K
korsan
Kullanıcı
Sanatın yüreğinde bir çocuk vardır. O çocuk dışarıdaki yetişkinle sürekli kavga eder ve birbirlerine bir şeyler öğretirler.Sanatın yüreğindeki çocuk, sevgiyi, erdemliliği ve estetiğin büyüsünü sever. Yetişkinin dünyası ise çoğu kez zalimdir; estetiği de, duyguları da boğar ve oyunu hep kuralına göre oynar.
Sanatın yüreğindeki çocuk uçarıdır ve kural tanımaz; yetişkini anlar ve onun ruhunu yitiren evrenine ağlar...
Sanatın yüreğindeki çocuk, bazen yetişkinin zalim, bencil ve duygusuz dünyasındaki erdemsizliklerden de damıtıp önerir erdemlerini. O yetişkin, bazen ülke yöneten bir politikacı, bazen bir tüccar, bir subay ya da kim bilir, belki kendi gerçeğinin acımasız yasalarına kilitli bir fahişedir. İşte, bunların hiçbiri sanatın yüreğindeki çocuğa uzak değildir de, onlar, sanata ve yüreğindeki çocuğa çoğu kez uzaktırlar...
“Yaşamı boyunca çocuk kalmak, insan huy ve davranışları içinde bana her zaman en sevimli geleni olmuştur. Nedir peki bu çocukluk dönemi dediğimiz dönemin özelliği? Oyuna, aldatmacaya karşı duyulan sevgi... Mutluluğa duyulan sevgi kadar büyük bir sevgidir bu. Çocuklar büyüklerin onları aldatmasından hoşlanırlar. Büyüklere gelince, onlar da kendi kendilerini aldatmaktan hoşlanırlar; bir dal parçasını bacaklarının arasına geçiren çocuk, artık kendi bacakları üzerinde koşmakta olduğuna değil, durduğu yerde duramaz, ateşli bir küheylanın üzerinde dörtnala uçmakta olduğuna inanır ve sizin, çocuğun gerçekten atın üzerinde olduğuna inanıyormuşsunuz gibi yapmanız ona yetmez; yapacağınız şey üzerinize dörtnala gelen müthiş bir atın altında ezilmekten kurtulmaya çalışır gibi kendinizi çabucak kenara atmaktır. İnsanları aldatmaya karşı duyulan bu çocukluk sevgisi, pek az ayrıksı durum dışında yaşamı boyunca hiç bırakmaz kişiyi...” der Plehanov.
Siyasi otoriteler de sanata ve sanatçının yüreğindeki çocuğa hep zalim ve pervasız davranmışlardır; bunun örnekleri sayısızdır. Victor Jara’nın gitar çalan parmaklarının kesilmesinden, Lorca’nın İspanya iç savaşında kurşuna dizilmesine, Nazilerin Brecht’in kitaplarını meydanlarda yakmasından, Pir Sultan’ın infazı ve Nâzım’ın sürgünlüğüne, hatta ilgisiz gibi görünse de Mayakovski veya V. Gogh’un intiharlarında bile, bir kerte de olsa siyasi iktidar sorumsuzluğu aramak gerekir.
Siyasi iktidarlar, insanlık tarihi boyunca sanatın gizemli büyüsünden hep ürkmüşlerdir. Çünkü sömürünün, savaşların, köle pazarlarının, bankaların, senetlerin, çek defterlerinin, holdinglerin, galeri komisyonlarının, müzayedelerin, KDV’lerin, vb. gibi nice sistem sacayaklarının icadında sanatçılar, yüreklerindeki çocukla birlikte masumdurlar; onların bu vahşi gerçekliğin oluşumunda hiçbir payları ve suçları katkıları yoktur.
Nice savaşın ardından milyonlarca ecelsiz ölümün artığı dünyamızda, hiçbir savaş kararını bir sanatçının verdiği görülmemiştir. Ama siyasi iktidarlar ve savaş kararlarının yazıcıları, insanlık tarihi boyunca sanatçılarla savaşmaktan ve uzlaşmadıklarında her koşulda onları yargılamaktan, yok etmekten caymamışlardır...
Siyasi iktidarlar sanata ve yüreğindeki çocuğa zalim davransalar da, sanatçı yüreğindeki çocuğa özenle bakar. Ama bir gün sanatçının yüreğindeki çocuk da büyürse eğer, yetişkinin o zalim ve ruhsuz evreninin yolunu tutar; böylelikle bir sanatçı yüreği olmaktan çıkar.
“Çocuklar ve Adresler” adlı kitabımda, çocukların büyümeleri hakkında şöyle yazmıştım:
“Çocuklar büyüdükçe kırgınlıkları da onlarla birlikte büyür. İkiyüzlülükleri de onlarla birlikte büyür. Büyümek ise, çok şey değil, yeryüzünün ve hayatın bütün kötülüklerine cömertçe bir kahkaha savurabilmeyi daha iyi becerebilmektir sadece...”
