzden kadınlara elinizin tersini göstermelisiniz. O zaman belki önünüzde sürünürler.”
 
Bilinmeyenleri ile Cemil Meric
YIL 1954.

Bir bahar akşamı.

Cemil Meriç, eşi Fevziye Hanım'la birlikte, akrabası Ahmet Çipe'nin konuğuydu. Sohbetler yapıldı, yemekler yendi, çaylar içildi. Gece yarısına doğru izin isteyip kalktı.

Cemil Meriç'in gözlerinin 12.5 miyopisi ve kuvvetli hipermetropisi vardı. Merdivenlerden inerken son eşiği göremeyen Cemil Meriç düştü. Bir şeyi yoktu. Ev sahibiyle vedalaşıp sokağa çıktılar.

Yolda yürürken Cemil Meriç, eşinin kulağına yaklaşıp şöyle söyledi: "Fevziye, elektrikler mi kesik, hiç bir şey göremiyorum."

Cemil Meriç 38 yaşındaydı ve gözleri artık hiç göremeyecekti.

"Görmek, yaşamaktır. Vuslattır görmek. Her bakış dış dünyaya atılan bir kementtir. Bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış..."

Fransız mandası altında

Tarih 12 Aralık 1916.

Yer Reyhanlı-Hatay.

Mahkeme Reisi Mahmut Niyazi ile Zeynep Ziynet'in üçüncü bebekleri dünyaya geldi: Hüseyin Cemil.

Ailesi aslen Meriç Nehri'nin hemen öteki yakasındaki Dimetokalıydı. Balkan Savaşı'ndan sonra Hatay'a yerleşmişlerdi. Savaş, Reyhanlı'da da aileyi rahat bırakmadı. Fransız mandası altında bir yaşam sürdüler. Fransız kültürüne dayalı bir ilk-orta öğrenimi gördü.

Babasının her akşam çocuklarına kitap okuması yaşamının amacı oldu. Hep okudu. Lise yıllarında ilk makalesi, Yenigün Gazetesi'nde yayımlandı; yıl 1933'tü.

Hatay'ın anavatana katılması mücadelesinin verildiği dönemde hızlı bir Türkçü oldu. Milliyetçilik, bazı öğretmenleriyle arasını açtı.

1934'te soyadı kanunu çıkınca, ideolojik kimliğine uygun bir soyadı seçti: Cemil Şaman!

Öğretmenleriyle kavgası sonucu liseden mezun edilmeyeceğini anlayıp İstanbul'a gitti; Pertevniyal Lisesi'ne kayıt yaptırdı.

Aynı yıllar sosyalizme de merak saldı. Önce F. Engels'in "Anti-Duhring"ini okudu. Ardından K. Marx'ın "Kapital"inin ilk cildini bulup anlamaya çalıştı.

İstanbul'da sosyalist çevrelerle tanıştı. J. Stalin'in "Pratik ve Teorik" kitabını Fransızcadan çevirdi.

Tanıştığı Názım Hikmet'in kendisine, heyecanlarını bırakıp hayata iyi hazırlanmasını tavsiye etmesiyle hayal kırıklığına uğradı. Tekrar Hatay'a döndü. Köy öğretmenliği ve devlet memurluğu yaptı.

1939 yılında, Hatay'da sosyalist bir devlet kurma iddiasıyla tutuklandı.

İdamla yargılandı. Mahkemede Marksist olduğunu saklamaması herkesi hayretler içinde bıraktı. 3.5 aylık yargılama sonucunda beraat etti. Cezaevinden çıktığında bir gerçekle yüzleşti; tüm dostları selamı sabahı kesti.

Bu duruma çok içerledi; dostlarının inadına soyadını değiştirdi: Cemil Yılmaz!

Ve tekrar İstanbul'un yolunu tuttu.

Yabancı Diller Okulu'na bursla yazıldı. Okulda solcu arkadaşlarıyla birlikteydi hep. Elit, Nisvaz gibi dönemin sanatçılarının gittiği kahvelere devam etti. "İnsan" dergisine edebiyattaki ilk aşkı Balzac ile ilgili makale yazdı; kitaplarını tercüme etti.

