K
korsan
Kullanıcı
Bugün biraz hüzünler sokağında gibiyim. Bariz bir iz var yürüdüğüm sokaklarda... Takip ediyorum ister istemez o izleri... Yürüdükçe kilometreler kesmiyor beni adeta... Her bir adımda farklı şeyler geliyor aklıma... Rüzgar arada bir esip geçse de kafamdakileri alıp götürse diyorum bazen...
Olmuyor dedikçe içim içimi yiyor. Tıpkı masa başında oturan bir yazarın, lamba ışığı altında; beyaz sayfalara düşüncelerini döküp harmanlaması gibi... Her defasında olmuyor deyip, kağıdı kırıştırdıktan sonra atması gibi... Arada stres atmak için yuvarladığı kağıtları masanın yakınındaki çöp kutusuna basket atması gibi... Gibi de gibi...
Yazılan satırlarda aranan kusurlar can sıkıcı olunca istenen eserler de elde edilemiyor haliyle... Bakıldığında saçma gibi geliyor belki... Bazen o kadar bencil davranıyoruz ki anlatılamaz bir hal alıyor yaptıklarımız.. Yani lafın özü kusur arama konusunda bayağı bir usta olmuşuz...
Örneklendirmem gerekir belki olayı daha sade anlatmam için... Öbür türlü katkı maddesi eklemek gibi birşey oluyor. Atıyorum beyaz bir kağıt alıyoruz elimize... Bakıyoruz ilk başta herşey normal... Sonra tam ortasına kurşun kalemle bir nokta koyuyoruz ve herhangi bir kişiye gösteriyoruz. Bakan kişi dikkatli gözlemlediğinde sayfanın beyaz bölümünü değil de; ortasındaki siyah noktayı gördüğünü söylüyor. İşte tam burada o kişinin kusur arama güdüleri devreye giriyor. Beyaz sayfanın ortasında yer alan siyah noktayı kusur olarak gördüğünü söylemiyor ama gözü ilk olarak onu görüyor.
Peki niye? Beyaz perşümenin hakkını vermek neden bu kadar zor? O zaman şunu sorayım size: kusursuzluk diye birşey var mıdır? Saçma! Bence kusursuz insan da yoktur; varlık da...
Olayı yazarın yaşadıkları ile bağlantı kurmak istediğimizde şunu söylemek daha mantıklıdır diye düşünüyorum: beyaz sayfada bile siyah noktayı görebilen herhangi biri olabiliyorsa; yazılarını özenle yazan bir yazar için kusur aramaması mümkün olabilir mi? Tabi ki yazılan kelime birliklerinden oluşan cümle orduları insanlara değişik duygular yaşatır. Fakat yazarın hissettikleri daha önemli... Çünkü gerçekten yaşanmış olayları yansıtıyor. Siyah noktanın beyaz sayfada itici bir görüntü olması örneği çok daha farklı birşey ama bağlantı kurulamaz diye birşey yok. Kısaca önce tanımak, sonra yargılamak yerinde bir çözüm... Bu ancak yazarken ya da konuşurken iki kere düşünme yetisi ile geçerli olabiliyor. Bu yüzden de akıl süzgecinden her zaman nasibimizi almalıyız. Aksi halde istemeden kırıcı olabiliriz.
Kelimelerin belki kalbi ya da duyguları olmayabilir. Fakat onlara insanları kırmadan ya da dökmeden anlam kazandırmak çok da zor değil... Yaşanılarak ya da heyecanlanılarak yazılan her yazı okuyucuya mutlaka pozitif yönde yansır. Yansımasa bile olumlu ya da olumsuz mutlaka tepki gelir.
Peki "Hayatta en hakiki mürsit ilimdir" diyen ulu önder Atatürk, bu cümleyi dile getirirken ne demek istedi hiç düşündünüz mü? Kimilerine göre önceden söylenmiş basit bir cümle gibidir fakat durum hiç de sanıldığı gibi değildir. Şunu söylemek isterim ki: kesin bilgi olmadan, araştırmadan ya da bilmeden konuşmak doğru bir davranış biçimi de değildir. Dolayısıyla önyargı en büyük düşmandır. Bu yüzden en garanti yol ilim bilmektir. Bilmesek de bir bilene danışmaktır. Bin bilsek bile bir bilenle fikir alışverişinde bulunabiliyorsak ne mutlu bize...