Ama sanatçıların kahkahaları, gereği kadar cömert de değildir kanımca; onlar, üretmeleri için kendilerine çokça gereken bir yalnızlık zırhında yeryüzünün ve hayatın acılarını üstlenir ve üleşirler; bu da olsa olsa mutsuzlukla özdeşleşmektir.
Örneğin yazmak; İlhan Berk, kendisiyle yapılan bir söyleşide: “Bana bu yeryüzünü cehennem eden yazmak eylemi...” diye söze girer.
Sanatsal üretim ise, bu mutsuz olma durumuna bir manifestodur. Hem niçin mutsuz olunmasın ki? “Sanata ve çocuğa bu kadar zalim davranmış bir dünyada, sanatçısını döve döve öldürmüş, çocuklarını elleriyle asmış bir dünyada, sanatı ve çocukluğu gerçekleştiren o zarif duyarlığa, o düşünsel, duygusal duyarlığa büyük yer var mı?
Aşkta da, inançta da, sevinçte de, sevgide de kolayca kaçılan bir dünyada sanattaki çocukluk ve çocukluktaki sanat şehvetin, bireyciliğin, bilgisizliğin, kasabalığın, çokbilmişliğin, bencilliğin süngüsünü yemiştir; artık bu dünyada çocuklara yer yok. Sanat şemacılığın, tüccarların, çocuklar köprüaltlarının eline düştü!”
Sanatın yüreğindeki çocuk, kendi evreninde dinginken, dış dünyanın katı gerçekliğinden onuru ve yüreği incinmeden nasıl kurtulacaktır?Makyavelist politikacılardan, sanat tacirlerin den, kitap yakan subaylardan, sorgu memurlarından, insanın sınırsızca düşünme ve ifade özgürlüğünü yasalarla yaptırım altına alanlardan, sanatsal üretimin saçaklarında kümelenmiş lumpenlerden, ekonomik ve sosyal kuşatmalardan, sanat yapıtının bilgisiz ve saygısız kimi tüketicilerinden, tecimselliğin ve popülizmin pençesine düşmüş işgüzar editörlerden, sanat yapıtını bir meta olarak algılayan kimi ajans ve şirket yöneticilerinden, sansür kurullarından ve benzerlerinden nasıl, nasıl korunup kurtulacaktır?
Varsayalım ki korundu bütün bunlardan; ya o futbol maçlarından dönen on binlerin ağızlarına köpük düşüren fanatizmin küfürlerden, yollardaki balgamlardan, “yavrum benim”lerden, arabesk kederlerden ve kanın oluk oluk aktığı bir dünyada hiç dinmeyen yürek örselenmelerin den nasıl, nasıl korunup kurtulacaktır?
2000’li yıllarda sanatın yüreğindeki çocuğun ipe çekilmesinde katkıda bulunanlar ve sanatın kendini gerçekleştirebilmesinin önündeki yüzlerce engelin bütün özneleri, bu ruhunu yitiren dünyada hızla mevzi kaybeden, hem de metalaştırılan ve magazinleştirilen sanattaki çocukluğun ve çocukluktaki sanatın böyle onulmaz yaralar almasının hesabını nasıl verecekler?
“...Pamuk yüzlü köylü kadınlarını anlatan ressamlar, yalnızlığın sevincini yücelten şairler, geçmişin yıkıntılarını elden kaçırılmış ve yeniden yaşanılması gereken değerler olarak gösteren düşünürler, umutsuzluğu yaşamın en belirleyici kategorisi yapmaya çalışan şarkıcılar, en olmadık sorunları en büyük sorunlar gibi işlemeye çalışan eleştirmenler, yeteneksiz insanı yazar yapan yayıncılar, şehveti yaşamın tek anlamı gibi göstermeye çalışan ve yaşadığı kepazelikleri yakası açılmadık sahnelerle bize yeniden yaşatmaya çalışan romancılar, feleğin çemberinden geçmiş felsefe profesörleri, bastığı yerde ot bitmeyen siyaset adamları... Hepsi... Hepsi sanatın ve sanatin yüreğindeki çocuğun ipe çekilmesine katkıda bulundular!”
Ancak, yüreğimde orta şiddette bir depremle inandığım şu ki, insanın yüceliğini, zarafeti ve barışı öneren sanat, şu hızla kirlenen dünyada süren karmaşada hâlâ en saygın sığınak olarak duruyor...
Anlaşılan, bu dünya, çocukluktaki sanatı ve sanattaki çocukluğu onlar ölünceye dek korumamakta ve korumasız bırakmakta diretecek. Bu yüzden yitirilenlerin ruhları Kafka’dan Puşkin’e, Pavese’den Nâzım’a bütün yetişkinlerden davacı şimdi!
