…
‘Bayram mı? Bu günü unutalı yıllar oldu. Hayal kırıklıkları, hüzünler, sevgiler, yaşanmışlıklar, pişmanlıklar; hepsi ama hepsi geride kaldı. Dönüp şöyle bir bakıyorum da geriye doğru; ne çok bayram görmüşüm meğer. Gençken, yani henüz ‘insan’ sayılırken, tadını alırdım ama şimdi yaşlıyım ve siz zamane gençleri benim insan olduğumun pek farkına varmıyorsunuz. Ne diye bayramı soruyorsunuz ki! Biz bayramı çok eskilerde unuttuk. Bu günün adını dahi unutmuştum, siz sormazdan evvel…’
Böyle diyordu yaşlı adam, henüz kurumaya başlamış fanilasının kir pas içindeki kollarını bizden saklamaya çalışırken. Yüzüne bakıyorum. Derin izler var. Kim bu aşlı adam? Ya yanıbaşında yatakta sessizce, biraz üşengeççe bizi seyreden şu yaşlı kadın; kim Allah aşkına bunlar? Yoksa dünyanın yükünü taşıtmak için bu ikisini mi seçtiler!?
Duvardaki çatlaklar, baraka evin, depremi zor bela atlattığını, değişen ‘Bingöl kışı’na kendini uydurma çalışırken pek de başarılı olamadığını gösteriyor. Yaşlı kadının hemen başının üstünde, duvardaki derin çatlağın yanında bir resim var. Belli ki çok eskilere ait. Üstü tozlarla kapanmış. Bir iki kişi zor bela seçilebiliyor. Ortadakinin yüzünü pek seçemiyorum ama sağ ve sol yandakileri tanıyorum şimdi; iki yaşlı ‘insan…’
Yanımdaki arkadaşım, candan dostum Yasemin’e bakıyorum göz ucuyla. Ağlamaklı bir hali var. O da üzüme bakıyor, ‘Nasıl insanlar varmış meğer’ dercesine. Yasemin’i ilk defa böyle görüyorum. Daha önce pek ağladığını görmemiştim. Görmem de imkânsızdı zaten; bu onu daha ikinci görüşüm!
Henüz 16’sındayken ‘Duygu Sağanağı’ yaşamış ve bunu romanlaştırmayı becerebilmiş, ‘Bingöl yürekli’ genç bir yazar o. Ve ben de onunla bu sayede tanışmıştım. Romanına, belki de yapılabilecek en acımasız en sert eleştirileri getirmiştim zamanında. Anlayışla karşılamıştı. Hiç de kızmamıştı. Birkaç yeri soruşturarak öğrendiğim telefonu aracılığıyla yapıyordum bu eleştirileri tabi. Benim roman eleştirmeni olduğumu sanmıştı. Çok sonraları öğrendi benim ondan bir yaş büyük olduğumu. Onun gibi olduğumu. Bir kez görüşmüştük; beş dakika kadar konuşmuş tanışmıştık. Bu ikincisi ve böyle olmasına rağmen şimdi Yasemin, benim dostum, arkadaşım, kardeşim konumunda. Onun da benim için aynı şeyleri düşündüğünden eminim. İyi bir insan ve ben ilk defa bu yaşlıların karşısında bu kadar içli görüyorum. Sert bir yüzü var ilk bakışta ama demek ki içinde ‘can taşıyormuş…’
Yaşlı adam söylediklerinin bizde tesir ettiğini iyi biliyor olmalı ki daha fazla üzerimize gelmiyor. Biliyor ki ikimiz de daha fazla dayanamayacağız ve boşaltıvereceğiz toprağa gözyaşlarımızı. ‘Kusura bakmayın çocuklar. Sizleri üzmek istemezdim. Siz iyi gençlersiniz,’ diyor. Yüzü sevinçle parlıyor adeta. ‘Öyle olmasaydı bizi kaale alıp gelir miydiniz ziyaretimize? İnsanların ‘iki yaşlı’ diye tabir edip, başkaca bir şey düşünmedikleri bir zamanda ziyaretimize gelip ve hele de böyle ağlar durumdaysanız, bence siz iyi gençlersiniz’ diyor yeniden. Utanıyoruz. Yaşlı kadına takılıyor gözlerim. Yırtık battaniyesinin altında, suya düşmüş sonra da bir paçavraya sığınmış küçük bir kedicik gibi duruyor: masum, ürkek, sevecen ve biraz da kırgın…
Hikaye onların ya ‘onları’ anlatmak lazım öyle değil mi! ‘Öteki’leştirdiğimiz, hayatlarını ‘sefalet’ olarak tanımladığımız, çoğu zaman üstlerinden başlarından tiksindiğimiz, asla ‘onlar’ gibi olmak istemeyip benzer bir hayatın hayalini bile kendimize yakıştıramadığımız, ‘acaba bu gece ne yediler’ diye hiç dert yanmadığımız, ‘acaba barakalarından neden duman yükselmiyor bu kışın ortasında’ diye asla sormadığımız, soramadığımız, ‘o insanlar’ı anlatmak lazım değil mi?!?