İlk aşkı bir fahişeydi

İlk aşkı Lübnanlı bir fahişeydi; Linda.

İkinci büyük aşkını İstanbul'da buldu; sınıf arkadaşı Reyagan. Karşılık bulamadı. Arkadaşı Kerim Sadi'nin önerisiyle coğrafya öğretmeni Fevziye Menteşoğlu'yla tanıştı. "İçki içtim, fahişelerle düşüp kalktım, hapse girdim çıktım; bunları bilerek benimle evlenir misin?" 19 Mart 1942'de evlendiler.

Fevziye Hanım'ın hali vakti yerindeydi; pansiyoner olmaktan kurtuldu; yeni bir hayata başladı.

O artık Cemil Meriç'ti...

II. Dünya Savaşı yılları...

Cemil-Fevziye Meriç çifti Elazığ'a tayin oldu.

Gözlerindeki bozukluk nedeniyle askerlikten muaf tutuldu.

Yazmayı Elazığ'da da sürdürdü. "Yurt ve Dünya", "Yücel", "Amaç" gibi dergilere tercümeler, edebi değerlendirmeler yaptı.

İlk iki çocukları Elazığ'da dünyaya geldi, ancak yaşamadılar. Fevziye Hanım yine hamileydi; İstanbul'a tayin istedi. Gerçekleşmeyince istifa etti.

Aynı günlerde üç "doğum" meydana geldi: 1 Nisan 1945'te oğlu Mahmut Ali ve Balzac'tan iki çeviri kitap; "Otuzundaki Kadın" ve "Onüçlerin Romanı" doğdu.

Bir yıl sonra kızı Ümit dünyaya geldi. Aynı yıl Balzac'tan "Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti"nin tercümesini bitirdi. Sadece tercümeler yapmadı; "Yirminci Asır" dergisine makaleler yazdı. Gözlerindeki rahatsızlığa inat, ne bulursa okudu; okuma notlarından dosyama-fişleme yaptı.

Öğretmenliğe geri döndü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne Fransızca okutman ve Işık Lisesi'ne Fransızca öğretmen oldu. Çocukları da hemen yanıbaşındaki Şişli Terakki'de okuyordu. Mutluluğu uzun sürmedi.

1954 yılında gözlerini kaybetti. Aynı yıl yaz ayları boyunca Cerrahpaşa Hastanesi'nde yattı. Başarısız ameliyatlar geçirdi. Bir gözünde retina tabakası çatlamıştı. Diğerine ise katarakt inmişti. Paris'te Quinze-Vingts Hastanesi'nde de ameliyatlar oldu. Sonuç olumsuzdu.

7 Temmuz 1955'te Yeşilköy Havaalanı'na indiğinde biliyordu ki, kendini yeni bir hayat bekliyordu.

'Marx ile Said-i Nursi arasında fark yoktur'

CEMİL Meriç artık göremeyeceğini biliyordu. Bu karanlık hayatı sürdüreceğinden emin değildi. İntiharı düşündü.

Ve bir gün...

Eşi Fevziye, çocukları Mahmut Ali ve Ümit ile birlikte Üsküdar'a hava almaya çıktılar. Cemil Meriç eşine, Yeni Valide Camii'nin avlusuna girmek istediğini söyledi. Fevziye Hanım çocuklarına, "Siz oynayın biraz" dedi ve eşini caminin avlusuna götürdü. Avluda eşi kolunda aşağı yukarı gidip gelen Cemil Meriç hıçkırıklarını tutamadı ve sarsıla sarsıla ağladı.

Bu dramatik olaydan sonra Üsküdar'daki Fethi Paşa Korusu'ndaki evlerinde yeni hayat başladı. Fevziye Hanım okudu, Cemil Meriç çevirisini söyledi. İlk çevirdikleri Victor Hugo'nun "Hernani"si oldu.

Okuma görevini bazen öğrencileri, bazen çocukları yaptı. Öğrencileri arasında Server Tanilli ve Yaşar Nuri Öztürk gibi isimler vardı.

