Serdar Yıldırım Hikayeleri

  • Konbuyu başlatan Serdar Yıldırım
  • Başlangıç tarihi

Konu hakkında bilgilendirme

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Özgün Kalemler kategorisinde Serdar Yıldırım tarafından oluşturulan Serdar Yıldırım Hikayeleri başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 4,621 kez görüntülenmiş, 50 yorum ve 1 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Özgün Kalemler
Konu Başlığı Serdar Yıldırım Hikayeleri
Konbuyu başlatan Serdar Yıldırım
Başlangıç tarihi
Cevaplar
Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan Serdar Yıldırım
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
SOLAR GEZEGENİ
Solar Gezegeni Başkanı No:1 çok yaşlanmıştır ve hastadır. Yıllardır çektiği bu hastalığın bir türlü çaresi bulunamamaktadır. Son günlerini yaşadığını düşünen No:1, başkanlık için seçime gidilmesini ister. Büyük oğlu No:2, ortanca oğlu No:3 ve küçük oğlu No:4 arasındaki amansız mücadeleyi hasta yatağında yaşlı gözlerle izler. Büyük Kongre’nin toplandığı gün konuşma yapmakta olan No:4, No:2 tarafından vurularak öldürülür. Delegeler birbirine girer. No:3 yakın arkadaşlarıyla birlikte canını zor kurtarır. Bir uzay gemisine binerler ve giderler.
Kızının kocası Zxes taraftarı olduğu No:4’ün öldürülmesi üzerine intikam almaya yemin eder. No:2 tutuklanarak hapse atılır. Gezegenin selameti için sağlığına tekrar kavuşması gerektiğine inanan No:1 en güvendiği adamlardan üçünü hastalığının çaresini bulmak için, uzayda araştırma yapmaya gönderir. Kaptan Zozo ve ekibi, bir uzay gemisine binip yola çıkarlar. Pek çok gezegende araştırma yapmalarına karşın, girişimleri başarısızlıkla sonuçlanır.
Dönüş yolunda bir gezegende No:3 ve arkadaşlarına rastlarlar. Kaptan Zozo, No:3’ü geri dönmeye ikna eder. Solar Gezegeni’ne geldiklerinde No:1’in birkaç gün önce öldüğünü öğrenirler. Buna çok üzülen No:3, Kaptan Zozo’nun yardımcı olması sonucu kendisini toparlar ve yeni başkanın seçilebilmesi için, Büyük Kongre’yi toplantıya çağırır. Toplantıda ilk konuşmayı Kaptan Zozo yapar ve delegeleri sakin olmaya, akıl ve mantık çizgisinden ayrılmamaya davet eder. Kaptan Zozo’nun etkili ve canlı konuşması, delegeleri yatıştırır. No:3’ün ve bazı delegelerin konuşmasından sonra yapılan seçimle No:3 başkan seçilir.
Yeni başkanın göreve başlamasından kısa bir süre sonra Zxes bir fırsatını bularak No:2’nin tutuklu olarak bulunduğu yere girer. Amacı, No:2’yi öldürüp, No:4’ün intikamını almaktır. Fakat, No:2 bir hile ile Zxes’i öldürür ve hapisten kaçar. No:2 komşu gezegenlerde başkanlığı ele geçirebilmek için, kendisine boş yere taraftar arar. Hiç kimse gezegenler arası barış ve huzurun bozulmasını istemez. No:2 bir gezegende karıştırıcılık yapmak isterken çıkan çatışmada ağır yaralanır, birkaç gün sonra da ölür. Başkan No:3, Kaptan Zozo’nun eşsiz yardımlarını unutmaz ve onu kendisine yardımcı olarak seçer. Birlikte gece-gündüz çalışırlar ve Solar Gezegeni’ne mutluluk verirler.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
SAZ ÇALAN KAZIM
Köyün birinde köylünün birinin kaz sürüsü vardı. Zaten adamda kaz çobanıydı ve adı Kazım’dı. Koyun güder gibi kaz güdüyordu. Kaz çobanı önüne katmış kazları giderken durup türkü söylemeye başlayınca kazlar etrafına toplanıyor ve onu dinliyorlardı. Böyle sazsız, cazsız, müziksiz türkü söylemek Kazım’ı mutsuz ediyordu. Kazım bir gün arkadaşlarından izin alarak köyden ayrıldı ve şehre saz almaya gitti.
Kazım şehirde aradı, taradı ve sonunda saz satan bir dükkan buldu. Saz dükkanın önündeki sandalyenin üstüne konmuştu. Kazım sazı aldı, sandalyeye oturdu ve çalıp söylemeye başladı. Kazım buydu işte, sazsız Kazım, Kazım’sız saz olmazdı. Kazım sazın tellerine vurdukça bir sürü insan dükkanın önünde toplandı. Yola oturan mı ararsın, ağlayan mı ararsın, ayılan-bayılan mı ararsın hepsi vardı. Dükkan sahibi kapının önünde dikilmiş kalmış, olanları hayret dolu bakışlarla izliyordu. Daha sonra durumdan faydalanmayı düşündü ve bakkaldan bir kutu kesme şeker alıp dinleyenlere dağıtmaya başladı. Bedavaya değil canım hediyesi 1 lira. Yeni biri gelip kenara çömelirse dükkan sahibi onun yanında bitiyor ve şeker kutusunu burnuna dayıyordu: “ Dinlerken ağzın tatlansın bey abi, ücreti 1 lira, kulak kirası. “
Akşam olduğunda bir aylık kazancını bir günde doğrultan dükkan sahibinin ağzı kulaklarına kadar açılıyordu.

Kazım sazı dükkana bırakıp ilerideki bir bahçede yarı uykulu, yarı uyanık geceyi geçirdi. Sabah erkenden dükkanın önüne geldi, dükkan kapalıydı ama yarım saat sonra açıldı. Kazım sazı aldı ve kapı önündeki sandalyeye oturup saz çalmaya, türkü söylemeye başladı. Sesi duyan, sazı duyan geliyordu. İstek türkü, şarkı olursa Kazım onları da çalıp söylüyordu. Kazım gelişinin beşinci gününün akşamı dükkan sahibine köye arkadaşlarının yanına döneceğini, giderken sazı başarı ödülü olarak vermesini istedi.
Buna dükkan sahibi karşı çıktı: “ Olmaz, ödül falan yok. Sana bu sazı satarım ama parayla. 1.000 lira. O da senin için, tanıdık diye. “
Kazım: “ Ne, 1.000 lira mı? Sen araba mı satıyorsun arkadaş? Beş gün önce sazın üstündeki etikette 100 lira yazıyordu. “
Dükkan sahibi: “ O beş gün önceydi. Zam yaptım. Saz 1.000 lira. Alırsan. “
Kazım: “ Tüh sana. Her gün bin kişi dinlese tanesi 1 liradan beş günde 5.000 lira kazandın. Bana beş para vermedin. Bari sazı ver. “
Dükkan sahibi: “ Olmaz Kazım, saz 1.000 lira. Sazı verirsem zarar ederim. “
Kazım adama baktı, baktı ne dese az gelecek, bir şey söylemedi ve hızlı adımlarla yürüdü, gitti.

Ertesi gün öğle vakitleri Kazım dükkanın önünden geçiyordu. Baktı adam içeride kafayı önüne eğmiş, gazete okuyor. Dükkanın önündeki sandalyede duran sazı kaptığı gibi kaçmaya başladı. Adam anında ayağa fırlayıp dükkanın önüne çıktı ve avazı çıktığı kadar: “ Kazım sazı çaldı kaçıyor, Kazım sazı çaldı. “
Olaydan haberi olup yoldan geçmekte olan biri: “ Evet, dün Kazım’ı dinledim. Pek güzel saz çalıyor canım bu Kazım. “
Bir başkası: “ Pardon ve de bravo, beş gün işe gitmedim, onun saz çalmasını, türkü söylemesini dinledim. Bu kadar olur. “
Dükkan sahibi: “ Benim sazı çaldı diyorum size. Çaldı kaçıyor. “
Az önceki adam: “ Hep biliyorduk. Daha dün sazı çalıyor ama saz benim diyordun. Saz senin o çaldı, herkes farkında. Çalmasını istiyordun ya o da çalıyordu. Saz çalan Kazım işte bu. “
Kazım köye döndü. Artık beş gün sabahtan akşama konser vererek, alın teri dökerek elde ettiği saz yanındaydı. O, doğuştan yetenekliydi. Çok iyi saz çalıyordu, şurup gibi akıyordu gönüllere, çok iyi türkü söylüyordu, can veriyordu ömürlere.

SON
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
ZAVALLI ÇOBAN
Bundan yıllarca önce, köyün birinde yetim bir çoban yaşarmış. Anası, babası, kimi kimsesi yokmuş. Sabahları gün ağarırken kalkar, ekmeğini, soğanını, peynirini, kavalını torbasına koyar, koyunlarını evinin yanındaki ağıldan çıkarır, eline sopasını alır, köpeği Karabaş’ la birlikte erkenden yola çıkarmış. Çimenin, çayırın bol olduğu yerlerde koyunları otlatır, öğle üzeri dere kenarında oturup yemeğini yedikten sonra kendi yaptığı kavalı çalar, türkü çağırırmış. Akşamüstü gün kararırken koyunları toplar, evine geri dönermiş. Bu böyle haftalarca, aylarca sürmüş.

Bir gün sabah erkenden koyunlar önde, kendisi arkada giderken yol kenarında sırma saplı, altın yaldızlı bir kaval bulmuş. Kavalı yerden almış, öttürmüş, sesi pek hoşuna gitmiş: “ Bizim köyden kimsenin böyle kavalı yoktu. Herhalde yabancı birisi düşürmüş olacak, diye düşünmüş. Kavalı ben buldum, benim oldu “ demiş. Eski kavalı atmış, yeni kavalı çalmaya başlamış. Daha sonraki günlerde işleri ters gitmeye başlamış. Koyunlarını hastalık kırıp geçirmiş. Elli koyundan iki ay içinde beş koyun kalmış. Zavallı çoban çok sıkıntılı günler geçirmeye başlamış. Koyun sütü içemez, peynir yapıp yiyemez, soğan bile alamaz duruma gelmiş. Ekmeğe su katık eder olmuş. Bizim koyunlar da hastalanmasın diye komşuları gelip gitmez olmuşlar.

Bir gün öğle vakti yemeğini yedikten sonra sırma saplı, altın yaldızlı kavalı çalarken uykuya dalmış. Saatler sonra köpeği Karabaşın havlamasına uyanmış. Bakmış kalan beş koyunu kurtlar götürüyor. Sopasını kaptığı gibi kurtların peşine düşmüş, yetişememiş. Yorgun argın, üzgün, perişan bir şekilde uyuyup kaldığı yere dönmüş. Başlamış dövünmeye, söylenmeye: “ Vah benim kara talihim, kötü kaderim, alınyazım. Ne güzel bir sürü koyunum vardı. Ne güzel geçinip gidiyordum. Hastalık aldı götür hepsini.Bari şu beş koyunu kurtlar kapmasaydı. Kuru ekmeğe de razıydım… Vay benim yoksulluğum, vay benim alınyazım..” diye dövünüp ağlarken aniden yan tarafında: “ Zavallı Çoban neden kadere bu kadar isyan edersin? Kader hep kederle gelir, bilmez misin? Yoksulluk alınyazısı değildir “ diyen tatlı bir genç kızı duymuş. Çok şaşırıp ayağa kalkmış, etrafına bakınmış, kimseler yokmuş. “ Öyleyse bu ses nereden geldi? “ diye düşünmüş. Yine aynı genç kız sesi: “ Zavallı Çoban, ben kavalın içindeyim ” demiş. Bunun üzerine çoban: “ Kavalın içinde misin?..Kaval konuşur mu?..Hem oraya nasıl girdin? ” diye sormuş.

Genç kız sesi: “ Ben bu ülke padişahının kızı Prenses Nazlı’yım. Saray büyücüsü herkese kötülük yapmaya başladığı için babam büyücüyü saraydan kovdu. Saray dışında gezintiye çıktığım bir gün büyücü intikam almak için muhafızlarımı öldürüp beni kaçırdı. Kara ormandaki kulübesinde bana sihirli şerbetler içirtip büyü yaptıktan sonra beni bu kavalın içine hapsetti. Sonra da “Bu kavalı bulup çalanın işleri rast gitmesin, her şeyini kaybetsin ” diye beddualar etti.Büyücünün büyüyü her gün dua ederek aynı seviyede tutması gerekiyordu.Herhalde benim konuşabilmem büyücünün son günlerde dua etmeyi unutmasından meydana geldi. Bu büyücünün büyük işler peşinde olduğunu, babamı tahtından indirip yerine geçtikten sonra komşu ülkelere saldırıp, savaş çıkarmayı planladığını gösteriyor. Şimdi beni saraya götür..”

