Yoksa şu beyaz Arap elbiseli, gözleri sürmeli adam o mu? O. İnanılmaz şaşırıyorum. Ali Taran, kendisi şaşırtılmaktan pek hoşlanmasa da, insanları şaşırtmayı seviyor. Birdenbire insanı geren bir röportaj, bir şenlik haline dönüşüyor. Rahatlıyorsun, elektriğin gidiyor üzerinden.
Beyaz Arap elbiseli gözleri sürmeli adam görüntüsünden kamera, havuz kenarındaki kahvaltı mekanında birbirine sımsıkı bağlı bir aileye geçiyor. Burada duralım. Çünkü ben böyle bir aile görmedim. Benim bildiğim şudur, babayla röportaj yapılırken anne alışverişe, çocuk da yüzmeye filan gider. Hayır efendim, bütün güne yayılan bu röportaj esnasında, aile birbirinden hiç ayrılmadı. Şimdiye kadar da hiç ayrılmamışlar. Her ne kadar önce durumu şaşkınlıkla karşılasan da, sonra çok hoşuna gidiyor ve saygı duyuyorsun. Onların kimseye ihtiyacı yok. Selma, Ali ve Kuzey (bir de Paris’teki abla Burçak) birbirlerine yetiyorlar. Mazhar Alanson da öyle söylemiş zaten: ”Sizin başka insanlara ihtiyacız yok, üçünüz, dördünüz bir arada olun dünyanın neresinde olursanız olun yaşarsız...”
Onlar her şeyi birlikte yapıyorlar. Röportajı da birlikte yaptık. Konuştukça görüyoruz ki, Ali Taran’ın kendisinin kurduğu aile gibi, içinde büyüdüğü aile de aynı özellikleri taşıyor. Ali Taran herhangi biri değil. Bir sürü laf, bir sürü dedikodu, bir sürü tanım, bir sürü değerlendirme, gittiği yere kendisinden önce geliyor. Ben size 3 kelimeyle onu tanımlayayım: Muson yağmurları gibi. Bastırıyor. İnsanı sırılsıklam ediyor. Ve hooop güneş.
Şeytan tüyü var onda. Etkilenmemek, sevmemek zor. Karizmatik derler ya, ondan. Ve zeki. Ve çok eğlenceli. Ama en önemlisi iyi kalpli. Saf, el değmemiş bir tarafı var. Ve çocuksu bir coşkusu. İşine aşık. Kabul etmiyor ama kendine aşık. İşini çok ciddiye alıyor, dolayısıyla kendisini de. Egosu büyük. Her yaratıcıda olduğu gibi, hele milyon dolarlık bütçeleri yöneten biriyse. Benim daha fazla bir şey söylememe gerek yok, kendisi kendisini anlatıyor...
”Efsane” bir reklamcı olarak, maceranız nasıl başladı?
- Anne de baba da öğretmen, resim öğretmeni. Babam Köy Enstitülü. Babam, sanat tarihi ve el işi öğretmeni. Onu tarif edersem, sanat tutkusu, kültür tutkusu ve dürüstlük gibi kavramlardan söz etmem gerekiyor.
Hayatta mı?
- Yok hayır, 86’da vefat etti.
Başarılarıza tanık olamadı mı?
- Babamın başarı tarifleri zaten farklıdır...
Anladım, onun için ”ünlü” ve ”paralı olmak”, başarılı olmak anlamına gelmez.
- Aynen. Annem mesela iftihara geçtiğim zaman herkese söylerdi, pek bir gururlanırdı. Babam ise hiç öyle tantana yapmazdı. Çünkü ona göre aile içinde herkesin bir görevi vardı, çocukların görevi de iyi okumaktı. Ev içinde başka görevlerimiz de vardı: Mesela, sofranın altına düşen kırıntıları toplama görevi benimdi. Sofranın toplanmasına yardım etme görevi ise abimin..
Bunlar askeri bir disiplin içinde mi oluyor?