Solun sağa hediyesi

1960'lı yıllarda Cemil Meriç, Hind edebiyatına merak saldı; bu onun Doğu'yu keşfetmesini sağladı. Aynı yıllarda Antakya'da İngilizce öğretmenliği yapan Lamia Çataloğlu'yla aralarında mektupla başlayan platonik bir aşk doğdu.

Sadece mektup yazmadı kuşkusuz. "Dönem", "Çağrı", "Hisar" adlı dergilere de makaleler yazdı. 1967 yılında, "Saint-Simon İlk Sosyolog, İlk Sosyalist" adlı kitabını çıkardı. Bunu, "Sosyalizm ve Sosyoloji Tarihinde Pierre Joseph Proudhon" adlı eseri takip etti.

Ne yazık ki bu kitapları Türkiye solu tartışmadı bile; yok saydı.

Görülmemek, fark edilmemek Cemil Meriç'i kırdı, öfkelendirdi. Sadece birkaç yakın dostu vardı solcu. Bunlardan biri de 1971'de Nurhak Dağları'ndan öldürülen Sinan Cemgil'in anne-babası; Nazife-Adnan Cemgil'di.

Adnan Cemgil, yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi'ne katılmasını teklif etti.

"Girmem, çünkü benim yerim kütüphane. Ben ışık arayan, aydınlanmak, aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum."

Yaşadığı toprakların kültürüne sahip çıkan, Batı'nın tabularını yıkmayı uğraş edinen Cemil Meriç'i solun efendileri kabul etmedi ve onu, "altın tepsi" içinde sağcılara sundular. Güya, "Pınar", "Köprü", "Gerçek" gibi sağcı dergilerde yazmasına muhaliftiler! Asıl kızdıkları, Türk aydınına yönelik halktan koptuğu tespitleriydi.

Sağa gitmeye mecbur edildi Cemil Meriç: "Sol diyalogdan kaçıyor, küskün: (Sağcı) Ötüken'ın bastığı kitap okunmazmış. Peki, siz basın. Cevap yok. Bu çemberi kırmak mümkün değil. Sol, sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. İhanet etmişiz, Neye ve kime?"

Sağ basın Cemil Meriç'e çok ilgi/hürmet gösterdi. Fakat gazetecilik refleksiyle Cemil Meriç'e sürekli sosyalizmden döndüğünü söyletmeye çalıştı. Hep direndi. "Sosyalizmi; içtimai haksızlıkların sona ermesi, liyakatin yerini bulması, acı çekenlerin gözyaşlarını dindirmek suretinde anlarsak sosyalistim."

1970'li yıllarda çıkardığı, "Bu Ülke", "Ümrandan Uygarlığa", "Mağaradakiler", "Bir Dünyanın Eşiğinde" adlı kitaplarını genellikle sağcı gençler okudu. Milli Kültür Vakfı'nın ödüllerini kazandı.

Hep sosyalist kaldı

Buna rağmen, "sosyalizm" kelimesinden korkanları yobaz olarak niteledi: "Yobazlık kelimelerden korkmaktır. Sosyalizm, insanın insanı istismar etmemesi, emeğin değerlendirilmesi, emeğin eserine göre mükáfatlandırılmasıdır. Elbette kendimize has sosyalizm olacak. Milli hasletlerimizle çelişmeyen bir düzen. En kötü şey riyakárlıktır. Sosyalizm ıstırabın çığlığıdır."

Cemil Meriç sağa "kendi Marx"ını öğretmek istedi hep:

"Marx, vatan-millet realitesini inkár etmez; 'İşçi sınıfının vatanı yoktur' der sadece. Nasıl sermaye milletlerarası ise emek de milletlerarasıdır der.

Marx, 'Din afyondur' derken Katolik kilisesini kasteder. Hakikaten Katolik kilisesi tam bir afyondur.

Burjuvazi akılla kiliseyi devirdi. Fakat sonra karşısına işçi sınıfı çıkınca hemen müdafaaya geçip dine sarıldı ve orta çağ karanlığına döndü

Ve ister istemez milli komünizm doğacaktır."