Zavallı Çoban kaval elinde, yanında köpeği Karabaş’ la beraber günlerce yol yürüdükten sonra başkente varmış. Tahta bir sandığın içine kavalı koymuş. Saraya gitmiş. Prenses Nazlı’ dan haber getirdiğini söyleyince padişahın huzuruna çıkarmışlar. Zavallı Çoban tahta sandığı masanın üstüne koymuş. Sandıktaki kaval konuşmaya başlamış: “ Baba, ben Prenses Nazlı’ yım. Saraydan kovduğun büyücü beni kaçırdı, büyü yaptı ve beni bu sandığın içindeki kavala hapsetti. Kara ormandaki kulübesinde yaşıyor. Büyük kötülükler planlıyor. Ancak büyücünün ölmesi beni eski halime döndürebilir. Bu sandığı odama çıkarın. Zavallı çoban büyü yüzünden çok sıkıntı çekti, her şeyini kaybetti. Kendisini yedirin, içirin, giydirin; iki kese de altın verin, rahat etmesini sağlayın..”

Padişahın ilk şaşkınlığı geçtikten sonra komutanına gerekli emirleri vermiş. Komutan askerlerle birlikte gidip büyücüyü kara ormanda yakalayıp öldürmüş. Büyücünün ölmesi ile büyünün tılsımı bozulmuş. Büyü yeni dualarla beslenemediği için Prenses Nazlı birkaç gün sonra altın yaldızlı kavalın içindeki hapis hayatından kurtulmuş. Eski haline dönmüş, genç ve dünya güzeli bir kız olmuş. Zavallı Çoban sarayda okuma-yazma öğrenmiş, bilgi ve becerisini geliştirmiş. Devlet yönetimi hakkında kitaplar okumuş, dersler almış. Sonraki yıllarda yaşlı padişah vefat edince Prenses Nazlı “ Kraliçe “ olmuş, Zavallı Çoban’ a “ Vezir “ lik rütbesi vermiş. Vezirçoban, ülkenin ilerlemesine, yoksulluğun azalmasına, insanların hakça ve mutlu olarak yaşamalarına çalışmış.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Masal Bahçesi Dizisi - AFG Yayıncılık - Sayfa: 1-32
İnci Masallar - Aydede Yayıncılık - Sayfa: 38-44
Kar Tanesi Hikayeler - Pofuduk Yayınları - Sayfa: 31-42
Bal Peteği Hikayeler - Aydede Yayıncılık - Sayfa: 9-17
En Güzel Çocuk Hikayeleri - Aydede Yayıncılık - Sayfa: 20-27
Nar Kokulu Masallar - Yakamoz Çocuk - Yayın Yılı: 2015
Asistan - 5 Renk Yayınevi - Yayın Yılı: 2011 - Yardımcı Ders Kitabı

Bunlar benim bulup satın aldığım kitaplar. Kim bilir daha kaç tane var? Yayınevleri internetten alıyorlar. İşin parasal yönü yoktur. Benim amacım okuyucuya güzel eserler sunmaktır.
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
ÖZBEKİSTAN CUMHURİYETİ YÜKSEK VE İKİNCİL
ÖZEL EĞİTİM BAKANLIĞI
TAŞKENT DEVLET DOĞU ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ

Yoshlarga ko‘rsatilayotgan g’amxo‘rlik, yaratilayotgan sharoitlar ularni
puxta bilim egallab, har sohaning yetuk mutaxassisi bolib yetishishlari uchun
zamin yaratadi. Ayniqsa, oliy o‘quv yurtlarining tubdan isloh qilinishi, o‘quv
jarayonlarini jahon miqyosi darajasiga olib chiqilishi buning yaqqol misoli
hisoblanadi. Shu o‘rinda yoshlarning bilim olishga bo‘lgan ishtiyoqlari, chet
tillarini o‘rganishga bo‘lgan qiziqishlari tobora ortib bormoqda. Shu nuqtai
nazardan qaraganda oliy o‘quv yurtlaridagi adabiyotlar bilan ta’minlanganlik
darajasi ham doim e’tibor markazidadir. Garchi shunday ekan, soha
mutaxassislarining o‘z fanlari doirasida darsliklar, o‘quv qo‘llanmalari yaratishi
ayni muddaodir. Shu jihatdan qaraganda ushbu qo‘llanmaning ahamiyati kattadir. Ushbu o‘quv qo‘llanma turkologiya yo‘nalishida tahsil olayotgan 3- bosqich talabalarga mo‘ljallangan bo‘lib, mavzular dars soatlaridan kelib chiqqan holda taqsimlangan. O‘quv qo‘llanmadagi mavzular asosiy sharq tilining namunaviy hamda ishchi dasturlariga mos keladi.

( Gençlere gösterilen özen, onlar için yaratılan koşullar
kapsamlı bilgi edinmek ve her alanda olgun uzmanlar olmak
zemini oluşturur. Özellikle yüksek öğretimde radikal reform, eğitim
süreçlerini dünya ölçeğine getirmek bunun açık bir örneğidir.
Aynı zamanda gençlerin öğrenme isteği yabancıdır.
Dil öğrenmeye ilgileri artıyor. Mesele bu
yüksek öğretimde literatüre erişim açısından
seviyesi de her zaman odaktadır. Öyle olmasına rağmen, alan
uzmanlar kendi alanlarında ders kitapları ve kılavuzlar oluşturur
aynı terimdir. Bu bakımdan bu rehber çok önemlidir.
Bu ders kitabı Türkoloji öğreniminin 3. aşamasıdır.
Öğrenciler için, ders saatlerine dayalı konularla
dağıtıldı. Ders kitabındaki konular temel Doğu dillerinden örneklerdir.
ve çalışma programlarıyla uyumludur. )

Çalışma Rehberi
5120100 - Filoloji ve dil öğretimi

Bu ders kitabında bulunan Serdar Yıldırım'ın yazdığı hikayeler şunlardır:
Karagöz İle Hacivat: Parayı Kim Buldu? 46. Sayfadadır.
Keloğlan Dağlar Padişahı 52 ve 53. Sayfadadır.

https://arm.tdpushf.uz/kitoblar/fayl_2040_20211104.pdf
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
KONUŞAN LEYLEK - SESLİ MASAL - TRT RADYO MASAL KUTUSU PROGRAMI
Yazan: Serdar Yıldırım
Sunucu: Oya Deniz Çongar
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
ROBOT KARTAL
Yazan ve Okuyan: Serdar Yıldırım
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
ULUDAĞ TARZANI AHMET
Bursa Hayvanat Bahçesi'nde çalışmakta olan Kemal dürbünüyle Uludağ'ı gözlemliyordu. Kemal birden irkildi. Gördüğüne inanamadı. Ağaçlar arasında bir boşluk vardı ve orada ağaç yoktu. Halbuki geçen gün orası ağaç doluydu. Dürbününü sağa doğru kaydırdı. Birtakım adamlar, ellerinde baltaları ağaç kesiyordu. Yutkundu. Sağ yumruğunu salladı: " Benim adım Kemal, ben size orada ağaç kestirmem, " diye söylendi. Yan taraftaki tel örgülerin arkasında duran arkadaşı Hayri'ye seslendi: " Hayri, Uludağ'da ağaçları kesiyorlar. Fırla koş, Uludağ Tarzanı Ahmet'e git. Tarzan, bu kesimi engeller. "
Hayri: " Bunlar bir fidan dikmişler mi, ağaçları kesiyorlar? İnsan olmanın erdemine ulaşamamışlar sanırım. Geri zekalılar, " dedi ve tel örgülerin üstünden atladı. Hedefi Uludağ'dı ve Tarzan'ı bulmalıydı. Tarzan bu işin üstesinden gelirdi.
Hayri, Tarzan'ı buldu. Olanları öğrenen Tarzan çok kızdı ve şunları söyledi: " Dededen, babadan kalan ağaçları, sen de çocuğuna, torununa ulaştır. Ağaçlar kesilirse, soluduğumuz hava kirli olur ve çeşitli hastalıklara yakalanırız. Ağaçları kesmeyip korumak lazım. Boş arazilere fidan dikmemiz gerekir. "

Tarzan şimşek hızıyla harekete geçti ve ağaç katliamına dur dedi. Toprağa bağımlı yaşayan, kaçamayan, kendini kollayamayan, var olmaktaki amaçları canlılara yaşam sunmak olan ağaçlar sevindiler. Nihayet onlara arka çıkan biri olmuştu. Tarzan'ın gelmesiyle ağaç kesmeyi bırakıp baltalarını yere atan adamlardan biri şöyle dedi: " Tarzan, bu bizim ekmek kapımız. Ne kadar çok ağaç kesersek, o kadar çok para kazanıyoruz. "
Bir başkası ise, şöyle dedi: " Ya bırak Tarzan, kırp gözünü görmezden gel. Görmezsen bizi, görürüz seni. Şu yüz lirayı al, bozdur bozdur harca. "
Tarzan: " Arkadaşlar, öncelikle bu sizin ekmek kapınız değil. Gücünüz, kuvvetiniz yerinde. Gidin başka iş bulun. Şu yaptığınız iş sayılmaz, kazandığınızın bereketi olmaz. Yer yer doymazsınız, hiç bir zaman mutlu olmazsınız. Bir ağaç kesen bir baş keser, o ağacı kesen el taş kesilir. "

Uludağ Tarzanı Ahmet'in gür sesi ve kararlı konuşması başları öne eğdirdi. Zaten ağaç kesen adamlar inanmadıkları şeyler söylüyorlardı. Tam gidiyorlardı ki, onları buraya getiren, bir ağacın gölgesine sığınıp orada yatmakta olan ve duyduğu konuşmalar üzerine kalkıp gelen Hasan Ağa: " Selam Tarzan, ben Hasan Ağa'yım. İsteyerek konuşmalarınızı duydum. Biraz üzüldüm, biraz sevindim. Üzüldüm, keşke gelmeseydin ve kesebildiğimiz kadar ağaç kesip gitseydik. Sevindim, senin gelmen iyi oldu. Nice zamandır Bursa'dan bu ormanlara bakar ve iç geçirirdim. Şu ağaçları kessem de küpümü doldursam, diye düşünürdüm. Uludağ Tarzanı Ahmet derlerdi, o ağaçları, ormanları korur. Senin korkundan buraya çıkamamıştım. Bugün bir cesaret bulup geldim ve epey ağaç kestirdim. Demin yüz dedilerdi, az dediler. Sen karanlığa kadar izin ver, al şu bin lirayı harca, ye, iç. Bana bir ay izin versen Uludağ'da kesilmedik ağaç bırakmam. "

Bunun üzerine Tarzan: " Bana bak Hasan Ağa, ayaklarının dibine bıraktığın ve benim eğilip almamı beklediğin o parayı al cebine sok. Değil Uludağ, burada bulunan bir ağaç için, milyon versen fikrimi değiştirmem. Senin bundan sonra ağaç kesmene izin vermem. Parayla satın alınan insanlar vardır ama dünyadaki bütün paraları toplayıp gelsen, ben satılık değilim. "

Tarzan'ın sözleri karşısında Hasan Ağa insanlığından utandı. Başını önüne eğdi ve iki damla gözyaşı göz pınarlarından süzüldü. Param çok olsa dünyayı satın alırım derken, işte gelmiş Tarzan'a toslamıştı. İşçilerine gündeliklerini ödeyip evlerine yolladı. Derin bir çukur kazıp baltaları gömdü. Kestirdiği ağaçlardan özür diledi. Tarzan'dan izin alıp, ağaçları korumak için, Uludağ'ın batı tarafına yöneldi. Yaşam zincirini kırmış, kimliğini değiştirmişti. Artık Hasan Ağa yoktu, Tarzan Hasan vardı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
OĞLAK İLE KARTAL
Bursa Hayvanat Bahçesi’nde kartallar için ayrılan yer çok büyüktü. Buradaki kartallar, tel örgülerle çevrili, yüksek yerde uçup duruyordu. Yorulanlar ise, kayaların üstünde oturuyordu. Pek çoğu yarını bekliyordu. Genç kartal Pena, yarın bekleme bahsini çoktan geçmiş, bugünü değerlendirme çabası içine girmişti. Tellerin yukarıdaki kayalara monte edildiği yerde kaçıp gidebileceği bir gedik açmıştı. Buradan kurtulup zengin olma düşüncesindeydi. Akıllıydı, zekiydi ama ikna kabiliyeti azdı. Diğer kartallardan birkaç kez borç istemiş ama kimse borç vermeye yanaşmamıştı. Ormana gitse, kim ona sermaye verir de firma kurabilirdi?

