E
eftelya
Kullanıcı
“Yaşam” kelimesi alabildiğine sıcak, alabildiğine enerji dolu, alabildiğine heyecan dolu bir kelime. Öylesine parlak, öylesine güçlü ki, “yaşam”ı yaşarken farkına bile varmıyoruz. Tıpkı pırıl pırıl, ışıl ışıl bir bahar günü, güneşi farketmeyişimiz gibi. Sanki etrafı aydınlatan, adeta ışığa boğan güneş değilmiş gibi. Sanki güneş olmasa da olur der gibi.
Çoğumuzun bildiği bir fıkra ama, konuyla bağlantılı olduğu için en azından hatırlamış olalım.
Temel’e sormuşlar, “Güneş mi, yoksa ay mı daha önemlidir?” diye. Temel hiç düşünmeden cevap vermiş: “Tabii ki ay!”
“Neden?” demişler. Temel, yine hemen cevaplamış:
“Çünkü ay geceleyun çıkar, etrafu aydinlatur da!”
Yaşam ve güneş.
Güneşi değil de gece çıkan ayı değerli kılan gerekçe, aslında yaşamı değil de sun’i ve yapay yaşamları değerli kılan gerekçe hemen hemen aynı.
Yapay olan şeyleri gerçeğine yakın ve benzer olduğu oranda değer vermek; ama gerçeğine önem atfetmemek! Çünkü gerçeği zaten var! Zaten bol! Ve maalesef…..değersiz!
Tekrar “yaşam” kavramına dönelim.
Yaşamın göz alıcı aydınlığı ve ışığı, sahte ve göz boyayıcı yaşam taklitleri çoktan yerini bırakmış. Göz göre göre, bile bile yapaylık ve görsellik öylesine popüler ki, artık gerçek yaşam yaşam olmaktan çıkmış.
Son günlerde yapay yaşamların artık devasa “Merkez”leri de kuruluyor. Gazetelerde, dergilerde, televizyonlarda boy boy “Yaşam Merkezleri”ne yer veriliyor. İnsanlar kitleler halinde bu merkezlerde yaşamaya, az da olsa vakit geçirmeye çağrılıyor.
“Fareli köyün kavalcısı” rolünü üstlenen magazin medyamızın telkin ve yönlendirmeleri, pek çoğumuzun dünyasına bu “Yaşam Merkezleri” olgusunu çoktan yerleştirdi. Artık bir “Yaşam Merkezi”ne gitmiş olmak bir gereklilik, zorunluluk.
Nedenini sormaya ne hacet?
Bu merkezlerde neler yok ki?
Bakın dev bir “Yaşam Merkezi”nin tanıtım yazısında neler aktarılıyor:
En başta, yılın her zamanı iklimin tadını çıkarma imkânı sunuluyor. Yazın serinliği, kışın sıcaklığı doyasıya yaşayabiliyorsunuz. Sanki bir dünya. Sanki dünya ötesi bir yer. Sanki ayrı bir gezegen.
İçinde binlerce metrekarelik bahçeler, yürüyüş ve gezinti parkurları bulunuyor.
Yüzlerce mağaza barındırıyor.
Onlarca sinema salonu, yüzme havuzu, eğlence yerleri, restoranlar var.
Gidenleri şaşkına çeviren, hattâ büyüleyen alabildiğince görkemli, parıltılı ve ışıltılı özellikler. Hepsi ve daha fazlasının “Yaşam kalitesini artırmak” maksadıyla yapıldığı iddia ediliyor.
Yaşam merkezlerinin en önemli, ama en geri plana itilen özelliği ise, süper ve hiperlerini duymaya alıştığımız, ama bunların çok çok üzerinde dev birer “Alışveriş Merkezi” olmaları. Yani “Yaşam Merkezi” isimlendirmesindeki “Merkez”i bir kenara bırakırsak geriye şöyle bir formül kalıyor:
Yaşam=Alışveriş.
Ailesiyle, arkadaşıyla, dostuyla kırlarda, doğada gezinti yapmak veya şehrin içindeki tarihî kültürel yerleri ziyaret etmek yerine tercihini “Yaşam Merkezi” lehinde kullanan insanlarımızın kesinlikle yaptığı iki şey var.