Kitaplarını, makalelerini kim yayımlayacaksa, ayrım gözetmeksizin, sağ-sol demeden onlara verdi. Çünkü o kimseye göre yazmamıştı; bu nedenledir ki, Komünizmle Mücadele Derneği'nin dergisinde Názım Hikmet'e övgüler düzmekten geri durmadı. Yaşamı boyunca Kemal Tahir'le, Attila İlhan'la düşünce yoldaşlığı yaptı. Bülent Ecevit'e okuması için Marx'ın "Kapital"ini gönderdi.

İslam'da şeyh yoktur

Tarikatlar-cemaatler de Cemil Meriç'in ilgi alanıydı:

"Said-i Nursi'nin bir hutbesi var, çok enteresan: Yanlış anlaşılır diye korkuyorum. Adam sosyalizme açık. Nurcular ve sosyalistler birbirini tanımalıdırlar. Türkiye'nin kurtuluşu buna bağlı. Ben şimdi bunu yapmaya çalışıyorum. Fakat bu fert işi değil. Nurcular sosyalistleri, sosyalistler de Nurcuları okumuyor. Zaten sağ kendi dışında hiçbir şey okumuyor; çok garip bir hál bu."

(Ara not: Yeni Asyacı Mehmet Kutlular ile Aydınlıkçı Doğu Perinçek ittifak yapabilir mi? Gerçi sol liberallerle Fethullah Gülen cemaati birleşti bile!)

Cemil Meriç'e göre, insan olarak hataları olmakla birlikte, Marx ile Said-i Nursi arasında hiçbir fark yoktu.

"Nurculuk bir tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın, Batı'ya karşı Doğu'nun isyanı. Her risale bir çığlık. Said-i Nursi bir kavga adamı."

Ancak diğer yandan, "Mutlak hakikati hiç kimse bütünüyle kucaklayamaz" diyen Cemil Meriç, "Said-i Nursi 1930'larda haklıydı ama artık günümüzde değil" diyecek kadar da gerçekçiydi. Said-i Nursi'ye "şeyh" diyenlere de kızgındı: "Hazreti Peygamber bu alim, bu arif diye ayrım yapmış mı? Şeyhlik var mı İslam'da?"

Nurettin Topçu ve Hareket Dergisi gibi onun da baş davası ahlaktı.

Psikolojisi çok bozuldu

Cemil Meriç 1980'li yıllarda da yazmaya devam etti: "Kırk Ambar", "Bir Facianın Hikáyesi", "Işık Doğudan Gelir" vs.

12 Eylül 1980 askeri darbesiyle fikri bunalım yaşayan milliyetçi-muhafazakár çevreler, Cemil Meriç'in yıldızını çok parlattı. Kitapları elden ele dolaştı.

Bu çevrelere göre, Batı kültüründen arınıp Müslüman-Türk özüne geri dönüş yapan kazanılmış bir aydındı o! Kimse sosyalist kimliği hatırlamak istemiyordu!

1983 yılında eşi Fevziye Hanım'ı kaybetti. Bir yıl sonra beyin kanaması geçirdi ve sol tarafına felç geldi. Bu zor günlerinde platonik aşkı Lamia Çataloğlu, haftada iki kez koltuğunun altındaki Cumhuriyet Gazetesi'yle gelip Cemil Meriç'e sevdiği bulgurlu yemekleri yaptı.

Ancak gün geçtikçe psikolojisi bozuldu; kimsenin anlayamadığı sözcükler söylüyordu. Bazen "Allah Allah Allah" ya da "Muhammed sevgilim" diye bağırdığı oluyordu. Ruh sağlığı bozulmuştu. Nörolojik bir tedavi uygulamasına geçildi. Çare olmadı. 13 Haziran 1987 günü gece yarısı vefat etti. Karacaahmet'te eşi Fevziye Hanım'ın yanına defnedildi.
 