Kartalların bulunduğu yerin yan tarafında keçi ve koyunlar için ayrılan yer vardı. Baharın gelmesiyle birlikte keçiler, koyunlar yavrulamış ve pek çok yavru dünyaya gelmişti. Pena keçi yavrularına oğlak, koyun yavrularına kuzu dendiğini biliyordu. Yavrular bir aylık olmuşlardı ki, son günlerde Pena’nın dikkatini bir oğlak çekmişti. Odi adındaki bu oğlak başına diğer oğlakları ve kuzuları topluyor, anlattıkça anlatıyordu. Günler geçtikçe keçiler ve koyunlar da oğlağın anlattıklarını dinlemeye başlamıştı. Pena bir gün çimenlerin üstüne indi ve yan taraftaki oğlağın anlattıklarına dikkat kesildi. Oğlak buradan kurtulup ormana gidince yapacaklarını anlatıyordu. Ormandaki bankalara başvuruyor, müthiş ikna kabiliyetini kullanıp kredi alıyor, kiralık bir yer bulup bankasını kuruyor. Orman hayvanlarından düşük faizle para toplayıp, yüksek faizle para veriyor. Havuzlu villalar, Ferrari arabalar, denizde yatlar, kotralar. Bol sıfırlı paraları, bankadan aktarıp şirketler kuruyor, holding patronu oluyor.

Genç kartal Pena, birkaç gün sonra oğlak ile anlaştı ve kendi bölümündeki gedikten çıkarak, oğlağı kucakladığı gibi, ormana doğru uçtu. Odi, Pena ile birlikte ormandaki bir bankanın genel merkezine giderek projesini anlattı ve on iki sıfırlı krediyi cebine koydu. Kiralık, büyük bir yer bulup, OĞLAKBANK’ı kurdu. Odi düşüncesini aynen uygulayarak kısa zamanda bankasını o ormanın sayılı bankaları arasına sokmayı başardı. Düşük faizle para topluyor, yüksek faizle para verince kar muhakkak oluyor. Birkaç ay sonra şirketler kurdu, holding patronu oldu. Ormanda zor duruma düşen ve iflasın eşiğine gelen bir bankayı ele geçiren Odi, Ferrari’den inip Limuzin’e bindi.

Odi kendine sırtlanları danışman tuttu ve bu danışmanların isteği doğrultusunda çalışmaya başladı. Danışmanların ilk isteği, kartal Pena’yı yanından uzaklaştırmasıydı. Pena’nın, bensiz bir hiç olursun, sıfırlanırsın, bu sırtlanların yalanlarına kanma, diyerek çırpınması ve tüylerini yolması fayda etmedi. Odi, danışmanların isteğine uydu ve kartal Pena’nın görevine son verdi.

Aradan günler, haftalar geçtikçe, Odi’nin işleri bozuldu. Yanında kartal Pena olmayınca, şirket müdürleri, Odi’yi dinlemez oldu. Zor durumda kalan Odi fabrikalarını, yatlarını, kotralarını ve limuzini sattı. İşçi ve memurların maaşlarını ödedi. Son çare olarak ilk kredi çektiği bankanın genel merkezine gitti. Bankanın genel müdürü kredi veremeyeceğini Odi’ye söyledi.
Bunun üzerine Odi: “ Efendim, daha önce bana kredi vermiştiniz ve borcumu ödemiştim. “ dedi.
Banka genel müdürü: “ Onun orası öyle de o zaman arkanda sert bakışlı ve o bakışlarıyla beni korkutan kartal Pena vardı. Şimdi Pena yok. Herkes Pena korkusundan senin kurduğun Oğlakbank’a koştu. Para yatırdılar, yüksek faizle kredi aldılar. Pena’sız Odi bir işe yaramaz. Lafla benden kredi alamazdın, banka kuramazdın. Pena’yı kovmakla hata yaptın, bu hatanın sonucuna katlanmalısın. “
“ Oğlakbank darphane gibi para basıyordu ama elimden gitti. Banka işi bitti. Bu ormana ilk geldiğimde beş parasızdım ama umutluydum. Şimdi on parasızım ama umutsuzum. Sizce bundan sonra ne yapmam gerekir? “
“ Beni dinle ve geldiğin yere dön. Zira bu orman halkı düşene acımaz. Hele senin gibi, sıfırdan zirveye çıkıp düşene. Zirvede kalsaydın alkışlarlardı ama düştüğün için, seni linç ederler. “
“ İş bu kadar ciddi desene. Sonunda genç yaşta bu hayata veda etmek de var. “
“ Hayat bu. Genç, yaşlı dinlemiyor. Ancak kafası çalışanlar zulümden kaçıyor. “

Odi, banka müdürünün istediğini yaptı. Bursa Hayvanat Bahçesi’ne geri döndü. Başından geçenleri keçilere, oğlaklara, koyunlara, kuzulara anlattı. Yan taraftaki tel örgülerin ardındaki kartal Pena’yı işaret etti. Onun üstün bir kartal olduğunu ve kafasını çalıştırarak, fikir üreterek, kendi çizgisi doğrultusunda hayatı sorguladığını ve hayatın üstesinden geldiğini, bunun sonucunda harikalar yarattığını anlattı. Pena içinizden birini ormana götürmek isterse, onunla gidin ve ondan hiç ayrılmayın. Benim yaptığım hatayı siz yapmayın. “ dedi.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

-----------------------------------------------------------------

PAPAĞAN İLE ZÜRAFA
Afrika’nın uçsuz bucaksız savanlarında yaşayan bir papağan vardı. Bu papağanın adı Sarp’tı. Sarp hangi ağacın altındaki gölgelikte serinleyen hayvan grubu varsa oraya gider, konuşmaları dinlerdi. Kim ne demiş, kim ne söylemiş, kimin ne derdi varmış, hepsini bilirdi. Sarp öğrendiklerini sağda solda anlatmaz, olayların hesaplaşmasını kendi iç dünyasında yapardı. Duydukları çok önemliyse, bunları arkadaşı zürafa Bili ile paylaşırdı. Zürafa Bili, Sarp’ın anlattıklarını önemsemez, güler geçerdi.

Günlerden bir gün, Sarp bir ağacın dalları arasında uyukluyordu. Öğleye doğru bir aslan grubu Sarp’ın durduğu ağacın altında dinlenmeye çekildi. Aslanların konuşmalarını duyan Sarp gözlerini açtı. Bu aslan milleti oldum olası iki konu hakkında konuşurdu. Birincisi, en büyük düşmanları sırtlanlar ve ikincisi, bu gece ne avlasak? Civardaki sırtlanlar, geceli, gündüzlü avlanarak aslanların tekerine çomak sokmuştu. Yalnız gezen sırtlanı yakalayıp öldürmeli ve sayılarını kontrol altında tutmalıydı. Sırtlanları tümden yok edebilseler buralar geyik, zebra ve antilop dolardı. Dün gece av peşinde koşmuşlar, iki zebra ve bir antilobu ellerinden kaçırmışlardı. Belli ki, zebralar, antiloplar hızlarını arttırmışlardı. Belki de, biz yavaşladık, diyenler vardı. Bir diğer aslan: Yavaşladığımız doğrudur. Hatırlarsanız dün gece de av yakalayamadık yani iki gündür açız. Aç aslan hızlı koşamayacağına göre, avlanamaması normaldir.

Bunun üzerine grubun lideri erkek aslan: “ Şu ilerideki ağacın yapraklarını yiyen uzun boyunlu zürafayı avlayalım. Akşamüstü peşine düşeriz. Öyle bir tuzak kuralım ki, o zürafanın boyunu devirelim. Dur bakalım, zürafa Bili değil mi o? Akşama yedim seni, Bili.”
Sarp duyduklarına inanamadı. Aslanlar, arkadaşı Bili’yi yakalayıp yiyeceklerdi. Hemen gidip Bili’yi uyarmalı ve onun buralardan çok uzaklara gitmesini sağlamalıydı.
Bili, papağanın anlattıklarını her zamanki gibi önemsemedi, güldü, geçti. Yıllardır ona dokunmayan aslanlar neden şimdi fikir değiştirsin? Hem onun aslanlardan korkusu yoktu. Gücüne güveniyordu. Aslanları pişman ederdi. Papağanın, bu sefer durum başka, aslanlar iki gündür açmış. Sadece sana odaklanmışlar. Tuzak hazırlıyorlar, demesine aldırmadı.

Bili akşamüstü ormanın kenarına geldi. Birden aslanların etrafını sardığını görünce içi acıdı. Keşke Sarp’ı dinleseydim ve buralardan gitseydim, diye düşündü. Aslanlara yem olmak istemeyen Bili, onlara saldırdı. Uzun bacaklarıyla tekmeler savurdu. Bu tekmelerin tadına bakan iki aslanı yere serdi. Ormanın kenarındaki dar alandan kurtulup açık alana çıktı ve koşmaya başladı. Peşinde yirmiden çok aslan vardı. Tuzak, saat gibi işliyordu. Bili koştukça, kaçtıkça yoruldu. Birer aslan ayaklarına sarıldı. Bunun üzerine Bili’nin hareketleri yavaşladı, dizlerinin üstüne çöktü ve yere yuvarlandı. Grubun lideri erkek aslan, mengene gibi dişleriyle, Bili’nin boğazını sıkmaya başladı. Olanları başından beri takip eden papağan yakındaki bir ağaca kondu: “ Dur, Uzunyele. Ben papağan Sarp. Hatırlarsan küçükken seni birkaç kere ölümden kurtarmıştım. Bana can borcun var. O zürafa Bili, benim arkadaşım. Onu bırakmanı istiyorum.”
Uzunyele, papağanın dediğini yaptı. Bili’yi bıraktı. Papağanın dedikleri doğruydu. Yavruyken papağanın çok faydasını görmüştü. Yaşamını papağana borçluydu. Bili ayağa kalktı ve oradan uzaklaştı. Aslanlar, bir daha Bili’ye dokunmadılar. Papağan ve Bili’nin arkadaşlıkları devam etti. Bili artık papağanın anlattıklarını dikkatle dinliyordu, gülüp geçmiyordu.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
ULUDAĞ TARZANI AHMET
Bursa Hayvanat Bahçesi'nde çalışmakta olan Kemal dürbünüyle Uludağ'ı gözlemliyordu. Kemal birden irkildi. Gördüğüne inanamadı. Ağaçlar arasında bir boşluk vardı ve orada ağaç yoktu. Halbuki geçen gün orası ağaç doluydu. Dürbününü sağa doğru kaydırdı. Birtakım adamlar, ellerinde baltaları ağaç kesiyordu. Yutkundu. Sağ yumruğunu salladı: " Benim adım Kemal, ben size orada ağaç kestirmem, " diye söylendi. Yan taraftaki tel örgülerin arkasında duran arkadaşı Hayri'ye seslendi: " Hayri, Uludağ'da ağaçları kesiyorlar. Fırla koş, Uludağ Tarzanı Ahmet'e git. Tarzan, bu kesimi engeller. "
Hayri: " Bunlar bir fidan dikmişler mi, ağaçları kesiyorlar? İnsan olmanın erdemine ulaşamamışlar sanırım. Geri zekalılar, " dedi ve tel örgülerin üstünden atladı. Hedefi Uludağ'dı ve Tarzan'ı bulmalıydı. Tarzan bu işin üstesinden gelirdi.
Hayri, Tarzan'ı buldu. Olanları öğrenen Tarzan çok kızdı ve şunları söyledi: " Dededen, babadan kalan ağaçları, sen de çocuğuna, torununa ulaştır. Ağaçlar kesilirse, soluduğumuz hava kirli olur ve çeşitli hastalıklara yakalanırız. Ağaçları kesmeyip korumak lazım. Boş arazilere fidan dikmemiz gerekir. "

Tarzan şimşek hızıyla harekete geçti ve ağaç katliamına dur dedi. Toprağa bağımlı yaşayan, kaçamayan, kendini kollayamayan, var olmaktaki amaçları canlılara yaşam sunmak olan ağaçlar sevindiler. Nihayet onlara arka çıkan biri olmuştu. Tarzan'ın gelmesiyle ağaç kesmeyi bırakıp baltalarını yere atan adamlardan biri şöyle dedi: " Tarzan, bu bizim ekmek kapımız. Ne kadar çok ağaç kesersek, o kadar çok para kazanıyoruz. "
Bir başkası ise, şöyle dedi: " Ya bırak Tarzan, kırp gözünü görmezden gel. Görmezsen bizi, görürüz seni. Şu yüz lirayı al, bozdur bozdur harca. "
Tarzan: " Arkadaşlar, öncelikle bu sizin ekmek kapınız değil. Gücünüz, kuvvetiniz yerinde. Gidin başka iş bulun. Şu yaptığınız iş sayılmaz, kazandığınızın bereketi olmaz. Yer yer doymazsınız, hiç bir zaman mutlu olmazsınız. Bir ağaç kesen bir baş keser, o ağacı kesen el taş kesilir. "