- Hayır, hayır ama bir disiplin vardı. Başka türlüsünü bilmiyorduk zaten, normal geliyordu. Kıyafetlerimiz uzun zaman giyilebilmeliydi, dolayısıyla iyi bakılmalıydı. Sofrada yiyeceğinden fazlası tabağına almak, tabakta yemek bırakmak ya da bir yemeği beğenmemek gibi şımarıklıklarımız yoktu.
Hangisi daha sevgi doluydu?
- İkisi de. Ama annem sevgisini gösterirdi. Mizaç olarak çok farklıydılar. Yemek yeme alışkanlıkları bile farklıydı. Annem için bir yemeğin lezzeti önemliydi, o daha gelenekseldi. ”Aman ekmeğinizi banın çocuklar” derdi, eklerdi: ”Bunun yanına bir iki diş sarmısak iyi gider, hemen getireyim...” Babamın ise bu taraklarda hiç bezi yoktu. Bir kere o, adı olan yemekleri sevmezdi. ”Karnıyarık”, ”imambayıldı”, ”kadın budu köfte” gibi isimleri olan yemekler ona estetik gelmezdi. Yemek onun için tabaktaki bir renk kombinasyonuydu.
Anne ve babanızın ressamlığın görsel bakış açıza katkısı hangi ölçüdedir sizce?
- Yaratıcılıkla ilgili babamdan öğrendiğim birkaç şey var. Bence çok değerli. O, resim yapmamızı istiyordu ama tüpten çıkan rengin hiçbir zaman kullanılmaması gerektiğini söylüyordu...
Neden?
- ”O başkasın rengi, sen kendi rengini bul!” diyordu. Bir de akademinin imtihanına girerken önüme şöyle bir soru geldi: ”Bir park bankı çiziniz.” Ben de çizdim, sınavdan çıktım, babam sordu: ”Nasıl geçti?” ”Şahane” dedim, ”Bir park çizdim ki baba, kimse benim gibi çizemez. Yanına şemsiyelik yaptım, altında gazete koymak için bir yer, bir de poşetlik...” Babam, ”Eyvaaaah” dedi, ”Sen çaktın! Çünkü soruyu yanlış anladın. ’Bir park bankı yaratın’ değil soru, ’Bir park bankı çizin...” Bu, bana çok büyük ders oldu. Hayatım boyunca yaratıcılığı, insanların bilmediği şeyleri hayal etmek olarak değil de, ’Ben nasıl düşünemedim, gözümüzün önünde duran şeyi göremedim’ diyeceği şeyleri bulmak olarak kullandım. Bütün yaptığım o ”efsane reklamcılık” diye sözü edilen şey, aslında baktığızda ’Ne var ki bunda?’ denecek kadar basit şeylerdir. İlk benim düşünmüş olmam önemlidir. Tabii bu arada, girdik akademiye...
Sizin içinde büyüdüğünüz aile, kendi kurduğunuz aile kadar önemli miydi?
- Evet, öyleydi. Biz her şeyi birlikte yapan bir aileydik. Kendi kurduğum ailede de öyle davranıyorum. Baksana röportaja birlikte geliyoruz. Orta halli bir memur ailesiydik, ama babam bizi İtalyan Kültür’e, Fransız Kültür’e, sinemalara ve tiyatrolara götürürdü. Akşamları bizi uyutmak için İnce Memed’i okurdu...
Çocukken diğer çocuklardan farklı hangi özelliğiniz vardı ki, üzerine bir reklamcılık kariyeri inşa ettiniz?
- Hiç fikrim yok. Süse çok düşkündüm. Babam harçlık verirdi, biriktirip kendimize ayakkabı filan alırdık. Benim aldığım ayakkabıların renk ve şekillerine babam çok kızardı. Çünkü o renk boya bulunamazdı. Taba rengi ayakkabı alırdım, sene bindokuzyüz fiii....
Başka?
- Çok güzel futbol oynardım....
O bütün çocukların yaptığı şey!