Birinci olarak, az veya çok alışveriş yapıyor; öyle veya böyle harcayabildiği kadar para harcıyor.
İkinci olarak da gittiği Yaşam Merkezinde doyasıya “Yaşamcılık” oynuyor
VELİ SIRIM
Çoğumuzun bildiği bir fıkra ama, konuyla bağlantılı olduğu için en azından hatırlamış olalım.
Temel’e sormuşlar, “Güneş mi, yoksa ay mı daha önemlidir?” diye. Temel hiç düşünmeden cevap vermiş: “Tabii ki ay!”
“Neden?” demişler. Temel, yine hemen cevaplamış:
“Çünkü ay geceleyun çıkar, etrafu aydinlatur da!”
Yaşam ve güneş.
Güneşi değil de gece çıkan ayı değerli kılan gerekçe, aslında yaşamı değil de sun’i ve yapay yaşamları değerli kılan gerekçe hemen hemen aynı.
Yapay olan şeyleri gerçeğine yakın ve benzer olduğu oranda değer vermek; ama gerçeğine önem atfetmemek! Çünkü gerçeği zaten var! Zaten bol! Ve maalesef…..değersiz!
Tekrar “yaşam” kavramına dönelim.
Yaşamın göz alıcı aydınlığı ve ışığı, sahte ve göz boyayıcı yaşam taklitleri çoktan yerini bırakmış. Göz göre göre, bile bile yapaylık ve görsellik öylesine popüler ki, artık gerçek yaşam yaşam olmaktan çıkmış.
Son günlerde yapay yaşamların artık devasa “Merkez”leri de kuruluyor. Gazetelerde, dergilerde, televizyonlarda boy boy “Yaşam Merkezleri”ne yer veriliyor. İnsanlar kitleler halinde bu merkezlerde yaşamaya, az da olsa vakit geçirmeye çağrılıyor.
“Fareli köyün kavalcısı” rolünü üstlenen magazin medyamızın telkin ve yönlendirmeleri, pek çoğumuzun dünyasına bu “Yaşam Merkezleri” olgusunu çoktan yerleştirdi. Artık bir “Yaşam Merkezi”ne gitmiş olmak bir gereklilik, zorunluluk.
Nedenini sormaya ne hacet?
Bu merkezlerde neler yok ki?
Bakın dev bir “Yaşam Merkezi”nin tanıtım yazısında neler aktarılıyor:
En başta, yılın her zamanı iklimin tadını çıkarma imkânı sunuluyor. Yazın serinliği, kışın sıcaklığı doyasıya yaşayabiliyorsunuz. Sanki bir dünya. Sanki dünya ötesi bir yer. Sanki ayrı bir gezegen.
İçinde binlerce metrekarelik bahçeler, yürüyüş ve gezinti parkurları bulunuyor.
Yüzlerce mağaza barındırıyor.
Onlarca sinema salonu, yüzme havuzu, eğlence yerleri, restoranlar var.
Gidenleri şaşkına çeviren, hattâ büyüleyen alabildiğince görkemli, parıltılı ve ışıltılı özellikler. Hepsi ve daha fazlasının “Yaşam kalitesini artırmak” maksadıyla yapıldığı iddia ediliyor.
Yaşam merkezlerinin en önemli, ama en geri plana itilen özelliği ise, süper ve hiperlerini duymaya alıştığımız, ama bunların çok çok üzerinde dev birer “Alışveriş Merkezi” olmaları. Yani “Yaşam Merkezi” isimlendirmesindeki “Merkez”i bir kenara bırakırsak geriye şöyle bir formül kalıyor:
Yaşam=Alışveriş.
Ailesiyle, arkadaşıyla, dostuyla kırlarda, doğada gezinti yapmak veya şehrin içindeki tarihî kültürel yerleri ziyaret etmek yerine tercihini “Yaşam Merkezi” lehinde kullanan insanlarımızın kesinlikle yaptığı iki şey var.
Birinci olarak, az veya çok alışveriş yapıyor; öyle veya böyle harcayabildiği kadar para harcıyor.
İkinci olarak da gittiği Yaşam Merkezinde doyasıya “Yaşamcılık” oynuyor
VELİ SIRIM