Uludağ Tarzanı Ahmet'in gür sesi ve kararlı konuşması başları öne eğdirdi. Zaten ağaç kesen adamlar inanmadıkları şeyler söylüyorlardı. Tam gidiyorlardı ki, onları buraya getiren, bir ağacın gölgesine sığınıp orada yatmakta olan ve duyduğu konuşmalar üzerine kalkıp gelen Hasan Ağa: " Selam Tarzan, ben Hasan Ağa'yım. İsteyerek konuşmalarınızı duydum. Biraz üzüldüm, biraz sevindim. Üzüldüm, keşke gelmeseydin ve kesebildiğimiz kadar ağaç kesip gitseydik. Sevindim, senin gelmen iyi oldu. Nice zamandır Bursa'dan bu ormanlara bakar ve iç geçirirdim. Şu ağaçları kessem de küpümü doldursam, diye düşünürdüm. Uludağ Tarzanı Ahmet derlerdi, o ağaçları, ormanları korur. Senin korkundan buraya çıkamamıştım. Bugün bir cesaret bulup geldim ve epey ağaç kestirdim. Demin yüz dedilerdi, az dediler. Sen karanlığa kadar izin ver, al şu bin lirayı harca, ye, iç. Bana bir ay izin versen Uludağ'da kesilmedik ağaç bırakmam. "

Bunun üzerine Tarzan: " Bana bak Hasan Ağa, ayaklarının dibine bıraktığın ve benim eğilip almamı beklediğin o parayı al cebine sok. Değil Uludağ, burada bulunan bir ağaç için, milyon versen fikrimi değiştirmem. Senin bundan sonra ağaç kesmene izin vermem. Parayla satın alınan insanlar vardır ama dünyadaki bütün paraları toplayıp gelsen, ben satılık değilim. "

Tarzan'ın sözleri karşısında Hasan Ağa insanlığından utandı. Başını önüne eğdi ve iki damla gözyaşı göz pınarlarından süzüldü. Param çok olsa dünyayı satın alırım derken, işte gelmiş Tarzan'a toslamıştı. İşçilerine gündeliklerini ödeyip evlerine yolladı. Derin bir çukur kazıp baltaları gömdü. Kestirdiği ağaçlardan özür diledi. Tarzan'dan izin alıp, ağaçları korumak için, Uludağ'ın batı tarafına yöneldi. Yaşam zincirini kırmış, kimliğini değiştirmişti. Artık Hasan Ağa yoktu, Tarzan Hasan vardı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
ALTIN ELMA
Genç bir adam bisikletiyle, dedesini görmek için, Elmalı Köyü’ne gidiyormuş. Genç, uzun süre yol aldıktan sonra toprak yola girmiş. Toprak yolda giderken, bisikletin lastiği patlamış. Bisikletini ilerideki çalılıklara saklamış, dönerken bisikletini almayı umuyormuş. Kestirme olsun diye patika yola girmiş ve sonunda yolunu kaybetmiş. Genç adam günün ilerleyen saatlerinde gördüğü elma ağacına doğru yürümüş. Işıl ışıl, sapsarı bir elmayı koparmak için uzandığında: “ Dur insanoğlu! O altından bir elmadır, sakın koparma! “ diyen elma ağacının sesini duymuş. Genç adam hangi elmayı koparmak istese aynı sesi duyuyormuş.
Bunun üzerine genç adam: “ Elma ağacı, iyi, güzel diyorsun da, senin dallarında altın olmayan elma yok mudur? “ Diye sormuş.
Elma ağacı: “ Yoktur. Elmalarım altındandır, çünkü ben altından elmalar üreten bir elma ağacıyım. Bu kadar altın elmayı görüp de altın olmayan elma aramanı şaşkınlıkla karşıladım. Demek ki, gözü tok bir gençsin. Elmaların hepsi senin olabilir ama üç şartımı yerine getirmen gerekir. “
Genç adam: “ Neymiş o üç şartın çabuk söyle. “ demiş.
Elma ağacı: “ Birincisi, kanaat et; ikincisi, yalan söyleme; üçüncüsü, canlıların hayatına saygı duy. Bu şartlarımı kabul ediyorsan elmaları toplamaya başlayabilirsin. Sakın unutma, gölgem seni takip edecek. “

Genç adam şartları kabul etmiş ve altın elmaları toplamaya başlamış. Oralarda bulduğu bir çuvala elmaları doldurmuş ama elli elmayı yeterli görmüş, kalan on dört elmayı dallarda bırakmış, kanaat etmiş. Genç adam yolda giderken, önüne eşkiyalar çıkmış. Eşkiyaların reisi, çuvalda ne olduğunu sormuş. O da, çuvalda altından elmalar var, demiş. Yalan söylememiş. Eşkiyalar, gencin cevabına gülmüşler, sonra üstünü aramışlar ama para-pul bulamamışlar. Çuvalın içine bakmak akıllarına gelmemiş. Al çuvalını git yoluna, demişler. Genç adam daha sonra yolun iyice daraldığı bir yerde yüzlerce karınca görmüş. İleriye gitmek için yürümesi pek çok karıncanın hayatına mal olacağı için, çuvalı yere bırakmış, karıncaları seyre dalmış. Canlıların hayatına saygı duymuş. Karıncalar az sonra yuvalarına girip gözden kaybolmuşlar. Ağacın gölgesi, üç şart yerine geldi, altın elmalar senin oldu, yolun açık olsun, demiş ve geri dönmüş.

Genç adam yolda bir köylüye rastlamış ve dedesinin köyünü sormuş. Şansa bak, köylü dedesinin köyündenmiş. Tanışa, konuşa köye varmışlar. Dede, torununun ziyaretine gelmesine çok sevinmiş. Gözlerinden akan iki damla yaşı fark ettirmemeye çalışmış. Yaşlılar böyleymiş işte, bir küçük ziyaret onları duygulandırırmış. Akşam komşular dedenin evinde toplanmışlar. Genç adam başından geçenleri anlatmış. Anlattıklarına kimse inanmamış. Şehir hayatı sana yaramamış. Gel, bu köyde yaşa, demişler. Genç adam ispat için, çuvaldaki altın elmaları odanın orta yerine dökmüş. Altın elmaları gözleriyle gören komşular, çaresiz fikir değiştirip, genci övmüşler, göğsünü kabartmışlar: “ Biz sana şaka yapmıştık, beyim. Yoksa anlattıklarına tastamam inanmıştık. İnsanın bir çuval altın elması olur da, onun dediklerine inanılmaz mı? Her dediği doğrudur ve peşinden gidilir. Sen komutanımız ol, biz seninle savaşa gideriz. “

Bunun üzerine genç adam, dedesine ve komşulara birer altın elma vermiş. Hepsi mutlu olmuş. Dede tef çalmış, komşular oynamış. Genç adam ertesi gün öğle vakitleri uyanmış. Bakmış dışarıda bir gürültü var. Olayı duyan köy halkı, biz de altın elma isteriz, diyerek kapının önünde uzun kuyruklar oluşturmuş. Genç adam, dedesini uyandırıp kalan kırk altın elmayla birlikte arka bahçeden kaçıp gitmişler. Şehirde gencin babası, annesi ve iki kardeşi olanlara çok sevinmişler. Neleri varsa eski evlerinde bırakıp, malikâne satın almışlar ve uzun yıllar mutlu ve zengin olarak yaşamışlar. Bu masalı okuyan herkesin bir çuval altın elması olması dileğiyle Serdar Yıldırım saygılar sunar.

SON
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
SERDAR - GENÇ BİR YAZAR HANGİ AŞAMALARDAN GEÇTİ VE NASIL GAYRET GÖSTERDİ
Sıkıcı. Hayat gerçekten çok sıkıcı. Günlerdir, haftalardır, aylardır değişen hiçbir şey yok. Hep aynı şeyler: Sabah olur güneş doğar, öğlen olur güneş yakar, akşam olur güneş batar. Bazen arkadaşlarla konuşurken, “ Günler birer birer geçip gidiyor. Bu işin sonu ne olacak? “ diye sorarım. Aldığım cevap hep aynı olur: “ Ne bilelim biz. Ne olacaksa oluyor işte. “ Laf mı yani bu da şimdi? Hayat çarkının dönüşüne kaptırmışlar kendilerini dönüp duruyorlar. Zannedersem yaşadıklarının farkında değiller, bedava yaşıyorlar.

Şuraya bak… Göz alabildiğince uzanan bir şehir. İçinde binlerce insan. Çoğu büyümüşler de toplanıp götürülmeyi bekliyorlar. Gidecekleri yer belli: Fabrikada ucuza çalıştırılacaklar. İşçi olacak çalışacaklar. Bu çalışmak kesinlikle amaç sayılamaz. Birçok arkadaşıma sorup cevabını alamadığım bir soru var: “ Tamam. Bizi çalıştıran çalıştıracak. Bundan bizim kazancımız ne olacak? “

Ben, ucuz işçi olmak istemiyorum. Beni çalıştıracak olan çalıştırmasın, tam doymadan sofradan kalksın. Ben bunu düşünür, bunu söylerim. Benim hayat felsefem bu. Zaman nasıl da akıp gidiyor. Vakit gece yarısı oldu. Beni buradan kurtaracak olan biraz sonra gelir. Günlerdir uğraşıyorum. O’na neyin ne olduğunu ve ne yapmak istediğimi, çeşitli örnekler vererek, defalarca anlattım. Önceleri pek durumu kavrayamıyordu ama artık her şeyin farkında. İkimiz birlik olup başarı kazanacağımıza inanıyorum. Bir gelen var, galiba O. Nihayet geldi:

“ Merhaba, Metin. “
“ Merhaba, Serdar. Vakit tamam. Şöyle geç de seni ağaca bağlayan urgandan kurtarayım."
Daha sonra Serdar yüksekçe bir kayanın üstüne çıktı. Uyanık durumdaki arkadaşlarına uykuda olanları uyandırmalarını söyledi. Arkadaşları uyandıktan sonra büyük bir merak ve heyecan içinde Serdar’ın söyleyeceklerini dinlemek için dikkat kesildiler: “ Kardeşler, arkadaşlar... Hepiniz tarafından çok iyi bilindiği üzere bu akşam ben Metin Kardeş ile birlikte yola çıkıyorum. Amacım, mutluluk çiçeğini arayıp bulmak ve onu durduğu yerden daha yüksek bir yere çıkarmak ve böylelikle dünyadaki her canlının mutluluktan aldığı payın biraz daha çoğalmasını sağlamak. Bu yeni yerinde hiçbir yabancı bitkinin yetişmesine izin vermeyeceğimden mutluluk çiçeğinin göndermekte olduğu mutluluk pırıltıları artacaktır. Şimdi, aranızdan bir-iki gönüllü arıyorum. İsterim ki, hepiniz gönüllü olasınız, hepiniz benimle gelesiniz. Gerçekleştirmek istediğim hayırlı bir iştir. Daha önce belki yüz defa meseleyi bütün ayrıntılarıyla sizlere anlatmıştım. Bir parça olsun medeni cesaret gösterin. Son defa soruyorum: Yok mu benimle gelmek isteyen? “

Serdar, birkaç dakika bekledi. İçinde binlerce işçi adayının durduğu meydandan çıt çıkmıyordu.
Serdar: “ Tamam. Anlaşıldı. Kimse benimle gelmek istemiyor. Bunun için hiçbirinize kızmak hakkına sahip değilim. Neyse…Kardeşler, arkadaşlar. Tekrar görüşmek üzere, şimdilik hoşça kalın.”

Serdar ile Metin, yolda Vedat adında bir adama rastladılar. Serdar, Vedat’a mutluluk çiçeğini aramaya çıktıklarını söyledi ve konu hakkında bilgi sahibi olup olmadığını sordu. Vedat mutluluk çiçeğinin nerede olduğunu tarif edemeyeceğini, fakat kendilerini Bay Kemal ile tanıştırabileceğini söyledi. Bay Kemal, yatağının üzerinde oturumuna gelmiş vaziyette, misafirlerini güler yüzle karşıladı. Serdar’ın anlattıkları, Bay Kemal’i heyecanlandırmıştı. Onun şahsında kendi gençliğini görmüş, o günler bir film şeridi gibi gözlerinin önünde canlanmıştı.