- Yok, ben gerçekten iyi futbol oynardım. Babam ”Ayaklarınla değil, beyninle para kazanacaksın!” diye başımın etini yedi, yoksa, ben futbolcu olmak istiyordum. Sonra oğlum Kuzey’in futbolcu olması istedim, bu sefer de annesi başımın etini yedi: ”Benim çocuğuma tekme atarlar, olmaz!” Oysa, İngiltere’ye gönderecektim Kuzey’i, orada futbol okulu var.
Boyu çok uzun değil mi futbolcu olmak için...
- Taktığın şey bak, onu kısalttırabiliyorduk!
Küçükken de böyle miydiniz? Fırlama bir çocuk...
- Ben tanımları sevmem. Ama anneme sorarsan, kafayla cam kırma, saksılara işeme, üst kattan sarkıp misafirleri korkutma gibi vukuatlarım var. Fırlama oluyor muyum? Ama macerayı sevmem, sürpriz sevmem...
Nasıl yani, şimdi de mi?
- Evet. Baktığın zaman bana, her şeyi yapabilen bir tip zannedebilirsin, oysa öyle değil. Macera yaşamak istemem, sürpriz partilerden filan hiç haz etmem.
Siz şimdi aynı zamanda mimar mısız?
- Yok, üniversiteyi bitirmedim. Zaten ben eğitim dendiğinde, AFS’yi sayarım. 1968’de bir yıllığına AFS ile Amerika’ya gittim.16 yaşındaydım. O yaşta Amerika’ya gitmek aya gitmek gibi bir şeydi.
Ufkunuzu açan bir dönem miydi?
- Hem nasıl. İlk televizyonu, ilk renkli televizyonu orada gördüm. İngilizcem gelişsin diye beni televizyonun önüne oturturlardı. Reklamlara bayılırdım.
Türkiye’ye dönünce ne oldu?
- Kayda değer bir şey yok. 20 yaşında baba oldum.
Efendim, anlamadım.
- Çocuk, çocuk... Kızım Burçak doğdu...
Peki eşiniz kimdi?
- İlk eşim, lise aşkım...
Aileler ne diyor bu işe?
- Felaket. Babam nikaha gelmedi. ”İşi gücü olmayan bir insan nasıl evlenebilir?” diyor, başka bir şey demiyor. Ama ben hep evlenmek isteyen bir adamdım. Amerika’da Brezilyalı bir kız arkadaşım vardı, Türkiye’ye dönünce mektuplaşıyoruz, nerede evleneceğimizle ilgili bilgileri zarfın üzerine yazmış, babam bunu okudu, ”Delirdin mi? Sen 16 yaşındasın” dedi, onu kırmamak için 20’ye kadar bekledim!
Evliliği, bir kaçış gibi mi görüyordunuz?
- Hayır, ben hep evlilik meraklısıydım. Çünkü evlilik, çok güzel bir şey. Annemle babamınki öyleydi. Hálá her şeyi beraber yaparız biz. Bir tek sevişirken çocuğu yanımıza almıyoruz.
Reklam işine nasıl girdiniz?
- Akademide bir arkadaşım vardı, ”Sen çok gırgır şeyler yapıyorsun. Ben bir reklam bürosunda çalışıyorum, sen de denemek ister misin?” dedi. Kamuran’ın abisi Kenan, Kenan Çizer. Yüksel Ünsal’a götürdü beni. Tivi Reklam, sektörün gelmiş geçmiş en iyilerinden. 4000 lira maaşla işe başladım. Babam çok kızdı, çünkü 1. dereceden devlet memuruydu ve 2700 lira alıyordu. ”Bu ülkenin dengesizliği işte buradan geliyor!” gibi şeyler söylemeye başladı, annem susturdu onu: ”Bırak, oğlana vermişler işte. Sana ne oluyor!”
Bu arada eşiniz ve kızız nerede?
- Onların ailesi ve bizimkiler, Moda’da ev tuttular, çamaşır makinesi, buzdolabı filan koydular. Orada öyle yaşamaya başladık. Tivi Reklam’daki iş çiçek gibi geldi.
Niye size o kadar çok para ödediler?