Yalnız ölenler mi? Ölmeye yakın dura dura hâlâ çocuk kalmakta diretenler de... Yani bizler de... Bizler de!
YILMAZ ODABAŞI!
Sanatın yüreğindeki çocuk uçarıdır ve kural tanımaz; yetişkini anlar ve onun ruhunu yitiren evrenine ağlar...
Sanatın yüreğindeki çocuk, bazen yetişkinin zalim, bencil ve duygusuz dünyasındaki erdemsizliklerden de damıtıp önerir erdemlerini. O yetişkin, bazen ülke yöneten bir politikacı, bazen bir tüccar, bir subay ya da kim bilir, belki kendi gerçeğinin acımasız yasalarına kilitli bir fahişedir. İşte, bunların hiçbiri sanatın yüreğindeki çocuğa uzak değildir de, onlar, sanata ve yüreğindeki çocuğa çoğu kez uzaktırlar...
“Yaşamı boyunca çocuk kalmak, insan huy ve davranışları içinde bana her zaman en sevimli geleni olmuştur. Nedir peki bu çocukluk dönemi dediğimiz dönemin özelliği? Oyuna, aldatmacaya karşı duyulan sevgi... Mutluluğa duyulan sevgi kadar büyük bir sevgidir bu. Çocuklar büyüklerin onları aldatmasından hoşlanırlar. Büyüklere gelince, onlar da kendi kendilerini aldatmaktan hoşlanırlar; bir dal parçasını bacaklarının arasına geçiren çocuk, artık kendi bacakları üzerinde koşmakta olduğuna değil, durduğu yerde duramaz, ateşli bir küheylanın üzerinde dörtnala uçmakta olduğuna inanır ve sizin, çocuğun gerçekten atın üzerinde olduğuna inanıyormuşsunuz gibi yapmanız ona yetmez; yapacağınız şey üzerinize dörtnala gelen müthiş bir atın altında ezilmekten kurtulmaya çalışır gibi kendinizi çabucak kenara atmaktır. İnsanları aldatmaya karşı duyulan bu çocukluk sevgisi, pek az ayrıksı durum dışında yaşamı boyunca hiç bırakmaz kişiyi...” der Plehanov.
Siyasi otoriteler de sanata ve sanatçının yüreğindeki çocuğa hep zalim ve pervasız davranmışlardır; bunun örnekleri sayısızdır. Victor Jara’nın gitar çalan parmaklarının kesilmesinden, Lorca’nın İspanya iç savaşında kurşuna dizilmesine, Nazilerin Brecht’in kitaplarını meydanlarda yakmasından, Pir Sultan’ın infazı ve Nâzım’ın sürgünlüğüne, hatta ilgisiz gibi görünse de Mayakovski veya V. Gogh’un intiharlarında bile, bir kerte de olsa siyasi iktidar sorumsuzluğu aramak gerekir.
Siyasi iktidarlar, insanlık tarihi boyunca sanatın gizemli büyüsünden hep ürkmüşlerdir. Çünkü sömürünün, savaşların, köle pazarlarının, bankaların, senetlerin, çek defterlerinin, holdinglerin, galeri komisyonlarının, müzayedelerin, KDV’lerin, vb. gibi nice sistem sacayaklarının icadında sanatçılar, yüreklerindeki çocukla birlikte masumdurlar; onların bu vahşi gerçekliğin oluşumunda hiçbir payları ve suçları katkıları yoktur.
Nice savaşın ardından milyonlarca ecelsiz ölümün artığı dünyamızda, hiçbir savaş kararını bir sanatçının verdiği görülmemiştir. Ama siyasi iktidarlar ve savaş kararlarının yazıcıları, insanlık tarihi boyunca sanatçılarla savaşmaktan ve uzlaşmadıklarında her koşulda onları yargılamaktan, yok etmekten caymamışlardır...
Siyasi iktidarlar sanata ve yüreğindeki çocuğa zalim davransalar da, sanatçı yüreğindeki çocuğa özenle bakar. Ama bir gün sanatçının yüreğindeki çocuk da büyürse eğer, yetişkinin o zalim ve ruhsuz evreninin yolunu tutar; böylelikle bir sanatçı yüreği olmaktan çıkar.
“Çocuklar ve Adresler” adlı kitabımda, çocukların büyümeleri hakkında şöyle yazmıştım:
“Çocuklar büyüdükçe kırgınlıkları da onlarla birlikte büyür. İkiyüzlülükleri de onlarla birlikte büyür. Büyümek ise, çok şey değil, yeryüzünün ve hayatın bütün kötülüklerine cömertçe bir kahkaha savurabilmeyi daha iyi becerebilmektir sadece...”