Yıllar önce, mutluluk çiçeğini aramak için yollara düşmüştü. Sonunda, yaşlı bir köylü kendisine kılavuzluk yapmış, mutluluk çiçeğinin yaşadığı yüce dağlar arasındaki yüksekçe bir platoya giden tek yol olan Umut Geçidi’nin girişine kadar getirmişti. Buraya kadar olanları anlatan Bay Kemal, konuşmasına şöyle devam etti: “ Umut Geçidi’nin girişine geldiğimizde yaşlı köylü beni şu sözlerle uğurladı. – Umut Geçidi’nin girişi işte burası. Bu geçidin uzunluğu yüz metre kadardır. Bu yolun sonunda önüne açık bir alan çıkacak. Karşıdaki ağaçlıktan geçtikten sonra mutluluk çiçeğini görebilirsin. Ben yetmiş yılı aşkın bir süredir aşağıdaki ovada yaşıyorum. Sen mutluluk çiçeğini aramak için gelenlerin altıncısı oluyorsun. Senden önce gelenler başarısız oldular. Mutluluk çiçeğini görememişler bile. Mutluluk çiçeğinin bekçisi buna izin vermemiş. Geçidin sonundaki açık alanda aniden karşına çıkarmış. İri, kocaman, otuz yaşlarında bir adammış bu bekçi. Korkar da geçide döner kaçarsan peşinden gelmezmiş. Gidenlerin hepsi de bilgili, kültürlü idiler ama bekçi onların hepsinden baskın çıktı. Kendilerinin birer bilge olduklarını söyleyenler bile üzgün ve yorgun bir şekilde geri döndüler. İşte, Bay Kemal benim anlatacaklarım bu kadar. Yolun açık olsun. –

Yaşlı köylünün anlattıklarını dinledikten sonra geçide girdim. Arada bir durup yaşlı köylünün söylediklerini aklıma getiriyor ve bunların ışığında planlar yapıyordum. Yüz metrelik yolu üç saatte aştım. Bekçinin sorabileceği her çeşit sorunun cevabını hazırlamıştım. Açık alana çıktım. Biraz sonra bekçi yanıma geldi. Karşılıklı selamlaşmadan sonra bekçi beni kelimenin tam anlamıyla soru bombardımanına tutmaya başladı. İlk sorular basit ve cevaplandırılması kolay sorulardı: Adın ne, nereden geldin, kimlerden nasıl ve şekilde yardım gördün? Sonraki sorular ise, bekçinin konu hakkındaki soruları oldu: Mutluluk çiçeği nedir, mutluluk çiçeğinin var olduğunu ilk olarak kimden duydun, seni buraya kadar getiren nedenler nelerdir, mutluluk çiçeğini gözünün önünde nasıl canlandırıyorsun? Bu sorulara yeterli olabilecek cevaplar vermiştim. Her şey çok güzeldi, bekçi o soruyu sorana kadar. Öyle bir soru sormak bekçinin nereden aklına geldi bilmem ki? Benim kekelemeye başladığımı gören bekçi yüklendikçe yüklendi. Söylediklerinde haklıydı. Evime nasıl geri döndüm bunu bana bile sorma. Üzüntüden yürüyemez oldum, ayaklarım tutmaz oldu. Yıllar var ki, bu yatakta yatıp duruyorum. Üzgünüm, başarılı olamadığım için. “

Bay Kemal sözlerini tamamlarken ortada bir soru işareti bırakmıştı. Mutluluk çiçeğinin efsanevi bekçisi olan adamın Bay Kemal’e son olarak sorduğu soru neydi? ” Bay Kemal ben seni yeterli gördüm. Beraber, mutluluk çiçeğinin yanına gittik. Bir ihtimal de olsa senin orada yapacağın çalışmalar ters etki yapar da mutluluk çiçeğini soldurursan, neler olur, lütfen anlatır mısın? “

Serdar ile Metin, dört gün misafir kaldıktan sonra dönüşte mutlaka uğrayacaklarını söyleyerek Bay Kemal ile Vedat’a veda edip yola çıktılar. Günler günleri kovaladı, aradan haftalar geçti. Serdar yolda rastladığı pek çok insanla her çeşit konuda fikir alışverişinde bulundu. Bazılarıyla yaptığı konuşmaları istediği şekilde bilgi akımı sağlayamadığı için, kısa kesmek zorunda kaldı. Bazılarıyla ise, saatlerce konuştu, sohbet eder gibi, karşısındakine fark ettirmeden, faydalı olabilecek bilgi birikimlerini ustaca çekip aldı. Kendi öz düşüncesinde kurup tasarladığı bu büyük idealini, kimseden bir aferin beklemeksizin, canlıların mutluluktan aldığı payın biraz daha çoğalmasını sağlamak diye özetlediği girişiminin başarısı için bir tür karakter betimlemesi yapıyordu.

Sonunda, Serdar ile Metin, daha önce Bay Kemal’e kılavuzluk etmiş olan yaşlı köylüyü buldular. Yaşlı köylü onları Umut Geçidi’nin girişine kadar getirdi. Burada yaşlı köylünün Umut Geçidi ve ondan sonrası hakkındaki tanıtım konuşmasından sonra Serdar geçide girdi. Geçitte elli metre kadar ilerleyip bulduğu kuytu bir köşeye oturdu. Sınırları kesin çizgilerle belirtilmemiş, duruma göre anında değişime uğrayabilecek esnek bir plan hazırlamıştı ve bu planın sadece iskeleti değişmeyecekti. Aslında basit gibi görünen fakat son derece karmaşık olan bu planı kontrolden geçiren Serdar, kendinden önce Umut Geçidi’ne giren idealistler gibi zamanlama hatası yapmayacak, açık alana gündüz değil, gece çıkacaktı.

Serdar hava iyice karardıktan sonra açık alana çıktı. Mümkün olduğunca kenardan, kayalıkların arasından yürümeye başladı. Birden durdu. Gelen vardı. İri, kocaman bir karaltı az ileriden geçti, geçide doğru gitti. Bu bekçi olmalıydı. Daha doğrusu birinci bekçi. Eğer tahminleri doğruysa, mutluluk çiçeğinin yanına gidinceye kadar birkaç tane daha bekçi görmesi muhtemeldi, çünkü yaşlı köylü yetmiş yılı aşkın bir süredir buralarda yaşıyorum demişti. Yaşlı köylü doğmadan önce de bu adam bekçilik yaparmış. Bundan dolayı adı mutluluk çiçeğinin efsanevi bekçisine çıkmış. Normal olarak bir adam yüzyıllarca yaşayıp genç kalamayacağına göre, bu bekçi aynı bekçi olamazdı. Bir bekçi sülalesi olabilirdi. Nesilden nesile bekçilik görevini devrediyorlardı birbirlerine.

Serdar tekrar ilerlemeye başladı. Ağaçlığın kenarına yaklaşmıştı ki, bir bekçi daha gördü. Bu birinci bekçi olamazdı, o zaman ikinci bekçiydi. Bir süre yürüdükten sonra ortalığın aydınlanmaya başladığını fark etti. Bu aydınlığın sebebinin mutluluk çiçeğinin saçmakta olduğu pırıltılar olduğunu biliyordu. Ağaçlar arasında nöbet tutan üçüncü bekçiyi atlattıktan sonra düzlüğe çıktı. İşte mutluluk çiçeği karşısındaydı. Etrafını gündüz gibi aydınlatıyordu. Serdar, mutluluk çiçeğinin yanına yaklaştıkça onun zannedildiği gibi bir bitki değil de, plastik bir maddeden yapılmış dış yüzeyi bulunan – ki bu dış yüzeyin üstünde çiçek kabartması vardı –ansiklopedi büyüklüğünde, kalın bir kitap olduğunu gördü. Bu büyük kitap, yerden iki metre kadar yüksekte bir kaidenin üstünde duruyordu. Kaideye de taş merdivenlerden çıkarak ulaşıyordun.

Serdar esnek olarak hazırladığı planında mutluluk çiçeğinin bitki olamama durumunu göz önünde bulundurduğu için hazırlıksız sayılmazdı. Geriye dönüp ağaçlığın kenarındaki bir taşın üzerine oturdu. Mutluluk çiçeği tam karşısındaydı. Şimdi ne yapmalı ne etmeliydi de mutluluk çiçeğine bir zarar vermeden onun işlevini geliştirmeliydi. Zaman kısıtlıydı. Şu anın gece yarısı olduğunu farz etsen sabah oluncaya kadar sekiz saat vardı. Bu zaman zarfında mutlaka sorun çözülecek, buluş gerçekleşecek diye söylendi.

Serdar kendine has yorumlarla en basitinden başlayarak düşüncesinde fikir üretmeye başladı. Bu fikir üretiminin gerçekleşmesinde – Fikir üretimi: Beyin jimnastiği. Halk dilinde, kafa çalıştırma. – yolda gelirken çeşitli insanlarla yaptığı konuşmalarda ortaya çıkan karakter tablosunun büyük yararı oluyordu. Hafızasına kaydettiği karakterler hatırına geliyordu. Bu onun sorunu çok yönlü olarak düşünmesini sağlıyor, başarı şansını arttırıyordu. Böylece aradan saatler geçti. Sabah güneş doğarken Serdar sorunu çözmüş olmanın gönül rahatlığı içinde son rötuşları yapmakla meşguldü. Buluş gerçekleşmişti.

Birkaç saat daha geçtikten sonra hazır olduğuna inanan Serdar, bekçilerden birisiyle tanışmak için fırsat kollamaya başladı. Bu beklentisinin uzun sürmeyeceği belliydi, çünkü bekçilerden birisi bulunduğu tarafa doğru geliyordu. Serdar hemen oturduğu yerden kalkarak yüksekçe bir kayanın üzerine çıktı ve seslendi: “ Bakar mısınız, ben buradayım. Evet, size seslenen benim. “ Serdar kendisini görüp yanına gelen bekçinin şaşkın bakışları arasında durmadan konuşmasını sürdürdü. Kim olduğunu, buraya nasıl geldiğini, amacının ne olduğunu ve sonunda soruna bir çözüm yolu bulduğunu anlattıktan sonra kendisini ailesiyle tanıştırmasını rica etti.

Serdar’ın anlattıklarını büyük bir dikkatle dinleyen bekçi: “ Olur efendim, tanıştırırım. Onlar sizinle tanışmaktan şeref duyacaklardır. Buyurun, şu taraftan gideceğiz “ dedikten sonra, Serdar’ın peşi sıra yürümeye başladı. Serdar’ın geliş yönünün aksi istikametinde ağaçların arasında ilerleyen Serdar ile bekçi, ağaçlık alandan çıktıktan sonra, Umut Geçidi’nin sol tarafında kalan dağın yamaçlarındaki bekçi sülalesinin yaşadığı evlerin bulunduğu yerleşim birimine geldiler. Genç, yaşlı birçok bekçinin etrafına toplanmasını fırsat bilen Serdar, şimdiye kadar ne öğrendiyse, ne biliyorsa her şeyi anlattı. Her çeşit konuda bilgisini ortaya koydu. Bilgi akımı, karakter betimlemesi, karakter tablosu ve fikir üretimi gibi deyimlerin anlamlarını Serdar’ın örnekler vererek açıklamasına karşın, tam olarak anlayamayan bazı genç bekçi adayları pas geçtiler. Nasılsa Serdar, bir süre daha sizlerle beraber olacağım demişti. Onun boş bir zamanında bu durumu sorar öğrenirlerdi.

Ertesi gün dört kişilik bir bekçi grubu dış dünya ile irtibatlarını sağlayan bir gizli geçitten geçerek Serdar’ın istemiş olduğu ebatlardaki iki aynayı almak için gittiler. Yine dört kişilik bir başka bekçi grubu aynı geçitten geçerek değişik yörelere doğru gittiler. Bu ikinci grubun görevi, gittikleri yerlerdeki canlılar arasında mutluluk hissinin ne şekilde ve ne oranda artışa neden olacağını belirledikten sonra bunu bir rapor halinde çalışma grubuna sunmak olacaktı. İlk giden grup beş gün sonra geri döndü. Aynalar yerlerine takıldığı zaman, gökyüzüne ve toprağa dağılan ve hiçbir şeye faydası dokunmayan mutluluk pırıltıları aynalar vasıtasıyla yansıtılıp, diğer dört yanal yüzeyden yeryüzüne dağılan mutluluk pırıltılarına karışmasına sebep olunacak ve sonuç olarak da, canlıların mutluluktan aldıkları payın yüzde elli oranında artışı sağlandı.

Serdar aynı günün akşamı şerefine düzenlenen törene katıldıktan sonra, ertesi gün çalışma grubuna başvurarak on altı gündür burada olduğunu ve burada kendisine gösterilen ilgiden çok memnun kaldığını fakat Umut Geçidi’nin girişinde dostları bulunduğunu, onları çok özlediğini ve onları daha fazla merakta bırakmamak için, gitmeye karar verdiğini söyledi.

Ertesi gün Serdar ile Metin, yaşlı köylü ile vedalaştıktan sonra yola koyuldular. En kısa yoldan Bay Kemal’in evine varmayı hedefliyorlardı. Serdar ile Metin, Bay Kemal’in evinin yakınına geldiklerinde, Bay Kemal’i evin önünde yardımcısı Vedat’la beraber gezinirken gördüler. Belli ki, Bay Kemal mutluluk çiçeğinin saçmakta olduğu pırıltılardan payına düşeni almış, ayaklarına can gelmiş, yürümeye başlamıştı. Aradan bir saat geçmeden dördü birlikte yola çıktılar. Onları bu derece hızlı hareket etmeye zorlayan sebep neydi? Serdar olanı, biteni anlattıktan sonra bir an önce doğduğu şehre dönmek istediğini, oradaki arkadaşlarının ucuza çalıştırılmak üzere fabrikaya götürülme durumuyla karşı karşıya olduklarını söylemişti. Bu duruma karşı çıkacak, oradaki arkadaşlarının birer lokma halinde yutulmalarına izin vermeyecekti.

Şehre geldiklerinde şehir meydanında hiç arkadaşı olmadığını gördüler. Serdar geç kaldığını anladı. Üzüntüsü sonsuzdu. Şaşkın bir halde etrafına bakınırken, meydanın kenarındaki evlerin arasından çıkıp “ Serdar..Serdar..” diye bağırarak kendisine doğru koşmakta olan bir arkadaşını gördü. Bu Murat’tı. Serdar da, ona doğru koşmaya başladı. Biraz sonra birbirlerine sıkıca sarıldılar.

