Cüneyd Suavi

  • Konuyu Başlatan Konuyu Başlatan yadois
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi

yadois

Kullanıcı
Katılım
20 Şub 2010
Puanları
0
1948 Yılında Adapazarı'nda doğdu. İlk ve orta öğrenimini bu şehirde tamamladı. Daha sonra, günümüzde Mimar Sinan Üniversitesi olarak bilinen Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'ni yüksek mimar ünvanıyla bitirip Sakarya Üniversitesi'nde asistanlığa başladı. İleriki yıllarda profesörlüğe kadar yükselen Cüneyd Suavi, evli ve üç çocuk babasıdır.

Zafer Dergisi'nde 1982 yılından beri hikayeleri yayınlanan yazarın en tanınmış eseri, Hayatın İçinden adlı hikaye kitabıdır. Türk insanı tarafından büyük bir rağbet gören bu eserin tamamı Korece'ye; bir bölümü de İngilizce, Almanca, Rusça, Arapça, Arnavutça, Tatarca, Özbekçe ve Makedonca'ya çevrilerek dünyanın dört bir yanına ulaşmıştır. Bu eserin devamı olan Hayatın İçinden-2 adlı kitap da, 2003 yılında basılmıştır.

Eserleri

Cüneyd Suavi'nin Kırk Gram Tebessüm, Mucizeler, Bilmeceler ve Çocuklar İçin Peygamberler Tarihi adlı eserleri dışında, .ocuklar için yazdığı İki Çuval Altın, Huzur Ormanı, Gökten İnen Balık, Cennete Davet ve Sevgi Marketi adlarını verdiği beş hikaye kitabı daha bulunmaktadır.

Yazarın , Selim Gündüzalp ve Ali Suad ile birlikte hazırladığı Hazır Cevaplar-1 ve 2 adlı iki kitabı daha vardır.

KALP
Delikanlı alaca karanlıkta yürürken, yumuşak bir şeye çarptığını fark etti. Eğildi baktı... Aman ALLAH'ım.!.. Ayaklarının arasında, yuvasından ustalıkla sökülmüş bil kalp duruyordu. Tıpkı resimlerdeki gibi diri ve anlıydı. Onu büyülenmişçesine avuçlarına aldığında, dehşetinden çıldıracak gibi oldu. Kalp tıp tıp atıyordu ve sıcacıktı. Delikanlı, sanki ellerine yapışıp bir başka uzvu haline geliveren kalpten kurtulmak
istiyor, fakat ne olduğunu kestiremediği duygular tarafından engellendiğini hissediyordu. Bir müddet sonra sakinleştiğinde, onun sahibini bulmak için en yakındaki evin kapısını çaldı ve zincir aralığından bakan genç kıza:

- Bu kalp sizin mi? diye sordu. Biraz önce buldum onu. Kız, mahçup bir ifadeyle:

- Ben kalbimi, üç ay önce rastladığım bir vefasıza kaptırdım, dedi. Yandaki eve sorun, onların olabilir. Kızın gösterdiği ev, göz kamaştırıcı bir villaydı. Kapıyı açan hizmetkarlar, onu üst kata çıkartarak evin
beyine götürdüler. Delikanlı, yumuşacık halıların üzerine damlayan kanları ayağıyla örtmeye çalışırken:

- Bu kalp sizin mi acaba? diye sordu. Hala atıyor da...

Beyefendi, ışıl ışıl parıldayan kristal kadehinden höpürtülü bir yudum çekerek:

- Ben kalbimi dünyaya sattım canikom, diye sırıttı. Komşu evde bir
meczup var,o bilir sahibini.