Orhan Veli Kanık Ölümü

Orhan Veli, Yaprak'ın kapanmasının ardından İstanbul'a geri döndü. Aynı yılın Kasım ayında bir haftalığına geldiği Ankara'da belediyenin kazdığı bir çukura düştü ve başından hafifçe yaralandı.[46] İki gün sonra İstanbul'a döndü. 14 Kasım günü bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçiren şair hastaneye kaldırıldı. Beyinde damar çatlaması yüzünden başlayan rahatsızlığın sebebi doktor tarafından anlaşılamadı ve Kanık'a alkol zehirlenmesine karşı tedavi uygulandı.[47][VI] Aynı akşam sekizde komaya giren şair gece 23:20'de komadan çıkamayarak Cerrahpaşa Hastanesi'nde hayata veda etti.

Lisedeki edebiyat hocası Ahmet Hamdi Tanpınar, Kanık'ı hastanede ziyaret etme fırsatı buldu ve bu olayı şöyle anlattı:

“ Daha orta mektebin birinci sınıfında talebem olan Orhan'ı Cerrahpaşa Hastanesi'nde son defa oksijen çadırının altında yarı çıplak, güçlükle nefes alır ve o kadar güzel hayallerin yakaladığı dünyamızı yalnız akı görünen gözlerinden boşanırken gördüğüm günü hiçbir zaman unutamam. Şiirimize tatlı anlaşmazlığı ve lezzeti getiren zeka, kendisi olmaktan çıkmıştı.[48]
 
BİR RAMAZAN HATIRASI
Necip Fazıl Kısakürek

Çocuktum. 6-7 yaşlarında var yoktum. Bir Ramazan günüydü. Çemberlitaşta oturduğumuz büyük Konaktan sokağa çıktım. İleride, bir sehpaya oturttuğu tablasından çoluk çocuğa şeker meker satan birini gördüm. 10 para mı, 20 para mı, ne verdiğimi hatırlayamadığım bir horoz şekeri satın aldım. Şekeri eme eme Konağa dönmek üzereydim ki, üzerime hamal kılıklı bir adam çullandı. Yarı ciddi, yarı şakacı bir edâ ile haykırdı:

-Şu bacaksıza da bak! Sokakta, elâlemin karşısında yiyor!

Ödüm patlamıştı sanki... Şekeri yere attım ve evime doğru koşmaya başladım.

Adam beni kapıya kadar kovaladı. Konağın açık kapısını bu herifin suratına çarparcasına kapatıncaya kadar adeta baygınlık geçirdim.

Şimdi, masum çocuklara değil, Ramazan günü açıkça ve iftihar edercesine sigaralarını tüttüren her vasıf dışı insanlara o hamal kılığı içindeki saffet ve hassasiyetle hitap etmek istiyorum:

-Günahınızı niçin Allahla aranızda bırakmıyor ve sanki onun reklâmını yaparcasına, zedelediğiniz Allah hakkına kul hakkını da ekliyorsunuz? Eskiden Ermenisi, Rumu, Yahudisi bu kul hakkına tecavüz etmemek için Ramazanlarda müslümanların karşısında oruca aykırı bir harekette bulunmazlardı. Düşünün, sizin derekeniz ne olmalı!

Hamalın kovaladığı çocuk bugün 75 yaşında ama, kovalayanın soyundan kimse kalmadı.

21 Temmuz 1980
 
nil_92' Alıntı:
Orhan Veli Kanık Ölümü

Orhan Veli, Yaprak'ın kapanmasının ardından İstanbul'a geri döndü. Aynı yılın Kasım ayında bir haftalığına geldiği Ankara'da belediyenin kazdığı bir çukura düştü ve başından hafifçe yaralandı.[46] İki gün sonra İstanbul'a döndü. 14 Kasım günü bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçiren şair hastaneye kaldırıldı. Beyinde damar çatlaması yüzünden başlayan rahatsızlığın sebebi doktor tarafından anlaşılamadı ve Kanık'a alkol zehirlenmesine karşı tedavi uygulandı.[47][VI] Aynı akşam sekizde komaya giren şair gece 23:20'de komadan çıkamayarak Cerrahpaşa Hastanesi'nde hayata veda etti.