Ama sanatçıların kahkahaları, gereği kadar cömert de değildir kanımca; onlar, üretmeleri için kendilerine çokça gereken bir yalnızlık zırhında yeryüzünün ve hayatın acılarını üstlenir ve üleşirler; bu da olsa olsa mutsuzlukla özdeşleşmektir.
Örneğin yazmak; İlhan Berk, kendisiyle yapılan bir söyleşide: “Bana bu yeryüzünü cehennem eden yazmak eylemi...” diye söze girer.
Sanatsal üretim ise, bu mutsuz olma durumuna bir manifestodur. Hem niçin mutsuz olunmasın ki? “Sanata ve çocuğa bu kadar zalim davranmış bir dünyada, sanatçısını döve döve öldürmüş, çocuklarını elleriyle asmış bir dünyada, sanatı ve çocukluğu gerçekleştiren o zarif duyarlığa, o düşünsel, duygusal duyarlığa büyük yer var mı?
Aşkta da, inançta da, sevinçte de, sevgide de kolayca kaçılan bir dünyada sanattaki çocukluk ve çocukluktaki sanat şehvetin, bireyciliğin, bilgisizliğin, kasabalığın, çokbilmişliğin, bencilliğin süngüsünü yemiştir; artık bu dünyada çocuklara yer yok. Sanat şemacılığın, tüccarların, çocuklar köprüaltlarının eline düştü!”
Sanatın yüreğindeki çocuk, kendi evreninde dinginken, dış dünyanın katı gerçekliğinden onuru ve yüreği incinmeden nasıl kurtulacaktır?Makyavelist politikacılardan, sanat tacirlerin den, kitap yakan subaylardan, sorgu memurlarından, insanın sınırsızca düşünme ve ifade özgürlüğünü yasalarla yaptırım altına alanlardan, sanatsal üretimin saçaklarında kümelenmiş lumpenlerden, ekonomik ve sosyal kuşatmalardan, sanat yapıtının bilgisiz ve saygısız kimi tüketicilerinden, tecimselliğin ve popülizmin pençesine düşmüş işgüzar editörlerden, sanat yapıtını bir meta olarak algılayan kimi ajans ve şirket yöneticilerinden, sansür kurullarından ve benzerlerinden nasıl, nasıl korunup kurtulacaktır?
Varsayalım ki korundu bütün bunlardan; ya o futbol maçlarından dönen on binlerin ağızlarına köpük düşüren fanatizmin küfürlerden, yollardaki balgamlardan, “yavrum benim”lerden, arabesk kederlerden ve kanın oluk oluk aktığı bir dünyada hiç dinmeyen yürek örselenmelerin den nasıl, nasıl korunup kurtulacaktır?
2000’li yıllarda sanatın yüreğindeki çocuğun ipe çekilmesinde katkıda bulunanlar ve sanatın kendini gerçekleştirebilmesinin önündeki yüzlerce engelin bütün özneleri, bu ruhunu yitiren dünyada hızla mevzi kaybeden, hem de metalaştırılan ve magazinleştirilen sanattaki çocukluğun ve çocukluktaki sanatın böyle onulmaz yaralar almasının hesabını nasıl verecekler?
“...Pamuk yüzlü köylü kadınlarını anlatan ressamlar, yalnızlığın sevincini yücelten şairler, geçmişin yıkıntılarını elden kaçırılmış ve yeniden yaşanılması gereken değerler olarak gösteren düşünürler, umutsuzluğu yaşamın en belirleyici kategorisi yapmaya çalışan şarkıcılar, en olmadık sorunları en büyük sorunlar gibi işlemeye çalışan eleştirmenler, yeteneksiz insanı yazar yapan yayıncılar, şehveti yaşamın tek anlamı gibi göstermeye çalışan ve yaşadığı kepazelikleri yakası açılmadık sahnelerle bize yeniden yaşatmaya çalışan romancılar, feleğin çemberinden geçmiş felsefe profesörleri, bastığı yerde ot bitmeyen siyaset adamları... Hepsi... Hepsi sanatın ve sanatin yüreğindeki çocuğun ipe çekilmesine katkıda bulundular!”
Ancak, yüreğimde orta şiddette bir depremle inandığım şu ki, insanın yüceliğini, zarafeti ve barışı öneren sanat, şu hızla kirlenen dünyada süren karmaşada hâlâ en saygın sığınak olarak duruyor...
Anlaşılan, bu dünya, çocukluktaki sanatı ve sanattaki çocukluğu onlar ölünceye dek korumamakta ve korumasız bırakmakta diretecek. Bu yüzden yitirilenlerin ruhları Kafka’dan Puşkin’e, Pavese’den Nâzım’a bütün yetişkinlerden davacı şimdi!
Yalnız ölenler mi? Ölmeye yakın dura dura hâlâ çocuk kalmakta diretenler de... Yani bizler de... Bizler de!
YILMAZ ODABAŞI!