Delikanlı, hızla soğumaya başlayan ve atışları gittikçe yavaşlayan kalbi bitişik kulübedeki ihtiyara koşturarak:

- Bu sizin mi? diye sordu. Çabuk olun. Neredeyse duracak. Yaşlı adam, okumakta olduğu Kur'anı yavaşça kapatırken:

- Ben kalbimi, her şeyimle birlikte ALLAH'a verdim evlad, diye gülümsedi. Elindekinin sahibini neden gidip anne ve babana sormuyorsun? Her ikisi de yaşlanıp bunadı, diye üfüldendi genç. Bir bebek gibi alaka görmek istediklerinden, üç gün önce kavga edip onları terketmiştim. İhtiyar adam, büyük bir üzüntüyle:

- Terkettin ha!... diye mırıldandı. Terkettin demek. Delikanlı, söylenenlere karşı kayıtsız görünüyordu. Oysa ki yaşlı adam, beklediği cevabı çoktan almıştı. Delikanlıya doğru emin adımlarla ilerledi ve iki eliyle
kavradığı gömleğini bir hamlede yırtarak açıverdi. Delikanlının sol göğsünde, avuçlarında tuttuğu kalp büyüklüğünde kanlı bir boşluk vardı.

 
yeni aldığım çifteyi denemek için arkadaşlarımla birlikte ava çıkmaya hazırlanıyordum. bir gün öncesinden
dış kapının yanına koyduğum çantayı görünce heyecanlanıyor ve onu tıka basa bıldırcınla dolduracağıma inanıyordum.
o gece erkenden yattım. rüyamda ertesi günkü avı göreceğimden emindim. fakat birkaç saat sonra ufak oğlumun ağlamasıyla uyandım.
ateşler içinde yanıyordu.
annesi:
- kızamık olmalı, dedi. herhalde komşumuzun çocuğundan geçmiştir.
canım fena halde sıkılmıştı ve söylenmeye başlamıştım:
- tam hasta olacak zamanı buldu velet, dedim. kırk yılda bir ava gidecek oldum.
eşim:
- gitmesen iyi olur, dedi. üstelik yarın pazar, her yer kapalı biliyorsun.
- ben anlamam, dedim. söz verdim gideceğim.
nitekim öyle de yaptım. arkadaşlarımla birlikte av yerine geldiğimizde, onlardan ayrılarak gezinmeye
başladım. bir kaç saat sonra iyice yorulmuş ve ümidimi büyük ölçüde kaybetmiştim.
aniden 5-10 metre önümden iri bir kuşun havalandığını gördüm. beklediğim bıldırcındı bu.
tüfeğimi heyecanla doğrultarak iki fişeği birden arka arkaya patlattım. vuramamıştım.
kuş, tüfeğimin ormanda yankılanan sesini sanki hiç duymamış ve biraz uçtuktan sonra dönerek aynı yere konmuştu. tüfeğimi doldururken ona baktım.
hiç kımıldamadan duruyor ve sanki bana meydan okuyordu. yoksa o da mı acemi olduğumu anlamıştı.
- bu sefer işin tamam, diyerek nişan aldım ve tetiğe dokundum. tüyleri bulut gibi dağılmış ve bulunduğu
yerden birkaç metre öteye yığılmıştı. bir kahraman edasıyla yanına gittim. darmadağın olan vücudunda yenecek bir taraf kalmamıştı. herhalde
çok yakından ateş etmiştim. kanadından tutup bir tarafa atarken:
- benden korkmamanın cezasını çektin dedim. üstelik bir işe de yaramadın.
birden yandaki çalıların içinden gelen seslerle irkildim. küçük bir yuva içindeki kuş yavrularıydı bunlar.
tüyleri henüz kabarbaya başlamış ve üşümemek için birbirine sokulmuşlardı. hepsi avazı çıktığı kadar bağırarak sanki bana lanaet ediyorlardı.
tüfeğimi bir kenara fırlatırken:
- aman allahım!.. dedim. ne yaptım ben?
yuvanın bulunduğu çalılık, vurduğun kuşun dönüp dolaşıp konduğu yerdi. ve o küçük kalbindeki şefkat yüzünden ölüm pahasına da olsa yavrularunı
terk etmemişti.
tekrar yuvadaki yavrulara baktım. evde, ateşler içinde terkettiğim yavrum gibi titriyorlardı.
 
Kırk Gram Tebessüm kitabını okumuştum.
İçinde hikayeler vardı yanlış hatırlamıyorsam...
Çok beğenmedim ama yaratıcı bir yazar.
 
Televizyonda dinî bir program seyrediyorum. Ekrandaki kişi, ilâhiyat fakültelerinin birinde dekan olmalı. Eski asırlardaki mâneviyat büyüklerinden bahsederken:

– Onlar, göz ucuyla da olda nîsâ tâifesine bakmazlarmış, diyor. Nerede şimdi o büyük evliyâlar?

