Su Perisi : )
Kitap hakkındaki düşüncelerini paylaştığın ce samimiyetin için kendi adıma teşekkür ediyorum..
Yazarı ve romanını ülkecek okadar çok övgü ile dillendirmiş olmamıza karşın..
F tipi cezavi konusuna girmek istemiyorum ancak..
Kitabın içeriği ile bu konun bağlantısını pek anlamlı bulmadım..!
(225.sayfa ile 242-243-244.sayfalarda olaylar "Kartal Soğanlık F tipi cezaevinde" geçiyor ve tasvir edilen olaylar eğer biraz hayal gücünüzü zorlarsanız, hemen hemen "Geceyarısı Expresi" filminin o tanıdık; karanlık ve hücrede geçen , pis gömlekli terli ve sakallı gardiyan sahnesi ile aynı!)
Kitabı okumayı (şimdilik)düşünmüyorum ama yine de hakkında baya bir yazı okudum..
Şimdi sizlerle bir makale paylaşmak istiyorum. Yorumu sizlere ait olsun..
Dan Brown’a karşı bütünüyle kuşkudayız!
Oylum Yılmaz
Kayıp ruhlarımızın şifresi, hangi kayıp sembolde gizli? İçimizdeki o koskocaman manevi boşluğu dolduracak, o çok ihtiyaç duyduğumuz bilgi, hangi kayıp inanca götürür bizi? Bizden öncekileri hayata ve içinde yaşadığı topluma bağlayan ritüellerden yoksun, aklın almadığı noktada kendini sonsuz bir inanca bırakan ve ruhu huzura kavuşturan inançtan azade kaldığımız ve nihayetinde tüm bu yoksunluklarımızın temelinde yatan bilimsel düşünceden de hafif hafif şüphelenmeye başladığımız bu dönemde, el yordamıyla bir şeyler arayan, ne aradığını da aslında bilemeyen bir çağın yazarı Dan Brown, bizim zamanlarımızın şamanı... Yok artık, o kadar değil diyenler olacaktır elbette bu tespitime, Brown’un edebi lezzetten yoksun diline, aynı kurguyu temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze sürmesine, yaratıcılıktan nasibini almamış tüm karton kahramanlarına, rağmen mi çağımızın yazarı, diye soracaklardır. Yanıtım ne yazık ki evet. Günümüz insanın kendine yönelttiği en temel soruyu kurcalayıp, bundan aslında olmayan bir hikaye çıkarıp ve nihayetinde hiçbir soruya cevap vermediği için, evet. –Mış gibi yapmayı en popüler şekilde gerçekleştirebildiği için, evet. Yaptığı işi en iyi şekilde pazarladığı, romanlarının içine bile reklam aldığı, onları filme çekilsin diye yazdığı, çok konuşulmayı ve çok para kazanmayı hedeflediği ve bütün bunları herkes fark ettiği halde, hala okunduğu için, evet...
Hikayemiz aslında aynı; “Da Vinci Şifresi” ile “Melekler ve Şeytanlar”ı alın, aralarına karbon kağıdı koyup isimleri ve mekanları değiştirerek yeni bir roman yazın, işte size Kayıp Sembol! Harward’ın var olmayan Simgebilim bölümünde profesörlük yapan malum kahramanı Robert Langton’un yolu bu defa Washington D.C.’ye düşüyor. Üst düzey bir mason olan Peter Solomon’dan aldığı bir konferans davetiye başkente gelen kahramanımız kısa süre içinde çok sevdiği dostunun başının dertte olduğunu konferans vermesi gereken yerde onun kesik sağ elini bularak anlıyor. Langton, kendine Mal’akh adını veren, yaşamını gizli öğretilerin karanlık yüzüne adamış bir deli keşişin kurduğu oyunun içindedir artık. Dostu Peter ile onun Naotik Bilim uzmanı kızkardeşi Katherine’nin hayatını kurtarmak için masonların efsanevi piramidinin şifresini çözmesi gereklidir.
Langton’ın etrafı bir anda kimin dost kimin düşman olduğu belli olmayan üst düzey masonlar, CIA ajanlarıyla çevrilir. Efsanevi şifreye giden bir gecelik yolda, Amerika’nın masonlukla iç içe geçen yazılmamış gizli tarihi, Noetik adı verilen yeni çağın biliminin ilk ayak izleri ve etrafta çözülmeyi bekleyen onlarca bulmaca vardır. Langton’ın çözdüğü her şifre onu yeni bir şifreye, açtığı her kapı yeni bir kapıya götürür; tekrar tekrar, biteviye...
