…
“Ne kötü değil mi birilerini beklemek? Ne kadar da zor durumda bırakıyor bizi. Belki çoğu zaman beklenenin haberi bile olmuyor…”
Bu sözler beni kendime getiriyor. En son bir çay bahçesinin kenarında oturmuş, başımı koluma yaslayıp hayal kuruyordum. Ne vakit daldım ben böyle? Yoksa uyuyup kaldım mı? Başımı kaldırıp bakmaya çalışıyorum.
Güneşten kamaşan gözlerim nemleniyor. Hani küçük bir çocuk resmi vardı bu sabah gazetelerde; “bir zalim”in füzeyle vurduğu 20 gün günlük bebek! Resme bakarken kendimi tutamamış, ağlamıştım. O zaman da gözlerim ağrımıştı ama şimdiki kadar değil...
Güneş daha çok acıtıyor, eskisi gibi şefkatli değil sanki!
Bir bayan; tahmini 28 30 yaşlarında var. Gözlerimi kapatıp açıyorum ki "resmen" uyanayım diye.
“Öö.. Öyyle.. Öyle, haklısınız da benim birini beklediğimi nerden çıkardınız?” diye soruyorum, uyuşuk uyuşuk. Gülümsüyor; gözlerini hafif kısıp cevap vermeye hazırlanıyor.
Dikkat ediyorum, evli birine benziyor. Hani genç kızlar evlendikten sonra değişiveriyorlar ya, bu da öyle. Yüzünde kadınsı bir ifade var. Bu ifadeyi anlamak çoğu zaman zor olsa da “ben artık anlayabiliyorum…”
“Halinizden çıkardım tabii ki! Ancak birini bekleyen biri bu güzel bahar gününde, önünde oturduğu çay bahçesinin duvarına yaslanıp uyuklayabilir. İnsan sarrafı değilim ama ben öyle gördüm sizi…”
Ne cevap ama! Konuşmak istediğini anlıyorum nedense. Hani bazen birini ararız ya “içimizdeki birikmişler”i ona da açmak için. Anlatır anlatır da rahatlarız ya, bu kadın da sanırım onlardan biri. Biz de öyle değil miyiz yani; demek ki o da “bizden…”
“İyi ama ben kimseyi beklemiyorum ki! Beklesem de bir şeye yaramaz. Buraya gelmesi imkânsız! Sanırım güneşe aldanıp kendimi yatağımda sandım. Hem sizin benimle uğraşmaktan başka yapacak işleriniz yok mu?” diyorum gülümseyerek ve de muzip bakışlar eşliğinde.
O da gülüyor. Ama benim gibi gülümsemekle yetinmiyor; basıyor kahkahayı! Yüzü toparlak bu kadın başka işi yokmuş gibi ne diye uğraşır ki gündüz ortası uyuyakalmış biriyle?
Anlamak zor.
Ne insanlar var bu dünyada; hiç beklemediği bir anda, hiç tanımadığı biriyle “hiçten” bir sebeple konuşup tanışabiliyor ve de bununla da yetinmeyerek “ruh tahlili” yapıyor.
“Ben de bekliyorum da ondan seni anlıyorum. Son bir haftadır ben de senin gibiyim…” diyor.
Evet haklıymışım, o da dertli! Bekleyen bekleyeni, özleyen özleyeni, yaşayan düşeni, aşık olan aşığı, sevdalanan sevdalıyı, yaralı yaralıyı anlarmış derler, doğrudur! Ama ve lakin ben ne o kadar dertliyim, ne de yaralıyım.
“Sadece çok özlüyorum, hepsi bu…”
Hepsi bu ama biliyorum ki, “hepsi bu..” dediğim şey, aslında tüm ruhumu bedenimi kasıp kavuran koca bir duygu fırtınası! Duygu depremleri yaşıyor ruhum birbiri ardınca…
“Benim gitmem lazım. Gidip evde kocamı bekleyeceğim. Son iki haftadır yaptığım gibi…”
Bu sefer üzülüyor, anlamak zor değil. Yüzünün şekli değişiveriyor birden. Gözlerinden ateş gibi yalnızlık ve özlem saçılıyor dört bir yana. Korkunç bir sıcaklık sarıyor bedenini ve dayanmıyor göz pınarları; ağlıyor…
Gitme zamanı! Ağladığın görmeyeyim diye gözlerini kaçıyor sağa sola. Bir şey demek gelmiyor içimden.
Yaralı ve de ağlayan bir kadına ne anlatılabilir ki!
“Güle güle, umarım beklediğiniz gelir…” diyorum ben de üzülerek. Üzülerek evet!
Çünkü ben ağlayan bir kadın gördüğümde dayanamam; ağlarım…
“Sağol.. Umarım senin beklediğinde gelir.. İyi günler…” deyip gidiyor.
Arkasından bakıyorum. Hala gözyaşlarını sildiğini görebiliyorum. Saçlarını şöyle bir arkaya doğru sallayıp kayboluyor.
Gözlerden uzak köşesine çekiliyor ve “beklemeye” başlıyor muhtemelen…
O giderken bir cümle dökülüyor dudaklarımdan: “Beklenenler her zaman gelmeyebiliyorlar. Sana söylemeye kıyamadım…”