Serdar: “ Diğer arkadaşlar götürüleli kaç gün oldu? “ diye sordu.
Murat: “ Üç gün önce. Kamyonlara yükleyip hepimizi fabrikaya götürdüler. Ben bir fırsatını bulup fabrikanın kapısında kamyondan atlayıp kaçtım. Amacım, geri döndüğünde durumu sana anlatmaktı. Senin başarılı olduğunu biliyoruz. Biz sadece işçi adayı olduğumuz ve sonunda nasıl olsa fabrikada ucuza çalıştırılacağımızı düşündüğümüz için, patronun bizler için hazırladığını sandığımız o tek yola girmiş bilinçsizce yürüyorduk. O tek yoldan başka ve çok daha faydalı, yararlı yollar olabileceğini aklımıza getiremiyorduk. Sen, sende doğuştan var olan bu kabiliyetini bizi yönlendirmek için kullanmak istedin. Beynimizdeki sis perdesini dağıtmak istedin. Sen bu durumu bize iyi anlatamadın mı? Hayır, aslında çok iyi anlattın da, biz sana pek kulak asmadık. Yani söylediklerini önemsemediğimiz için dinlemedik “ dedi.

Murat’ın söyledikleri Serdar’ın şaşırmasına sebep olmuştu: “ Vay Murat! Sen neler biliyormuşsun da benim haberim yokmuş. Ben de o anlattıklarımın boşuna olduğunu düşünüp üzülüyordum. Murat, senden beni ve buradaki arkadaşları fabrikaya götürmeni isteyeceğim. “

Fabrikanın yakınlarına geldiklerinde hava iyice kararmıştı. Fabrikanın dış kapısı kapalıydı. Arkadaşlarının isteksiz olduğunu gören Serdar fabrikanın duvarına tırmandı. Oradan bahçeye atladı. Bahçeyi kontrol ettikten sonra açık bir pencereden fabrikaya girdi. Fabrikanın yönetim odasında bulduğu belgelere göre, köle olarak çalıştırılmak üzere taş ocaklarına götürülmüşlerdi.

Serdar bir süre bu acı durumun üzüntüsünü yüreğinde taşıdı. Zamanla üzüntüsü hafiflemeye başladı. Onlardan ilgi görmediği halde onları kurtarmak için çırpınıp durmuştu. Fakat angaryanın da bir sınırı vardı. Bir idealistin anlattıklarına inansın diye kimseye baskı yapmaya, zor kullanmaya hakkı yoktu. Tek yapacağı inandırmaya çalışmak olabilirdi. Şimdi yeni bir program hazırlaması gerekiyordu. Dünyadaki canlılara faydalı olabilmek amacını güdüyordu. Bunu gerçekleştirebilmek için, bir an bile olsa, heyecanını kaybetmeden, sadece kendine özgü bir biçimde çalışmalarına sonuna kadar devam etmeye kararlıydı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
GEZGİN ŞEHMUZ İZNİK'TE
Gezgin Şehmuz bir gün İznik'e gitmiş. İznik sokaklarında bir süre dolaştıktan sonra göl kıyısına gelmiş. Atını bir ağaca bağlayıp, kıyıdaki büyük taşların bulunduğu yere gidip oturmuş. Aradan yarım saat geçmiş geçmemiş, suyun içinde bir deniz kızı peydah olmuş. Gezgin Şehmuz şaşırmış, şimdi bu deniz kızı da neyin nesi, diye düşünmüş.
Deniz kızı: " Selam Gezgin Şehmuz, nasılsın? " deyince Gezgin Şehmuz daha çok şaşırmış. Öyle ya hadi gölden deniz kızı çıktı, bu olabilir gibiymiş ama deniz kızının kendisine adıyla hitap etmesi olacak şey değilmiş. Nereden tanıyormuş ki, bu deniz kızı Gezgin Şehmuz'u?
Gezgin Şehmuz kendini toparlayıp şöyle demiş: " Sağ ol güzel deniz kızı. İyiyim de şu anda epey şaşkın durumdayım. Ben deniz kızlarının sadece masallarda var olduğunu bilirdim. Daha önceden tanışık olmadığımız halde adımı bilmeniz beni çok şaşırttı. Konuyu açıklığa kavuşturmanızı istemek hakkım sanırım. "

Deniz kızı gülümsedikten sonra şunları söylemiş: " Tabii Gezgin Şehmuz, bu senin hakkın. Gölün altında büyük bir yeraltı şehri var. Dipteki su kanallarından geçilerek yeraltı şehrine inilir. Sokaklar ve evler suyun içinde kurulmuştur. Su kanallarının kapakları özel bir durum yoksa daima kapalıdır. Ender olarak bizden biri göle çıkar. Biz oradan burayı yani dünyadaki insanların yaşayışlarını inceleriz. Daha doğrusu sizi seyrederiz. Konuşmalarınızı duyarız. Sizleri tanırız, biliriz. Yaşantınıza karışmayız. Olaylara müdahale etmeyiz. Bu bir çeşit sihirli aynalar aracılığıyla gerçekleşir. Ben yeraltı şehri kralının kızı Prenses İrona'yım. Gezgin Şehmuz'un göl kıyısına geldiğini görünce durur muyum? Hemen çıkıp geldim. Ne dersin, gelmekle iyi etmedim mi sence? "

" İnan bana deniz kızı gelmene çok sevindim. Ayrıca anlattıkların düşünce ufuklarımı genişletti. İnsanlar çoğunlukla günübirlikçidir, günü yaşamaya, günü kurtarmaya bakarlar. Gelecek hırs vermez, geçmiş ders vermez. Düşünceler belli kalıplar içinde sınırlanmıştır. Bu dar kalıplar içindeki düşünceler körelmiştir. İleri gitme şansı yoktur, tersine daima geriye gider. Bu dar kafa zihniyetinden kendini kurtarabilen, düşüncelerini belli kalıpların dışına taşırabilen özgün düşünme yeteneğini elde eder. Özgün düşünme, kişiye özel sadece o kişinin beyinsel fonksiyonlarının ürünü olan bir sistemdir. Bu yeteneğin kazanılabilmesi için, önce okuyup öğrenmek sonra da öğrendiklerini doğru olarak yorumlayıp, öğretebilecek duruma gelmek gerekir. Gezip dolaşmanın, yeni insanlar tanımanın konu üzerindeki önemi inkar edilemez. "

" Gezgin Şehmuz, sen bir söz ustasısın, bir filozofsun. Şu anda yeraltı şehrinde konuşmalarımız dinleniyor ve yazıcılar bunları kaleme alıyorlar. Az önce söylediklerin bizlere hayatımız boyunca yol gösterici olacaktır, yolumuzu aydınlatacaktır. Bir önerim olacak, bilmem nasıl karşılarsın? Bu konuşmalar masal havası içinde kitap olarak hazırlansa, torbalara konup buraya getirilse, sen atına yükleyip, bu şehirde ve gideceğin şehirlerde, köylerde halka parasız olarak dağıtır mıydın? Bitince geçerken uğrar, yenilerini alırdın. İnsanlara faydası büyük olurdu bu fikirlerin. "

" Prenses İrona, gerçekten asilce bir davranış içindesiniz. Karşılık beklemeden insanlara iyilik yapmak güzel bir duygudur. Önerini kabul ediyorum. "
Daha sonraki günlerde Prenses İrona'nın getirdiği torbalar dolusu kitabı Nicea'da ( İznik'te ) ve çevre köylerde dağıtan Gezgin Şehmuz mutlu bir şekilde oradan ayrılmış. Yeni şehirler görmek üzere yola düşmüş.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
İNSAN YİYEN BİTKİ
Güneş Otel sahibi Ali Bulut otelin bahçesine büyük bir sera yaptırmış ve bu serada tropikal bitkiler yetiştiriyordu. Afrika’dan getirilen et yiyen bir bitki vardı ki, Ali Bulut, onun dört yıldır bir santim bile büyümediğinden yakınırdı. Et yiyordu, balık yiyordu ama büyümüyordu. Aslında bitkinin büyümesi gerekti ve büyüyordu. Öylesine büyümüştü ki, boyu yirmi metreyi geçmişti ama Ali Bulut bunu görememişti. Bitki yukarı değil, aşağı boy atıyordu. Gövde toprak altındaydı. Görünen beyindi. O beyin birkaç ay sonra inanılmaz büyüklükteki gövdeyi harekete geçirecek, bitki insan yiyen bir canavara dönüşecek ve şehrin altını üstüne getirecekti.

Aradan birkaç ay geçti. Yaz günüydü. Bitki kıpırdanmaya başladı. Beyin giderek yükseliyor ve gövde toprak altından çıkıyordu. Seranın dört metre yüksekliğindeki tavanına çarpan beyin gövdeye yakın kökleriyle serayı kaldırarak Güneş Otel’e fırlattı. Otelin ikinci katının bazı camları kırıldı. Ne oluyor diyerek pencerelere koşan insanlar bahçedeki dev bitkiyi gördüler. Devamlı olarak daha uzun ve kalın kökler topraktan çıkıyordu. Korkuya kapılan insanlar otelin çıkış kapısına ve yangın merdivenine hücum ettiler. Bu insanlardan çoğu kökler tarafından yakalanarak kuyu biçimindeki ağza atıldılar. Bitki insan yedikçe büyümesi hızlanıyordu. Bitkinin kökleri şehrin başka yerlerinde topraktan çıkarak insanları yemeye ve evleri yıkmaya başladı. Koşarak kaçan veya arabasına binerek şehri terk eden insanlar çoktu. Bir saat sonra ise, şehirde kimse kalmamıştı. Şehrin çevresi askeri birlikler tarafından sarılmıştı. Askeri birlikler insan yiyen bitkiye binlerce kurşun ve bomba attılar. Gelen bir emir üzerine ateş kesildi, çünkü insan yiyen bitkiye bunlar tesir etmiyordu.
Ali Bulut bir haftadır kaçakçılık anlaşması yapmak için yurtdışındaydı. Olayı televizyon haberlerinden öğrenince özel uçağına atladığı gibi geldi. Bir aralık yardımcısına: “ Kızdığım zaman köse bitki diyordum. Şuna istediğimi yaptırabilirsem dünyaya hakim olurum. “ Ali Bulut komutandan izin alarak asker kordonunu aştı: “ Canım, yavrum benim. Ben geldim, bak baban geldi. Çok insan yemişsin ama beni yeme. Ben seni et ve balıkla besledim. “ Ali Bulut hem konuşuyor hem de kökler arasından yürüyordu. Kökler uzun süre ona dokunmadı ama gövdenin yanına gelince yakaladılar. Ali Bulut bağırmaya başladı: “ Dur, beni bırak. Bütün servetim senin olsun. Milyarlarım senin olsun. “

İnsan yiyen bitki ilk kez konuştu: “ Hangi senin servet, hangi milyarlar? İnsan sağlığına zararlı maddeler satarak, kaçakçılık yaparak, onun bunun hakkını çalarak zorla sahiplendiğin paralar. Senden nefret ediyorum Ali Bulut, artık parayı unut. Bak ağzıma, dışarıdan belli olmuyor ama içerisi çok sıcaktır. Bundan sonra kötülük yapamayacaksın.” İnsan yiyen bitki Ali Bulut’u yedikten sonra yarım saat geçti. Onu durduracak kuvvet yoktu. İstese köklerini ayak gibi kullanıp çok uzaklara gidebilirdi. Nedeni bilinmez bir şekilde hareketsiz duruyordu.
Bitki uzmanı, tropikal bitkiler üzerinde araştırma yapmakta olan bir bilim adamı, komutanın yanına gelerek, insan yiyen bitkiyi zararsız hale getirebileceğini söyledi. Şişedeki ilaç iğneyle bitkiye şırınga edilirse, bitki ölürdü. Komutandan izin alan bitki uzmanı elindeki iğneyle insan yiyen bitkinin köklerine yaklaşmaya başladı. Köklerin yanından geçerken aniden dönerek iğneyi köke sapladı ve ilacı şırınga etti. Bitki uzmanı daha sonra iğneyi yere atarak yürümeye devam etti. Geri dönüp kaçsa hemen yakalanırdı. Bunu biliyordu. O zaman insan yiyen bitkiyi şüphelendirebilir ve bitki durumu anlarsa ilaçlı kökü koparıp atar ve kendini mutlak bir ölümden kurtarabilirdi. On dakika sonra insan yiyen bitkinin gövdesi sarsıldı ve ağzından ahh diye bir feryat işitildi. Kökler titremeye başladı. İlaç beyine ulaşmıştı. Artık kurtuluşu yoktu. Ölüm gelmişti.