Aslına bakarsanız, Dan Brown’ın çalışmalarını, içine tarih, komplo teorisi ve birkaç bulmaca serpiştirilmiş bir tür polisiye-macera romanları olarak değerlendirmek de mümkün. Ama satış rakamları, romanların üzerinde kopan fırtınalar, bizim onlara karşı kendi kişisel komplo teorilerimizi oluşturmamıza yol açar nitelikte. Dan Brown’a karşı bütünüyle kuşkudayız! Kayıp Sembol’ün hikayesi içinde yürümeye devam edelim. Farmasonlarla bağlantılı yeni ve gizemli bir Amerikan tarihine dair göndermeler içeriyor kitap. Daha doğrusu Amerikalıların en büyük yaralarına, tarihsizlik hissine, tuz basıyor, diyebilirim. Bizim de bir tarihimiz var diyor Brown, hem de ne tarih! Bu söz konusu tarihin içini doldurmakta da hiç güçlük çekmiyor. Avrupa kilisesinin baskılarından kurtulmak isteyen aydınların, dindarların kurdukları büyük, yeni medeniyet, tek dünya devleti hedefinin ilk adımı olarak büyük Amerika hayali... Bu hayali canlandırıp gerçekleştirmeye devam etmek için de sadece geçmişe değil, geleceğe de yani bilime de bakmak gerekiyor tabii. Söz konusu yeni bilim, insanlığı inançtan ayıran o körü körüne akılcı eski bilim anlayışı değil, ezoterik bilgelikle uyum içinde olan, insanı bir kez daha tanrılaştıracak yeni bilim, yani Noetik. Dinle bağlantılı, bizi antik çağların inançlarına yönlendiren bu türden bilimsel göndermeler Brown için yeni değil, özellikle Melekler ve Şeytanlar romanını bu düşünce üzerine kurduğunu hatırlatayım. Cern’deki fizikçiler, yaptıkları ileri araştırmalarda büyük yaratıcıyı bilimin içinde yeniden buluyorlardı... Kimileri Brown’u Hıristiyanlığın en büyük düşmanı olarak suçluyor. Kanımca son derece haksız bir suçlama bu. O, olsa olsa kilisenin bugünkü işleyişine muhalif bir yazar, ve hiç şüphesiz okurlarını gelecekteki büyük Batılı-Teknolojik-Hıristiyan tek dünya anlayışına hazırlıyor. Bu anlamda da Hıristiyanlığın en büyük dostu! İçlerinde Dan Brown’un da yer aldığı birileri, belli ki bu dini kaybetmemek için ona yeni anlamlar yükleyerek daha güçlü yaşatmanın yollarını harıl harıl aramaktalar...
Bütün bunlar bir yana polisiye-macera türünün içinde geçen klişe aşk motiflerine alışık bünyelerimize bir parça da olsa gönül eğlencesi vermemekte direnen bir yazar Dan Brown. Kahramanımız Robert Langton’un her macerasında ona eşlik eden zeki, kültürlü, güzel ve yardıma muhtaç kadınlar oluyor elbette, ama yazar bir adım ötesini göstermiyor kimseye. Pek çok eleştirmenin hemfikir olduğu gibi Dan Brown aşka ve cinselliğe dair yazmayı hiç mi hiç beceremiyor.
Gelelim romanın Türkiye’de geçen bölümüne..
Herkes üzerinden şöyle bir yazıp geçiyor ama açık açık söylemek gerekirse bu bölümler (bölüm de denemez ya topu topu birkaç cümle) Geceyarısı Ekspresi’nin kısaltılmış bir yeni versiyonu gibi. Brown’ın Türkiye’ye bakış açısı gayet belli. Herhangi bir az gelişmiş Ortadoğu ülkesi... Kitapta geçen Kartal Soğanlık F Tipi Cezaevi, insan hayatına değer verilmeyen berbat bir hapishane. Hapishanenin müdürü para için ruhunu satmaya hazır, can sıkıcı bir şark kurnazı, işte bu kadar. Bu, bize yabancı gelen, olmayacak bir şey değil tabii, elbette olabilir. Ama romanın içine sinmiş, o sözde tüm kültürleri, tüm dinleri kapsayan hoşgörülü “tek dünya devleti” hayalinin içinin nasıl da estetize edilip daha da idealleştirilmiş Hıristiyan-Batı hakimiyetine dayandığının bir küçük izini görüyoruz burada. Dan Brown’un batılı gözü, biz doğuluları, bakışlarıyla bir kez daha eziyor.
Peki, kayıp sembol bulunuyor mu? Brown’un diğer kitaplarından içerik olarak daha zayıf bir sona sahip Kayıp Sembol. Ve üstelik ne yazık ki daha uzun bir sona... Açıkça söylemek gerekirse, macera bittikten sonra roman bir türlü bitmiyor. Brown hikayenin sonunun zayıf olduğunu, okura bir şeyler söylemekte yetersiz kaldığını anladıkça daha çok yazmış, yazmış sanki. Kayıp Sembol’ün sonu, tekrarlarla, aynı düşüncelerin, okuyucuyu bir nevi aptal yerine koyarak, daha ayrıntılı açıklamalarıyla doldurulmuş bir hali.
Brown’u hedefi belli ki çok satmanın, çok okunmanı yanı sıra modern zamanlara seslenen yeni mitler yaratmak. Seslendiği boşluğu bazı anlamlarda tam onikiden vurduğu da belli. Fakat, edebi yaratımını her şeyin ötesinde tutmayı beceremeyen tüm yazarlar gibi, unutulmaya mahkum. Tıpkı onun romanlarını okuyanların, ertesi gün okuduklarına dair herhangi anlamlı bir şey anımsamamaları gibi...