- Senaryoya sıkışmışlar. Yapı Kredi’nin ”Yanlışı buldunuz mu?” diye bir şeyini yapıyorlar. Ben bir gecede 20 tane yazdım. Yüksel Bey 18’ini uygulanabilir buldu. 18 tane, 18 hafta demek. Hızlı düşünüp, işe yarayan bir herif olduğuma kanaat getirdiler.
Şirketinizi kurana kadar ne kadar debelendiniz?
- Epey. Göreme Reklam var, evde kurduk. Babam logosunu yaptı. Bir tek kişi çalışıyor: Ben! Sonra Taran Reklam var, arkadaşım Tarık Pabuççuoğlu finansör. Ondüla Şampuanları için iyi işler yaptık. Sonra Delta Ajans’a girdim, Cüneyt Koryürek’le, Paul Mc Millen’la çalıştım. Böyle bir sürü yer var. Sivri şeyler düşünen adam olarak tanıyordum.
Gerçek ”yükseliş”, ne zaman oldu?
- Cenajans, Ajans Ada, bunlar bir yandan da benim işi öğrendiğim yerler. Sonra Merkez Ajans’a girdim, Nazar Büğüm’le birlikte çalıştık. Tokai’ler, Bay Pardon’lar o zaman çıktı. Sonra kendi ajansımı kurdum.
AZ KALSIN KANADA’YA YERLEŞİYORDUM
Teröre ”anarşi” dediğimiz yıllarda ben bu ülkeden gitmek istedim. Arkadaşlarımız vuruluyordu, korkuyorduk. Göçmen olarak Kanada’ya gidecektim, formlar filan geldi. Abim ise Ortadoğu’yu bitirmiş, o sırada Arçelik’te çalışıyor, ”Oğlum, ben gidiyorum” dedim. ”Nereye?” ”Kanada’ya.” ”A nasıl gidiyorsun?” oldu. Anlattım. Formları gösterdim, ”Bir güzellik yapıp, bize de istesene” dedi. Yaş 22, Ankara’ya mülakata gittim, gayet kötü davrandılar, Kanadalılar beni istemediler, ”Bankaya 2 milyon dolar yatırın, sonra bakarız” gibi laflar ettiler. Beni reddettiler. Abime ise bayıldılar. Ben kaldım, o gitti. 25 senedir orada.
DUBAİ’YE YERLEŞEBİLİRİM
Dubai’yi geleceğin merkezlerinden biri olarak görüyorum. Buraya yerleşebilirim de. Bir düşünce yapısı ve müthiş bir vizyon görüyorum. En önemlisi, ileriye dönük çok ciddi bir hazırlık görüyorum. O hazırlığın içerisinde keşke ben de olsam diyorum. Birtakım projelerim var Dubai’yle ilgili, gelip sunmak istiyorum. Ama tabii Türkiye’de yaşayan biri olarak, Maslak’ta yapılması gereken o kulelerin isminin İstanbul Towers olması isterim. Şu kaldığımız otelin adı, Burj El Turk olabilir mi? Hayır. Koyarlar mıydı? Hayır...
KİTAP OKUMAM FİLM İZLEMEM
Fikirler aklıza nasıl geliyor? Vahiy şeklinde mi?
- Evet ama vahiy şeklinde gelmesi yetmez, çalışmak da gerekiyor. Ben bir konuya odaklanmışsam, başka hiçbir şeyle ilgilenmem. Bunu isteyerek yapmıyorum. Zaten genelde kitap-mitap okumam. Sinemadan hoşlanmam, film izlemem. Çünkü etkileniyorum...
Ama beslemez mi insanı böyle şeyler?
- Ben beslenmem. Orada anlatılan şeyle çok ilgileniyorum, bu da beni yoruyor. Kitap hiç denecek kadar az okudum hayatımda. Bir iki tane belki.
İyi de, bu dünyada sizin kadar zeki ve yaratıcı olan başka insanlar da var, onların eserleriyle, ürettikleriyle ilgili değil misiniz!