Belki akıl akıldan da üstün olabilir ama garanti çözümler varken şansa bağlı bilgilerden uzak duralım. Aksi halde gülünç durumlara düşmemiz kaçınılmazdır.
Aklımıza mukayyet olmamız dileğiyle...
Alıntıdır
Olmuyor dedikçe içim içimi yiyor. Tıpkı masa başında oturan bir yazarın, lamba ışığı altında; beyaz sayfalara düşüncelerini döküp harmanlaması gibi... Her defasında olmuyor deyip, kağıdı kırıştırdıktan sonra atması gibi... Arada stres atmak için yuvarladığı kağıtları masanın yakınındaki çöp kutusuna basket atması gibi... Gibi de gibi...
Yazılan satırlarda aranan kusurlar can sıkıcı olunca istenen eserler de elde edilemiyor haliyle... Bakıldığında saçma gibi geliyor belki... Bazen o kadar bencil davranıyoruz ki anlatılamaz bir hal alıyor yaptıklarımız.. Yani lafın özü kusur arama konusunda bayağı bir usta olmuşuz...
Örneklendirmem gerekir belki olayı daha sade anlatmam için... Öbür türlü katkı maddesi eklemek gibi birşey oluyor. Atıyorum beyaz bir kağıt alıyoruz elimize... Bakıyoruz ilk başta herşey normal... Sonra tam ortasına kurşun kalemle bir nokta koyuyoruz ve herhangi bir kişiye gösteriyoruz. Bakan kişi dikkatli gözlemlediğinde sayfanın beyaz bölümünü değil de; ortasındaki siyah noktayı gördüğünü söylüyor. İşte tam burada o kişinin kusur arama güdüleri devreye giriyor. Beyaz sayfanın ortasında yer alan siyah noktayı kusur olarak gördüğünü söylemiyor ama gözü ilk olarak onu görüyor.
Peki niye? Beyaz perşümenin hakkını vermek neden bu kadar zor? O zaman şunu sorayım size: kusursuzluk diye birşey var mıdır? Saçma! Bence kusursuz insan da yoktur; varlık da...
Olayı yazarın yaşadıkları ile bağlantı kurmak istediğimizde şunu söylemek daha mantıklıdır diye düşünüyorum: beyaz sayfada bile siyah noktayı görebilen herhangi biri olabiliyorsa; yazılarını özenle yazan bir yazar için kusur aramaması mümkün olabilir mi? Tabi ki yazılan kelime birliklerinden oluşan cümle orduları insanlara değişik duygular yaşatır. Fakat yazarın hissettikleri daha önemli... Çünkü gerçekten yaşanmış olayları yansıtıyor. Siyah noktanın beyaz sayfada itici bir görüntü olması örneği çok daha farklı birşey ama bağlantı kurulamaz diye birşey yok. Kısaca önce tanımak, sonra yargılamak yerinde bir çözüm... Bu ancak yazarken ya da konuşurken iki kere düşünme yetisi ile geçerli olabiliyor. Bu yüzden de akıl süzgecinden her zaman nasibimizi almalıyız. Aksi halde istemeden kırıcı olabiliriz.
Kelimelerin belki kalbi ya da duyguları olmayabilir. Fakat onlara insanları kırmadan ya da dökmeden anlam kazandırmak çok da zor değil... Yaşanılarak ya da heyecanlanılarak yazılan her yazı okuyucuya mutlaka pozitif yönde yansır. Yansımasa bile olumlu ya da olumsuz mutlaka tepki gelir.
Peki "Hayatta en hakiki mürsit ilimdir" diyen ulu önder Atatürk, bu cümleyi dile getirirken ne demek istedi hiç düşündünüz mü? Kimilerine göre önceden söylenmiş basit bir cümle gibidir fakat durum hiç de sanıldığı gibi değildir. Şunu söylemek isterim ki: kesin bilgi olmadan, araştırmadan ya da bilmeden konuşmak doğru bir davranış biçimi de değildir. Dolayısıyla önyargı en büyük düşmandır. Bu yüzden en garanti yol ilim bilmektir. Bilmesek de bir bilene danışmaktır. Bin bilsek bile bir bilenle fikir alışverişinde bulunabiliyorsak ne mutlu bize...
Belki akıl akıldan da üstün olabilir ama garanti çözümler varken şansa bağlı bilgilerden uzak duralım. Aksi halde gülünç durumlara düşmemiz kaçınılmazdır.
Aklımıza mukayyet olmamız dileğiyle...
Alıntıdır