Ürkekçe inliyor yaşlı kadın. Biraz da utangaç bir edayla. Eşi ayağa kalkıyor yavaş yavaş. Belini doğrultması zor oluyor. El atmaya davranıyorum, ‘dur’ manalı bir bakış atıyor; ama kızgın değil, ‘henüz ayağa kalkabilirim’ mesajı bu! Barakanın diğer tarafına geçiyor. Bezden bir duvarın ardına yani. Yaşlı kadınla gözgöze geliyoruz, yine inliyor. Bir şeyler söylemek istediği belli. Ama neyi, nasıl, hangi güçle anlatacak ki!..
Yasemin yanıma sokuluyor, ıslak zeminden korunmak için üzerine iliştiğimiz kirli kilimin diğer ucundan. Kulağıma doğru eğiliyor. ‘Yavuz, bu insanlar nasıl yaşıyor ya. Ölmek bile daha iyi. Bizi böyle karşılarında görünce, gözlerinden nasıl da mutluluk akıyor fark ettin mi? İyi ki gelmişiz di mi hewal?..’ diyor. ‘Haklısın. Evet, iyi ki gelmişiz. Senin sayende oldu. Ben bunları tanımazdım ki’ diye cevap veriyorum. Bir yandan da yaşlı kadının hakkımızda ‘kötü’ düşünmemesi için ona doğru anlamsız bakışlar atıyorum. Anlamsız evet; nasıl hareket edeceğimi, ne diyeceğimi, ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yok ki! ‘Evet, ama kabul etmeyebilirdin. Ben de ilk defa gördüm bunları. Uzun zamandır gelmek istiyordum ama senin gibi bir can kardeşi yanıma alınca kendimi hem daha rahat hem de daha güvende hissettim’ diyor Yasemin yeniden. ‘Çaresizliğin resmi’ karşısında ikimiz de şaşkınız, ikimiz de utangacız. Yutkunuyorum, boğazıma bir şey takılıyor. Yasemin fark ediyor bunu. Vazgeçiyor, beni daha fazla konuşturmak istemiyor. Bir yerden sonra patlayacağımı düşünmüş olmalı.
Yaşlı adam elinde bir tasla geri geliyor. İçinde su olduğunu tahmin etmek mümkün. Odanın içi çok soğuk. Bir küçük soba var ama yanmıyor. Yakacak bir şey de yoktur büyük ihtimalle. Aralık’ın 23’ü ve soba yanmıyor; hem de Bingöl’de! Utanıyorum, her gece sıcacık sobanın arkasına geçip, ‘günlüğüm’e daldığımda dışarıda soğukta yatan birileri aklıma gelmiyor bile.. Yaşlı kadın suyunu içiyor. Minnetle bakıyor, hayat ortağına, can yoldaşına, ‘sefalet evi’ni, ‘şefkat evi’ne çeviren kocasına...
‘Biz artık kalkalım’ diyorum ağlamaklı. Yasemin de başıyla onaylıyor beni. Daha fazla dayanamayacağım yoksa! Ya bütün utangaçlığımı bir kenara bırakıp ağlayacağım ya da onları bir türlü görmeyen, görmekten aciz insanların hepsine birden en olmadık küfürleri avazım çıktığı kadar haykıracağım.
‘Elbette, niye olmasın ki’ diye cevap veriyor yaşlı adam...
Ellerini öpüyoruz yaşlı kadının. Parmaklarının altındaki kirleri görmüyorum bile. Ellerini tutmak öpmek öpmek istiyorum. Bir sobaları dahi olmadığı halde, karda kışta her sabah erkenden uyanıp, çeşmeden taşıdıkları suyla abdest alıp ‘âlemlerin Rabbi’ne avuç açan bu insanların ellerini bırakmak gelmiyor içimden. Yasemin de benden aşağı değil. O, gözyaşlarını gizleme gereği bile duymuyor, sesli sesli ağlıyor. Ben ise içimden ağlıyorum. Oturduğumuzdan beri soğuktan kızaran ellerim yanıyor adeta, yaşlı kadının elleri arasındayken. Gülümsüyorlar yine de onlar. Hatırlanmak, en azından ‘insan’ sayıldıklarını görmek onları mutlu ediyor. Daha fazlasını istemediklerinden adım gibi eminim. Sadece biraz şefkat, biraz ilgi, biraz insanlık…
Uzaklaşıyoruz kulübeden.
Konuşmuyoruz.
‘Çaresizlik’in bu kadar acımasız olduğuna ilk defa tanık olduk ikimiz de. Ve bunun da 'çaresizliğin resmi'nin ta kendisi olduğu konusunda hemfikiriz Yasemin'le...
Susuyoruz.
Yanıma sokuluyor Yasemin.
‘Bir daha gelelim Yavuz’ diyor soran bakışlarla.
‘Evet gelelim. Ben de bunu düşünüyordum’ diye cevap verebiliyorum, kekeme bir şekilde.
Yeniden susuyoruz.
Ve o kulübeden gittikçe uzaklaşıyoruz.
Dönüp arkaya bakıyorum. Dumanı tüten evlerin arasında bir küçük kulübe gördüğüm. Bir acıdır sarıyor bedenimi.
Bir cümle beni uyandırıyor adeta. Yasemin bu!
‘Merak etmeyin. Asıl siz insansınız. Ve bilin ki hiç unutulmayacaksınız. Unutuldunuz sansanız da…’