- Hayır.
Onların kafası nasıl çalışıyor öğrenmek istemez misiniz?
- Hayır.
Neden?
- Allah Allah, istemiyorum kardeşim!
Devamı altta...
Beyaz Arap elbiseli gözleri sürmeli adam görüntüsünden kamera, havuz kenarındaki kahvaltı mekanında birbirine sımsıkı bağlı bir aileye geçiyor. Burada duralım. Çünkü ben böyle bir aile görmedim. Benim bildiğim şudur, babayla röportaj yapılırken anne alışverişe, çocuk da yüzmeye filan gider. Hayır efendim, bütün güne yayılan bu röportaj esnasında, aile birbirinden hiç ayrılmadı. Şimdiye kadar da hiç ayrılmamışlar. Her ne kadar önce durumu şaşkınlıkla karşılasan da, sonra çok hoşuna gidiyor ve saygı duyuyorsun. Onların kimseye ihtiyacı yok. Selma, Ali ve Kuzey (bir de Paris’teki abla Burçak) birbirlerine yetiyorlar. Mazhar Alanson da öyle söylemiş zaten: ”Sizin başka insanlara ihtiyacız yok, üçünüz, dördünüz bir arada olun dünyanın neresinde olursanız olun yaşarsız...”
Onlar her şeyi birlikte yapıyorlar. Röportajı da birlikte yaptık. Konuştukça görüyoruz ki, Ali Taran’ın kendisinin kurduğu aile gibi, içinde büyüdüğü aile de aynı özellikleri taşıyor. Ali Taran herhangi biri değil. Bir sürü laf, bir sürü dedikodu, bir sürü tanım, bir sürü değerlendirme, gittiği yere kendisinden önce geliyor. Ben size 3 kelimeyle onu tanımlayayım: Muson yağmurları gibi. Bastırıyor. İnsanı sırılsıklam ediyor. Ve hooop güneş.
Şeytan tüyü var onda. Etkilenmemek, sevmemek zor. Karizmatik derler ya, ondan. Ve zeki. Ve çok eğlenceli. Ama en önemlisi iyi kalpli. Saf, el değmemiş bir tarafı var. Ve çocuksu bir coşkusu. İşine aşık. Kabul etmiyor ama kendine aşık. İşini çok ciddiye alıyor, dolayısıyla kendisini de. Egosu büyük. Her yaratıcıda olduğu gibi, hele milyon dolarlık bütçeleri yöneten biriyse. Benim daha fazla bir şey söylememe gerek yok, kendisi kendisini anlatıyor...
”Efsane” bir reklamcı olarak, maceranız nasıl başladı?
- Anne de baba da öğretmen, resim öğretmeni. Babam Köy Enstitülü. Babam, sanat tarihi ve el işi öğretmeni. Onu tarif edersem, sanat tutkusu, kültür tutkusu ve dürüstlük gibi kavramlardan söz etmem gerekiyor.
Hayatta mı?
- Yok hayır, 86’da vefat etti.
Başarılarıza tanık olamadı mı?
- Babamın başarı tarifleri zaten farklıdır...
Anladım, onun için ”ünlü” ve ”paralı olmak”, başarılı olmak anlamına gelmez.
- Aynen. Annem mesela iftihara geçtiğim zaman herkese söylerdi, pek bir gururlanırdı. Babam ise hiç öyle tantana yapmazdı. Çünkü ona göre aile içinde herkesin bir görevi vardı, çocukların görevi de iyi okumaktı. Ev içinde başka görevlerimiz de vardı: Mesela, sofranın altına düşen kırıntıları toplama görevi benimdi. Sofranın toplanmasına yardım etme görevi ise abimin..
Bunlar askeri bir disiplin içinde mi oluyor?
- Hayır, hayır ama bir disiplin vardı. Başka türlüsünü bilmiyorduk zaten, normal geliyordu. Kıyafetlerimiz uzun zaman giyilebilmeliydi, dolayısıyla iyi bakılmalıydı. Sofrada yiyeceğinden fazlası tabağına almak, tabakta yemek bırakmak ya da bir yemeği beğenmemek gibi şımarıklıklarımız yoktu.