Duyduğum sözler damarıma dokunuyor. Ve her Müslüman’ın yapması gereken bir şeyin hiç yapılmıyormuş gibi gösterilmesi, beni tâ can evimden vuruyor. Biraz düşündükten sonra müthiş bir karar alıyor ve kendi kendime söz veriyorum: Hocanın “nîsâ tâifesi” dediği hanımlara, konuşmak için bile olsa bir hafta boyunca bakmayacak ve zamanımızda da büyük evliyâlar olduğunu ispatlayacağım.

Program bittikten sonra ekmek almak için dışarı çıkıyorum. Daha merdivenleri inerken, alt kata yeni taşındığını söyleyen kiracılarla karşılaşıyorum. Evde ne kadar kadın, kız, çoluk, çocuk varsa hepsi kapıda. Hanımlardan biri, benim Türkiye sınırlarını aşan sohbetimi duymuş olmalı. Daha görür görmez:

– Vayyy!… Cüneyd bey, diyor. Kızlarımın tarifinden tanıdım. Çay içmeye geleceğiz inşallah.

Ben aldığım karar gereği hemen başımı eğerken:

– Hoş geldiniz efendim, diyorum. İnşallah memnun kalırsınız komşuluğunuzdan.

Duyduğum seslerden, kalabalığın içinde bir de erkek çocuk olduğu anlaşılıyor. Ona bakayım derken kazayla hanımları da görürüm diye gözlerimi kaldıramıyorum yerden. Çocuk, ablası olacak kızlardan birine fısıldayıp:

– Ben sana, bu adamın kendini beğenmiş bir züppe olduğunu söylemiştim, diyor. Yüzümüze bile bakmıyor kasıntı.

Hemen arkasından yaşlı bir kadın sesi:

– Vah evlâdım vah, diyor. Ne kadar da mahcupmuş zavallıcık. Anlaşılan küçükken çok dövmüşler.

Her evliyânın başına gelen sıkıntılar benim de başıma geliyor tabi ki. Aceleyle merdivenlerden iniyor ve sokağa atıyorum kendimi. Metodum gayet basit: Yürürken sadece yere doğru bakacak ve bana doğru yaklaşan kişilerin ayakkabılarından erkek olduğunu anladığımda, başımı kaldırıp rahatça yürüyebileceğim.

Bu büyük buluşumu uygulamak üzere daha birkaç adım attığımda, neye uğradığımı şaşırıyorum. Moda mıdır nedir bilmiyorum ama, hanımların çoğunda pantolon var. Altlarında da aynen benimkiler gibi ucu küt. Tabanı geniş erkek ayakkabısı veya koca koca asker postalları. Anlaşılan dikkatli olmalıyım. Başımı hiç kaldırmadan giderken, yanımdan geçen kadınların seslerini duyuyorum. Bir tanesi arkadaşına hitaben:

– Bu adamda bir tuhaflık var ayol, diyor. Boşuna dememişler “dost başa, düşman ayağa bakarmış” diye.

Diğer kadın, daha farklı görüşte. Benden uzaklaşıp duvar dibine kaçarken:

– Benim de gözüm tutmadı kardeş, diyor. Belli ki çapkının teki. Yere bakan, yürek yakan cinsindendir mutlaka.

Ben, yine evliyâ sabrıyla ve aynı şekilde yürürken, birden ne olduğunu anlayamadan kendimden geçiyor ve ilaç kokulu bir yerde gözlerimi açıyorum. Yattığım yerin etrafında, beyaz elbiseli genç kızlar dolanıyor. Verdiğim söz gereği hemen gözlerimi kapatarak nerede olduğumu kestirmeye çalışırken, hastanede olduğumu anlıyor ve başucumdaki hemşirelerin konuşmalarına kulak veriyorum. Kızlardan biri, gözlerimin kapandığını farkedince:

– Yine kendinden geçti zavallı, diyor. Bu üçüncü bayılışı. Önündeki elektrik direğini görmemiş.

Hemşirelerin yanında, bir de erkek bakıcı olmalı. Sinir sinir gülüp:

– Biraz önceki elektrik kesintisi, demek ki bu yüzden gelmiş diyor. Adamın kafasındaki şişliğe bakılırsa, Allah bilir devirmiştir direği.