Lisedeki edebiyat hocası Ahmet Hamdi Tanpınar, Kanık'ı hastanede ziyaret etme fırsatı buldu ve bu olayı şöyle anlattı:

“ Daha orta mektebin birinci sınıfında talebem olan Orhan'ı Cerrahpaşa Hastanesi'nde son defa oksijen çadırının altında yarı çıplak, güçlükle nefes alır ve o kadar güzel hayallerin yakaladığı dünyamızı yalnız akı görünen gözlerinden boşanırken gördüğüm günü hiçbir zaman unutamam. Şiirimize tatlı anlaşmazlığı ve lezzeti getiren zeka, kendisi olmaktan çıkmıştı.[48]


Dün akşam Passaparola adlı yarışmada Orhan Veli'nin nasıl öldüğünü söylemişlerdi ama senin paylaştıgın yazıda daha derin bilgiler vardı teşekkürler ;)
 
bende orda duydumda paylaşım dedim:)
beğenmene sevindim cnm :) gerçekten necip fazıl farkı :)
 
Yakup Kadri'den Ahmet Haşim ile ilgili bir anı

O,otuzuna yaklaşmış bir adamken,hayat, henüz onun için açılmamış bir sırdı ve mizacı son derece ateşli ateşli olmakla beraber,söyleyebilirim ki ,henüz, tam manasıyla cinsi münasebetlere alışmış değildi.Her görgüğü kadına aşık oluyordu. fakat bu aşkların çoğundan maşukların0 haberi bile olmuyordu.

Bu meyanda, İzmir'de İtalyan bir kızınagönül vermişti.Bize ondan mukaddes ve erişilmez bir şey gibi bahseder dururdu ve bu genç matmezel hemen hergün muhitimizde bulunmakla beraber (çünki hep bir oteldeydik) ona ne bir kelime söyleyebilmiş hatta, nede dikkatle yüzüne bakabilmişti. Tanıdklarımızdan bir madam kendisini güzel İtalyana takdim edeceği gün,Haşim,ortadan kayboldu. Sonra gene kızn etrafında dolaşmaya başladı.


Teselli kabul etmez derecede bedbahttı.. Bir akşam arkadaşları ,ona, zalimce bir oyun oynadılar.Bunlar arqasındamaat-teessüf(esfle) bende vardım. İzmir'in gayet yakışıklı ve zengin bir çiftlik beyi gibi görünen bir genci,Haşim'in sevgilisini çiftliğe kaçırmaya karar vermiş ve bu kararını o akşam yapmak üzere idi. Zavallı Haşim bunu ,işitir işitmez, adeta kendinden geçecek derecede telaşa düştü.Benzi attı ve soluğu bu bahtiyar aşkın yanında aldı:

-Sahi kızı kaçıracak mısınız? diye soruyordu.

Oyunun başlıca kahramanlarından olan genç adam, kendisinbe verilen bu şarkkari(şarklı,doğulu) Don Juan rolünü mükemmel bir surette ifa ediyordu.Bir taraftan böyle bir şey olmadığını söylüyor, öbür taraftan telaşlı heyacanlı gözükmesini biliyordu. Bu oynu oynamak için intihap(seçme ,sçilme) ettiğimiz gece de tuhaf bir geceydi. Dışarıda müthiş bir fırtına vardı.şimşekler çakıyordu. Hepimiz Karşıyaka Klubü'ndeyiz.İtalyan kızı kaçıracak olan delikanlı, ikide bir yanımızdan ayrılıyor,camın arkasından dışarıyı gözetliyor,sonra sinirli bir tavırla:

-Daha gelmediler,vay canına...

diye söyleniyordu.Haşim helacanlı helecanlı sordu:

-Kim bunlar?Kimler gelecek?

Don Juan sanki ağzından kaçırıvermişçesine:

-Adamlarım adamlarım...bu saate kadar atları hazır edecekler ve bana ıslıkla işaret vereceklerdi.

Haşim'in artık hiç şüphesi kalmadı. Bana eğilip dediki

-Mon cher,acaba gidip ailesine haber versek mi?

Benim bir kahkaham bütün komedyayı bozdu.Haşim bu meselenin bir ıyundan ibaret olduğunu anladı ve o günden sonraaramızdan kaybolup gitti.

(Ahmet Haşim Monografi / sayfa 16)
 
Geri
Üst