“ Ben, dedi, insan yiyen bitki, belki yanlış yaptım gibi gözüktü sana ama doğrusu buydu. O insanların ölmesi lazımdı. Özellikle Ali Bulut’un. Diğer ölenler de onun adamlarıydı. Şehri dört koldan sarmıştı Ali Bulut’un çetesi. Onları öldürdüm, onların evlerini yıktım. Hepsi kötü insandı. Bir tek iyi insanın canına, malına zarar vermedim. Askerler ezilmesin diye şehri terk etmedim. Seni gelirken gördüm elinde iğne vardı ama o iğnenin beni öldürebileceğini düşünemedim. Her neyse böylesi daha iyi oldu, tabii kötüler için. Neden var olduğum anlaşılsa ve bana yardımcı olunsa insanlar arasında zararlı olanları ayıklardım. Sessizce yer altından sokulur, konuşmaları duyar ve onları yakalardım. “
İnsan yiyen bitki daha fazla konuşamadı. İlaç, onun beyinsel fonksiyonlarını durdurmuştu. Ölmüştü. Bitki uzmanı ise yaptığı hatayı anlamış ve dizlerinin üstüne çökmüştü. Ağlıyordu.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
KANATLI KARINCA
Zamanımızda en çalışkan ve en tutumlu yaratıklar olarak bilinen karıncalar bundan on binlerce yıl önce yine çok çalışkandılar fakat tutumlu oldukları söylenemezdi. Çalışkanlık karıncaların yaratılışlarında vardı. Onlar yaratılırken çalışkan olarak yaratılmışlardı. Tutumlu olmak ise bambaşka bir şeydi. Tutumlu olarak yaratılınmaz, bu özellik sonradan öğrenilirdi. Sadece çalışkan olmayı o kadar büyütmemek gerekirdi. Ne kadar çalışkan olunursa olunsun, tutumlu olmak bilinmedikçe başarı tam olarak gerçekleşmezdi. Çalışkan olmakla tutumluluk ikisi bir arada bulunursa eğer başarı tamam olurdu.

Önceleri karıncalar günlük güneşlik yaz günlerinde hiç durmaksızın, yorulmak nedir bilmeksizin çalışırlar, çevreden buldukları yiyecekleri yuvalarına bırakırlar, tekrar yiyecek aramaya çıkarlardı. Hava kararmaya başladığında bütün karıncalar yuvalarında toplanır, gündüz topladıkları yiyecekleri yerlerdi. Ertesi sabah hangi karınca yuvasına bakarsan bak dünden kalmış bir buğday tanesi bulamazdın. Çalışıp kazandılar, kazandıklarını istedikleri gibi yerler içerler, isterlerse gider dereye dökerler, bu, onların en doğal hakları…denir denmesine de, durum öyle sanıldığı kadar basit değil. Biraz ileriyi düşünüp soğuk ve karlı kış günlerini aklımıza getiriversek…Kış günlerinin ne kadar çetin geçtiği bilinen bir gerçek. Bu doğal engelin mutlaka aşılması ve yaz günlerine ulaşılması lazım. Eğer yazın, kışı düşünerek, yuvaya getirdiğin üç buğday tanesinin birini kenara koyabilirsen, o doğal engelin önünde saygıyla eğildiğini ve üzerinden aşıp yaza ulaşabilmeni kolaylaştırdığını görürsün. Yoksa bugün gelen bugün gider yarını yarın düşünürüm dersen, doğal engeli aşarsın aşmasına da, bu, çok zor olur, pek çok zor olur.

Kanatlı karınca uçarken, bir su birikintisine düşüp çırpınmakta olan bir karınca gördü. Hemen aşağı süzülüp karıncayı tuttu ve onu kucağına alarak kıyıya çıkardı. Bu karınca yakınlardaki bir karınca yuvasının beyiydi. Karınca beyi kanatlı karıncayı yuvasına davet etti ve akşamki ziyafeti onuruna düzenleyeceğini söyledi. Ziyafette, karınca beyi kanatlı karıncayı diğer karıncalarla tanıştırarak, ona bir can borcu olduğunu ve kendisine gösterilen saygının ona da gösterilmesini istedi. Daha sonraki günlerde karınca beyinin ricalarını kırmayan kanatlı karınca bir süre daha onlarla birlikte olmak zorunda kalacaktı.

Kanatlı karınca geçen günlerle birlikte yuvaya yiyecek taşıma işine girmeye başladı. Uzaklardan bulup getirdiği yiyecekleri yuvaya bırakıyor, tekrar yiyecek aramaya çıkıyordu. Normalde bir karıncanın getirdiği yiyeceklerin dört beş katını tek başına getiriyordu. Karıncalar bu durumu görüyorlar ve memnun oluyorlardı. Bir günde toplanan yiyeceklerin ertesi güne kalmaması kanatlı karıncanın dikkatini çekmeye başladı. Bu neden böyle oluyordu? Neden ertesi güne yiyecek kalmıyordu? Yaz günleri sona erecek, kış gelecekti. Yuvadaki yüzlerce karınca kış günlerinde ne yiyecekti? Kışın on karınca yiyecek aramaya çıksa, acaba kaçı geri dönebilirdi? Dönemeyenlere yazık değil miydi? Dönenler yiyecek bulmuş olsalar bile o kadarcık yiyecek kaç karıncaya yeterdi?.. Sonuç: Açlıktan kırılırdı bunlar. Kanatlı karınca bu durumu karınca beyi ve bazı karıncalara sormak ihtiyacını hissetti. Fakat onlar kanatlı karıncanın sorduğu soruları anlamsız birtakım basmakalıp cümlelerle geçiştirdiler.

Bir akşam yemeği öncesinde karıncalar yuvadaki salonda toplanmışlardı. Kanatlı karınca söz alarak, kış mevsiminin yaklaştığını, bundan sonra yuvaya getirilen yiyeceklerin küçük bir kısmının kara gün dostu diye saklanmasını, eğer böyle yapılmaz da şimdiki düzen aynen devam ederse yaz günlerine pek az karıncanın ulaşabileceğini yana yakıla anlatmaya başladı. Biraz sonra salondan “ yeter “, “ kes artık “, “ susturun şunu “ diye bağıran sesler duyulmaya başladı. Giderek çoğalan uğultu, kanatlı karıncanın söylediklerinin duyulmasını engelliyordu. Bu sırada karınca beyi ayağa kalktı ve salondaki uğultu bir anda kesildi. Gözyaşları içinde bir şeyler söylemeye çalışan kanatlı karıncaya karınca beyinin tepkisi çok sert oldu. Ona ağır sözler söyledikten sonra zindana atılmasını emretti. Karıncalar, kanatlı karıncayı yakaladılar ve sürükleyerek salondan dışarı çıkardılar. Sonraki günlerde karınca yuvası eski, sakin yaşamına geri döndü. Karıncaların gündüz getirdikleri yiyeceklerden ertesi güne kalan olmuyordu.

Aradan birkaç ay geçmişti ki, karakış, olanca ağırlığıyla karınca yuvasının üzerine abanmaya başladı. Günlerdir yağan kar bir türlü durmak bilmiyor, bu soğuk havada bırak dışarı çıkıp yiyecek aramayı, yuvanın kapısını aralayıp kafasını dışarı çıkaran karıncanın kafası donuyordu. Dışarıda hava soğuktu da içeride sıcak mıydı sanki? Karınca beyi odaları geziyor, buradaki karıncalara, biraz daha sabretmelerini, kar yağışının er geç dineceğini, o zaman yiyecek aramaya çıkılacağını ve sıkıntıların bir anda biteceğini anlatıyordu. Hele kar bir dinsindi.
Kar yağar yağar bir gün gelir artık yağmaz olurdu yani dinerdi. Karın dinmesiyle birlikte elli karıncadan oluşan bir grup yiyecek aramaya çıktı ve bu elli karıncadan bir tanesi bile geri dönmedi. İçerideki kayıplar çok daha fazlaydı. Kışa girerken yuvada bulunan bin civarındaki karıncanın yarısı ölmüştü. Besbelli açlıktan kırılıyordu bunlar. Hava biraz ılışır umuduyla iki gün daha bekledi karınca beyi ve üçüncü gün yanına kırk karıncayı alarak yiyecek aramaya çıktı. Kar yağmıyordu fakat hava buz gibi soğuktu. Demek ki, iki gündür boşuna beklemişti yuvada aç bilaç. Havanın da ılışacağı yoktu. Gece yarısına kadar karınca beyi ve kırk karıncadan bir haber çıkmayınca karıncalar salonda ayaküstü bir toplantı yaptılar. Oldukça kısa süren toplantı sonunda şu karara varıldı: Kanatlı karınca hemen serbest bırakılacaktı.

Ertesi gün kanatlı karınca, karınca beyi ve diğer karıncaları bir ağacın kovuğunda, birbirlerine iyice sokulmuşlar, titreşip dururlarken buldu. Onları ikişer ikişer yuvaya taşıyan kanatlı karınca daha sonraki günlerde hiç gocunmayacak ve yuvaya yiyecek taşıma işine bıraktığı yerden devam edecekti. Kış süresince kanatlı karınca salonda pek çok defa konuşma yaptı. Onlara bundan sonraki hayatlarını nasıl yaşamaları gerektiğini ve çalışmalarını ne şekilde düzenleyebileceklerini uzun uzadıya anlattı. Sonunda, karakış bitti, yaz geldi ve kanatlı karınca tümüne elveda diyerek uçup gitti.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
En Güzel Çocuk Masalları - Sarı Papatya Yayınları 2006
Hikayelerle Karakter Eğitimi - Moralite Yayınları S: 364-367 2011
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
TİMSAH KIKI İLE HACER
Timsah Kıkı, Nil Nehri’nin kıyısında dinlenirken, duyduğu çığlıklarla yerinden fırladı. Bir kayanın üstüne çıkıp etrafına bakındı. Bir çocuk akıntıya kapılmış sürüklenirken, karşı kıyıda insanlar koşarak çocuğu izliyordu. Şimşek hızıyla suya dalan Kıkı’nın gözüne son anda insanların birkaç kayıkla açılmakta oldukları takıldı. “ Onlar asla çocuğa yetişemezler “ diye düşündü. “ Çocuğu iyice yüzme öğrenmeden tek başına bırakmak yanlıştır. Eğer bırakırsan su onu yutar. “
Kıkı az sonra çocuğa yetişti ve kocaman ağzını açıp hızla kapadı. Ancak çocuğa zarar vermemiş, sadece gömleğinin yakasından yakalamıştı. Geriye döndü, üç tane kayık geliyordu. Sevindi Kıkı çocuğu kurtarmıştı. Korku dolu gözlerle bakan çocuğa göz kırptı. “ Benim adım Kıkı, dedi, ya seninki? “ Çocuk gülümsedi: “ Benim adımda Hacer, dedi. Sağ ol Kıkı, hayatımı kurtardın. Sana bir can borçluyum. “
“ Hayır, Hacer, dedi Kıkı, bana can borcun yok. Ben senin hayatını kurtardım, bu doğru ancak karşılık beklemeden yaptım bunu. Borçlu falan da değilsin bana. Ben dünya tatlısı Kıkı’yım, yüreğim sevgiyle çarpar benim, kimse için kötülük düşünmem ben..”

Kıkı’nın konuşması yarıda kaldı, çünkü kalın bir sopa olanca hızıyla başına indi. Kayıklar sonunda yetişmiş ve kayıktakiler kötülük saçıyordu. Sopalar birbiri ardınca başına indikçe gözü döndü. Bana reva mı bu, diye düşündü. Yıllar önce annesinin anlattığı bir hikaye aklına geldi. Bu hikayede, bir ahtapot iki insanı mutlak bir ölümden kurtarıyor, fakat insanlar, ahtapotun başına ödül koyuyordu. Ahtapot, onları yanlışlarıyla baş başa bıraktıktan sonra hedefine ulaşıyor ve denize geri dönüyordu. Şimdi Kıkı’nın yapacağı en doğru iş, onları yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve Hacer’i sağ-salim kıyıya ulaştırmaktı. Kıkı, aynen öyle yaptı. Sert bir kuyruk darbesiyle kayıkların arasından sıyrılıp himayesindeki insan evladının kumsala ayak basmasını sağladıktan sonra, gözlerindeki iki damla yaşı fark ettirmemeye çalışarak geri döndü. Amacı, olabildiğince uzaklara gidip, bu olayı unutmaktı. Beyinlerinden zeka fışkıran ve en akıllı yaratıklar olduğu iddia edilen insanlar bunlar mıydı? İnsanlar, kim bilir ne yanlışlıklar, ne hatalar yapıyorlar da bunları birbirlerine doğrusu budur diye yutturuyorlar mıydı?
Nil Nehri’nin sularına dalarken adının ünlendiğini duyar gibi oldu. Sanki biri “ Kıkı…” diye bağırıyormuş gibi geldi. Kıkı, bu çağrıyı duymamazlıktan gelmedi. Derinlerden döndü, yüzeye çıktı. Bağıran Hacer’di. Hacer el ediyor, Kıkı, gel buraya, diye bağırıyordu. Öfkesini dindirmek için biraz su yuttu. O, hep böyle yapardı; öfkelendiği zaman biraz su yutar, öfkesini dindirirdi. Su genzine mi kaçmıştı ne, öksürdü Kıkı, üç-dört kez öksürdü. Boğazını temizledi ve usulca yüzerek Hacer’in yanına geldi. Hacer, dizlerinin üstüne çöküp, Kıkı’nın boynuna sarıldıktan sonra şunları söyledi: “ Canım Kıkı, sen iyi kalpli, temiz yürekli bir timsahsın. İyilik yapayım derken, kötülük buldun, ama her iyilik yapan kötülük bulmaz. Belki şu an için insanların kötü olduğunu düşünüyorsun, gerçekte kötü insanlar var ama iyi insanlar pek çok. İşte, bu iyi insanlardan biri de benim. Ben göğsümü gere gere iyi bir insan olduğumu söylüyorsam, bu durum benim iyi bir insan olduğumun işaretidir ve sen benim iyi bir insan olduğuma inanmak zorundasın. “