Hangisi daha sevgi doluydu?
- İkisi de. Ama annem sevgisini gösterirdi. Mizaç olarak çok farklıydılar. Yemek yeme alışkanlıkları bile farklıydı. Annem için bir yemeğin lezzeti önemliydi, o daha gelenekseldi. ”Aman ekmeğinizi banın çocuklar” derdi, eklerdi: ”Bunun yanına bir iki diş sarmısak iyi gider, hemen getireyim...” Babamın ise bu taraklarda hiç bezi yoktu. Bir kere o, adı olan yemekleri sevmezdi. ”Karnıyarık”, ”imambayıldı”, ”kadın budu köfte” gibi isimleri olan yemekler ona estetik gelmezdi. Yemek onun için tabaktaki bir renk kombinasyonuydu.
Anne ve babanızın ressamlığın görsel bakış açıza katkısı hangi ölçüdedir sizce?
- Yaratıcılıkla ilgili babamdan öğrendiğim birkaç şey var. Bence çok değerli. O, resim yapmamızı istiyordu ama tüpten çıkan rengin hiçbir zaman kullanılmaması gerektiğini söylüyordu...
Neden?
- ”O başkasın rengi, sen kendi rengini bul!” diyordu. Bir de akademinin imtihanına girerken önüme şöyle bir soru geldi: ”Bir park bankı çiziniz.” Ben de çizdim, sınavdan çıktım, babam sordu: ”Nasıl geçti?” ”Şahane” dedim, ”Bir park çizdim ki baba, kimse benim gibi çizemez. Yanına şemsiyelik yaptım, altında gazete koymak için bir yer, bir de poşetlik...” Babam, ”Eyvaaaah” dedi, ”Sen çaktın! Çünkü soruyu yanlış anladın. ’Bir park bankı yaratın’ değil soru, ’Bir park bankı çizin...” Bu, bana çok büyük ders oldu. Hayatım boyunca yaratıcılığı, insanların bilmediği şeyleri hayal etmek olarak değil de, ’Ben nasıl düşünemedim, gözümüzün önünde duran şeyi göremedim’ diyeceği şeyleri bulmak olarak kullandım. Bütün yaptığım o ”efsane reklamcılık” diye sözü edilen şey, aslında baktığızda ’Ne var ki bunda?’ denecek kadar basit şeylerdir. İlk benim düşünmüş olmam önemlidir. Tabii bu arada, girdik akademiye...
Sizin içinde büyüdüğünüz aile, kendi kurduğunuz aile kadar önemli miydi?
- Evet, öyleydi. Biz her şeyi birlikte yapan bir aileydik. Kendi kurduğum ailede de öyle davranıyorum. Baksana röportaja birlikte geliyoruz. Orta halli bir memur ailesiydik, ama babam bizi İtalyan Kültür’e, Fransız Kültür’e, sinemalara ve tiyatrolara götürürdü. Akşamları bizi uyutmak için İnce Memed’i okurdu...
Çocukken diğer çocuklardan farklı hangi özelliğiniz vardı ki, üzerine bir reklamcılık kariyeri inşa ettiniz?
- Hiç fikrim yok. Süse çok düşkündüm. Babam harçlık verirdi, biriktirip kendimize ayakkabı filan alırdık. Benim aldığım ayakkabıların renk ve şekillerine babam çok kızardı. Çünkü o renk boya bulunamazdı. Taba rengi ayakkabı alırdım, sene bindokuzyüz fiii....
Başka?
- Çok güzel futbol oynardım....
O bütün çocukların yaptığı şey!
- Yok, ben gerçekten iyi futbol oynardım. Babam ”Ayaklarınla değil, beyninle para kazanacaksın!” diye başımın etini yedi, yoksa, ben futbolcu olmak istiyordum. Sonra oğlum Kuzey’in futbolcu olması istedim, bu sefer de annesi başımın etini yedi: ”Benim çocuğuma tekme atarlar, olmaz!” Oysa, İngiltere’ye gönderecektim Kuzey’i, orada futbol okulu var.