Ayağa kalkabilsem, ben neyi devireceğimi çok iyi biliyorum ama ne mümkün. Başım dönme dolap gibi dönüyor, beynim feci zonkluyor.

Biraz sonra bir erkek doktor geliyor yanıma. Ve beni görür görmez:

– Geçmiş olsun Cüneyd abi, diyor. Çok fena çarptığın için sağ gözünü bandajladık. Bir müddet tek gözle idare et.

Neyse, zor da olsa biraz sonra çıkıyorum oradan. Ama artık akıllandığım için yere falan baktığım yok. Yeni metoduma göre, sağlam kalan sol gözümle yol kenarındaki apartmanların üst katlarına bakacak ve karşıdan gelen insanları siluet olarak farkedip yolumu bulacağım.

Yeni planımın çok başarılı olduğunu düşünürken, seslerinden anladığım kadarıyla manavdan alışveriş yapan bir kadın, yanındaki arkadaşına beni gösterip:

– Şu terbiyesize bak, diyor. Tek gözlü olduğuna aldırmadan balkondaki kızları seyrediyor. Öbür gözün de kör olsun inşallah.

Can sıkıntısından sıcak sular boşalıyor tepemden. Ne kadar masum olduğumu nereden bilsin zavallı. Ben, söylenenlere sabretmeye çalışarak yine üst katlara bakarken, sanki o yükseklerden düşüyormuş gibi bir halle tekrar geçiyorum kendimden.

Anlaşılan yine hastanedeyim. Biraz önceki hemşirelerden biri:

– Hayret ya! diyor. Bu yine aynı adam. Kanalizasyon çukuruna düşmüş bu sefer.

Bir anda anlıyorum başıma gelen felaketi. Üstüm başım, çöplüklerden beter kokuyor, bütün kemiklerimle birlikte sağlam zannettiğim gözüm de sızlıyor. Hastaneden bir an önce kaçabilmek ve eve dönüp temizlenebilmek için sağa sola bakınırken, bir türlü göremiyorum etrafımı.

Yine aynı doktor:

– Boşuna uğraşma abi, diyor. Morardığı için öbür gözünü de bandajladık. Bir haftacık sabretmen gerekiyor.

Ben, bu süre içinde ne yapacağımı düşünürken, daha önceki hastabakıcı hemşirelere laf atarak:

– Cüneyd abi size fena tutuldu, diyor. Baksanıza saatte bir uğruyor.

Bu adama sinirimden ateşler basıyor yüzümü. İyileşir iyileşmez hastaneye üçüncü kez uğrayıp onun gözlerini de benimkine benzeteceğim kesin. Her ne ise, beni bir ambulansa bindirip eve gönderdiklerinde, alt kattaki komşularımıza rastlıyorum yine. Sanki beni bekliyorlar kapıda. Hanım ve kızları, “geçmiş olsun” dileklerini ayrı ayrı iletirken, çocukları olacak o haylaz velet, yine haince fısıldıyor ablasının kulağına:

“Bizim züppe cezasını bulmuş” diyerek.

Komşularımızın yardımıyla merdiveni çıkıp içeri girerken, kendi kendime verdiğim sözü bir hafta boyunca eksiksiz olarak tutacağım için yine de seviniyor ve “Evliyâ sözü, işte böyle olur” diye kasılıyorum.

Gözlerim açıldığında, ne yapacağımı şimdilik bilmiyorum. Ama bir haftalık da olsa, evliyâlık güzel birşey değil mi?


40 Gram Tebessüm – Zafer Yayınları
 
Flamingo' Alıntı:
Kırk Gram Tebessüm kitabını okumuştum.
İçinde hikayeler vardı yanlış hatırlamıyorsam...
Çok beğenmedim ama yaratıcı bir yazar.
evet hikaye yazıyor. ben o kitabı okumadım ama genel olarak hikayelerini beğeniyorum. hikaye yazmak zordur. dediğin gibi yaratıcılık gerektiriyor ama birde kısa ve öz yazılması gerektirdiğinden ayrıca bir dile hakimiyette gerekiyor.
 
Geri
Üst