Boyu çok uzun değil mi futbolcu olmak için...
- Taktığın şey bak, onu kısalttırabiliyorduk!
Küçükken de böyle miydiniz? Fırlama bir çocuk...
- Ben tanımları sevmem. Ama anneme sorarsan, kafayla cam kırma, saksılara işeme, üst kattan sarkıp misafirleri korkutma gibi vukuatlarım var. Fırlama oluyor muyum? Ama macerayı sevmem, sürpriz sevmem...
Nasıl yani, şimdi de mi?
- Evet. Baktığın zaman bana, her şeyi yapabilen bir tip zannedebilirsin, oysa öyle değil. Macera yaşamak istemem, sürpriz partilerden filan hiç haz etmem.
Siz şimdi aynı zamanda mimar mısız?
- Yok, üniversiteyi bitirmedim. Zaten ben eğitim dendiğinde, AFS’yi sayarım. 1968’de bir yıllığına AFS ile Amerika’ya gittim.16 yaşındaydım. O yaşta Amerika’ya gitmek aya gitmek gibi bir şeydi.
Ufkunuzu açan bir dönem miydi?
- Hem nasıl. İlk televizyonu, ilk renkli televizyonu orada gördüm. İngilizcem gelişsin diye beni televizyonun önüne oturturlardı. Reklamlara bayılırdım.
Türkiye’ye dönünce ne oldu?
- Kayda değer bir şey yok. 20 yaşında baba oldum.
Efendim, anlamadım.
- Çocuk, çocuk... Kızım Burçak doğdu...
Peki eşiniz kimdi?
- İlk eşim, lise aşkım...
Aileler ne diyor bu işe?
- Felaket. Babam nikaha gelmedi. ”İşi gücü olmayan bir insan nasıl evlenebilir?” diyor, başka bir şey demiyor. Ama ben hep evlenmek isteyen bir adamdım. Amerika’da Brezilyalı bir kız arkadaşım vardı, Türkiye’ye dönünce mektuplaşıyoruz, nerede evleneceğimizle ilgili bilgileri zarfın üzerine yazmış, babam bunu okudu, ”Delirdin mi? Sen 16 yaşındasın” dedi, onu kırmamak için 20’ye kadar bekledim!
Evliliği, bir kaçış gibi mi görüyordunuz?
- Hayır, ben hep evlilik meraklısıydım. Çünkü evlilik, çok güzel bir şey. Annemle babamınki öyleydi. Hálá her şeyi beraber yaparız biz. Bir tek sevişirken çocuğu yanımıza almıyoruz.
Reklam işine nasıl girdiniz?
- Akademide bir arkadaşım vardı, ”Sen çok gırgır şeyler yapıyorsun. Ben bir reklam bürosunda çalışıyorum, sen de denemek ister misin?” dedi. Kamuran’ın abisi Kenan, Kenan Çizer. Yüksel Ünsal’a götürdü beni. Tivi Reklam, sektörün gelmiş geçmiş en iyilerinden. 4000 lira maaşla işe başladım. Babam çok kızdı, çünkü 1. dereceden devlet memuruydu ve 2700 lira alıyordu. ”Bu ülkenin dengesizliği işte buradan geliyor!” gibi şeyler söylemeye başladı, annem susturdu onu: ”Bırak, oğlana vermişler işte. Sana ne oluyor!”
Bu arada eşiniz ve kızız nerede?
- Onların ailesi ve bizimkiler, Moda’da ev tuttular, çamaşır makinesi, buzdolabı filan koydular. Orada öyle yaşamaya başladık. Tivi Reklam’daki iş çiçek gibi geldi.
Niye size o kadar çok para ödediler?
- Senaryoya sıkışmışlar. Yapı Kredi’nin ”Yanlışı buldunuz mu?” diye bir şeyini yapıyorlar. Ben bir gecede 20 tane yazdım. Yüksel Bey 18’ini uygulanabilir buldu. 18 tane, 18 hafta demek. Hızlı düşünüp, işe yarayan bir herif olduğuma kanaat getirdiler.
Şirketinizi kurana kadar ne kadar debelendiniz?
- Epey. Göreme Reklam var, evde kurduk. Babam logosunu yaptı. Bir tek kişi çalışıyor: Ben! Sonra Taran Reklam var, arkadaşım Tarık Pabuççuoğlu finansör. Ondüla Şampuanları için iyi işler yaptık. Sonra Delta Ajans’a girdim, Cüneyt Koryürek’le, Paul Mc Millen’la çalıştım. Böyle bir sürü yer var. Sivri şeyler düşünen adam olarak tanıyordum.
Gerçek ”yükseliş”, ne zaman oldu?
- Cenajans, Ajans Ada, bunlar bir yandan da benim işi öğrendiğim yerler. Sonra Merkez Ajans’a girdim, Nazar Büğüm’le birlikte çalıştık. Tokai’ler, Bay Pardon’lar o zaman çıktı. Sonra kendi ajansımı kurdum.
AZ KALSIN KANADA’YA YERLEŞİYORDUM
Teröre ”anarşi” dediğimiz yıllarda ben bu ülkeden gitmek istedim. Arkadaşlarımız vuruluyordu, korkuyorduk. Göçmen olarak Kanada’ya gidecektim, formlar filan geldi. Abim ise Ortadoğu’yu bitirmiş, o sırada Arçelik’te çalışıyor, ”Oğlum, ben gidiyorum” dedim. ”Nereye?” ”Kanada’ya.” ”A nasıl gidiyorsun?” oldu. Anlattım. Formları gösterdim, ”Bir güzellik yapıp, bize de istesene” dedi. Yaş 22, Ankara’ya mülakata gittim, gayet kötü davrandılar, Kanadalılar beni istemediler, ”Bankaya 2 milyon dolar yatırın, sonra bakarız” gibi laflar ettiler. Beni reddettiler. Abime ise bayıldılar. Ben kaldım, o gitti. 25 senedir orada.
DUBAİ’YE YERLEŞEBİLİRİM
Dubai’yi geleceğin merkezlerinden biri olarak görüyorum. Buraya yerleşebilirim de. Bir düşünce yapısı ve müthiş bir vizyon görüyorum. En önemlisi, ileriye dönük çok ciddi bir hazırlık görüyorum. O hazırlığın içerisinde keşke ben de olsam diyorum. Birtakım projelerim var Dubai’yle ilgili, gelip sunmak istiyorum. Ama tabii Türkiye’de yaşayan biri olarak, Maslak’ta yapılması gereken o kulelerin isminin İstanbul Towers olması isterim. Şu kaldığımız otelin adı, Burj El Turk olabilir mi? Hayır. Koyarlar mıydı? Hayır...
KİTAP OKUMAM FİLM İZLEMEM
Fikirler aklıza nasıl geliyor? Vahiy şeklinde mi?
- Evet ama vahiy şeklinde gelmesi yetmez, çalışmak da gerekiyor. Ben bir konuya odaklanmışsam, başka hiçbir şeyle ilgilenmem. Bunu isteyerek yapmıyorum. Zaten genelde kitap-mitap okumam. Sinemadan hoşlanmam, film izlemem. Çünkü etkileniyorum...
Ama beslemez mi insanı böyle şeyler?
- Ben beslenmem. Orada anlatılan şeyle çok ilgileniyorum, bu da beni yoruyor. Kitap hiç denecek kadar az okudum hayatımda. Bir iki tane belki.
İyi de, bu dünyada sizin kadar zeki ve yaratıcı olan başka insanlar da var, onların eserleriyle, ürettikleriyle ilgili değil misiniz!
- Hayır.
Onların kafası nasıl çalışıyor öğrenmek istemez misiniz?
- Hayır.
Neden?
- Allah Allah, istemiyorum kardeşim!
Devamı altta...