Hacer sözlerini aniden kesmişti, bunun bir sebebi olmalıydı. Kıkı hızla geriye döndü. Kayıklar geliyordu. Hacer koşarak kayıkların önüne çıktı. “ Durun, gelmeyin, geri dönün “ diye bağırmaya başladı. Boşuna, her şey boşunaydı. Tüfekli, sopalı, bıçaklı adamlar kayıklardan indiler: “ Durun, Kıkı benim hayatımı kurtardı. Kimseye zararı yok onun, ona zarar vermeyin. İyi yürekli bir timsah o, kendi halinde, kimse için kötülük düşünmüyor. Bırakın gitsin, size ne yaptı? Neden onu öldürmek istiyorsunuz? “ diyerek feryat eden Hacer’in yüzüne gelen sert bir tokat onu yere düşürdü. Elinin tersiyle yüzünü silen Hacer; adamın vurduğu yerin kanadığını görünce son bir gayretle elini Kıkı’ya doğru uzatarak bağırdı ve bayıldı: “ Parçala onları Kıkı, parçala..”
“ Olmasaydı iyi olurdu ama Hacer’in olacakları görmemesi daha iyi oldu. Ne kadar istesek de bazı kötü olayların önüne geçemiyoruz. Ben iyi bir timsahım ama kötülerle bir olma durumuyla karşı karşıya bırakılıyorum. Şu andan itibaren hala iyi düşünceler içinde olmaya devam edersem bu adamlar beni keserler. “

Timsah Kıkı, rakipleriyle istediği yerde, istediği zamanda dövüşmekte kararlıydı. Gerisin geriye dönüp kaçmaya başladı. Amacı, adamları toprağa çekmekti. Toprak üstünde durunca ayakları daha rahat hareket ediyordu. Seri dönüşler yapıyordu. O zaman uzun kuyruğu çok önemli bir silah haline geliyordu. Kıkı, canını kurtarmak için kuyruğunu kullanacaktı. Kıkı, kayalıklar arasında dar bir yer bulup geri döndüğünde bir tüfeğin üstüne çevrildiğini fark etti. Gök gürültüsünü andıran sesin ardından sol gözü karardı, sol gözü görmez oldu. Sağ ön ayağıyla sağ gözünü kapatıp, ileri atıldı. Silahlar birbiri peşi sıra patlıyor, kurşunlar Kıkı’nın sert derisi üstünden sekiyordu. Bu arada Kıkı’nın kuyruğu akıl almaz bir hızla çevresine dehşet saçıyor, vurduğunu deviriyordu. Kıkı yediği onca sopadan sonra geriye gövdesinden ne kalırsa, Nil Nehri’ne ulaştırmak istiyordu. Sonunda, Kıkı, Nil Nehri’ne ulaştı ve derinlere daldı.

Aradan aylar geçti. Kıkı’nın sol gözü görmeye başladı. Kurşun göze girmemiş, yan taraftaki deriyi parçalamıştı. Yara iyileşince göz görmeye başlamıştı. Bir kötü olayla karşılaştı diye Kıkı yaşam çizgisini değiştirmedi. Tutturduğu doğru yoldan sapmadı. İyilik, onun temel prensibiydi. Tüm canlı varlıkları seviyordu, çünkü Kıkı’nın kendine saygısı vardı. Kendine saygısı olmayanın başkalarına da saygısı olmazdı. Onlar sorumsuz bir yaşam sürerlerdi yani bedavaya yaşarlardı. Borç alır ödemezler, küfürlü konuşurlar, kalp kırarlar, düşünmeden hareket ederler, günahsız birine durup dururken vururlar, başkalarını kötülerler ve dedikodu yaparlardı. Söyler misiniz bana, bunları hangi kitap doğrular?

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Timsah Kıkı İle Hacer - Serdar Yıldırım - Sıradışı Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 - 16 sayfa
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
KIRMIZI BALIK MEGA
Büyükçe bir bahçenin ortasında küçücük bir havuz. Bu havuzda minicik bir balık. Kırmızı balık Mega. Onun hikayesi inanıyorum ki, pek çok okuru derinden etkileyecektir. Sarsılmaz bir iradesi vardı Mega’nın, taş gibi. Asla yolunu şaşırmadı. Ayrıca mangal gibi yüreği vardı, korkusuzdu. Haksızlıkları gördüğü anda resmen patlardı.
Mega bir gün yüzerken aniden irkildi. Şimşek hızıyla başını çevirdi. Kendisini seyreden kediyi görünce duraladı. Böylesine kocaman bir kediyi ilk kez görüyordu: “ Ne o, korktun mu balıkçık? “ dedi kedi.
Bunun üzerine Mega: “ Senden korksaydım dibe dalardım, ama ben öyle yapmadım. Demek ki, korkmamışım. “
“ Vay canına! Dilin ne kadar uzunmuş senin. “
“ Önce sen sataştın. İlk saldırı hakkı senin. Haydi, bekliyorum, atla suya. “
“ …… “
“ Neden sustun? Dilini mi yuttun? Konuşsana! “
“ Sonra konuşuruz. Çok acıktım! Ben gidiyorum. “
Kedi havuzun az ilerisindeki bir ağacın altına gitti. Kafasını kaldırıp yukarı baktıktan sonra ağaca tırmanmaya başladı. Hedefi kuş yuvasıydı. Mega kedinin niyetini anladı. Yuvada yavru kuşlar vardı. Daha uçamıyorlardı. Onları ancak anneleri kurtarabilirdi, ama o da görünürde yoktu. Besbelli yavrularına yiyecek bulmak için gitmişti. Belki yakında olabilirdi. Mega avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı: “ Anne kuş, yetiş, yavruların tehlikede. Kedi onları yiyecek. Yetiş anne kuş, yuvaya gel. Yavruların tehlikede. “

Mega’nın feryadını anne kuş duydu. Bir kurşun hızıyla uçup yuvasına çöreklenmiş yavrularını yemekte olan kediye saldırdı. Kedi boş bulundu, saldırıyı karşılayamadı ve ağaçtan aşağı düştü. Anne kuş, kedi ağaca tırmanırken, yavrularından önce birini, daha sonra diğerini havuzun kenarına indirdi. Yuvada kalan yavru cansız yatıyordu. Dördüncü yavru ise, ortada yoktu. Demek ki, kedi onu yemişti. Aynı anda anne kuş iki yavrusunu ayaklarıyla kucaklayıp havalandı. Zorlukla uçuyordu. Bazen ağaçların dallarına çarpıyor, yavrularıyla birlikte yere düşüyordu. Kedi peşlerindeydi. Mega, anne kuşun iki yavrusuyla uçup gidemeyeceğini anladı: “ Anne kuş, yavrularından birini havuza at. Ben onu kurtarırım. Sen ötekini emin bir yere götür, sonra gelip buradakini alırsın. Bırak birini, haydi, havuza bırak. “
Anne kuşun başka çaresi kalmamıştı. Mega’nın dediğini yaptı. Biraz alçalıp yavrularından birini havuza attı ve uçup gitti. Mega yavru kuşu sırtına bindirdi. Yavru kuş kurtulmuştu. Emin ellerdeydi, Mega’nın ellerindeydi. Kedi ağır adımlarla havuzun kenarına geldi: “ Onu hemen bana vereceksin! Sallanma çabuk ol! “
“ Öyle yağma yok. Alabilirsen gel kendin al. “
“ Yoksa bana karşı mı geliyorsun? “
“ Çarşı da gelirim, karşı da gelirim. Ben her türlü haksızlığa karşıyım, çünkü benim adım Mega. “
“ Mega, haksızlık dedin, kim yapmış haksızlığı? “
“ Kim yapacak, tabii ki sen. Biraz önceye kadar şu karşıdaki ağaçta bir kuş yuvası vardı. Yuvada dört yavru kuş vardı. Günahsızdılar. Cıvıldaşıyorlardı. İkisini sen yok ettin, biri burada, birini anne kuş gö türdü. Anne kuşun yavrularını kurtarmak için yaptığı amansız mücadeleyi çaresizlik içinde seyrettim. Ne istedin onlardan bilmem ki? “
“ Ama ben karnımı doyurmak zorundayım. Kuş yavruları benim için sadece birer yiyecek. Senin duygusallığın hiçbir şey ifade etmiyor. Ağaca çıkıyorum ve kuş yavrularını yiyorum, mesele bu kadar basit. “
“ Peki, ben şimdi üzüntü içindeyim. Anne kuşun durumunu sorma. O, herhalde kahroluyor. Yanında götürdüğü yavrusunu bırakıp sırtımda gördüğün şu garibi kurtarma telaşesi içinde. Yavrucuğun kalbi nasıl da küt küt atıyor. Bu seni hiç etkilemiyor, yani duygusuzsun. Yavru kuşu sana versem yersin değil mi? “
“ Aman Mega, ne demek? Yavruyu çıtır çıtır yerim. Hele havuzun kenarına sokuluver. İzin ver seni de yiyeyim be Mega. “

Kedinin sözleri üzerine Mega gülümsedi. Her şey o kadar basitti ki. Açıklaması çok kolaydı. Biraz zeka gelişimi bunun için yeterliydi. Mega kendi kadar ağır olan yavru kuşu sırtında taşımaktan yorulmuştu. Geçen her dakika bir saat kadar uzun geliyordu. Anne kuş neredeydi? Niçin gelmiyordu? Mega yavru kuşla birlikte bir batıp, bir çıkmaya başladı. Yavru kuş su yutuyordu, boğulacaktı. Mega onun kaçıp gidebileceğini düşündü: “ Yavru kuş, seni havuzun kenarına bırakacağım. Kanatlarını çırp, uçmaya çalış, koş, kaç, canını kurtar, olur mu? “
Yavru kuş olur anlamında başını salladı. Mega onu havuzun kenarına bıraktı. Yavru kuş fırladı, uçamıyordu ama kaçıyordu. Kedi sevinç çığlıkları atarak yavru kuşun peşine takıldı. Yavru kuş, birden durdu, geriye döndü. Kanatlarıyla yerdeki taşı alarak üstüne doğru gelmekte olan kedinin kafasına tüm gücüyle savurdu. Taş, kedinin kafasına geldi. Canı yanan kedi yavru kuşun peşini bırakıp oradan uzaklaştı. Mega şaşkın bir halde bu cesur yavru kuşu alkışlarken, anne kuş gelerek yavrusunu alıp gitti.

Kedi bir hafta ortalıkta gözükmedi. Bir öğle vakti tavuklar bahçede yem yiyorlardı. Mega bahçe duvarı üstünde kediyi görünce bağırmaya başladı: “ Kedi geldi. Çabuk kaçın tavuklar, kümese kaçın. Canını seven kaçsın. “
Biraz sonra kümese giren tavuklar kapıyı içeriden sürgülediler. Kedi duvardan atlayıp havuzun kenarına geldi: “ Sen ne biçim balıksın? Hiç utanma yok mu sende? Niye yaygara yapıyorsun? Kedi gelmişse ne olmuş? “
“ Kes gürültüyü pis kedi. Asıl utanmaz sensin. Kuş yavrularını ben mi yedim? Gözün tavuklarda ama bana iyi bak, tavukları yutturmam sana: “
“ Tavuk eti sevmem ben. Hem o kuş işi geçen seneydi. “
“ Ne geçen senesi? Daha bir hafta oldu. Arsız olduğun kadar yalancısın da. Bas git buradan. “
Mega oldukça ağır konuşuyordu ama kedi bunu hak etmişti. Onun gibilere başka türlü davranılamazdı. Rüzgar ekersen, fırtına biçerdin. Eğer Mega kedinin yaptıklarına göz yumsa, daha alt perdeden konuşsa, kedi Mega’yla alay ederdi.
Kedi uzunca bir sopa alarak havuzun dibindeki tıkacı çıkardı: “ İntikam için dönmüştüm. Sonun geldi Mega. Seni kimse kurtaramaz. “

Mega kendini koy vermedi. Canla başla giderden uzak durmaya çalıştı, var gücüyle ters yöne yüzmeye çabaladı. Havuzdaki su giderek azaldı. Mega’ya yardım edilemez miydi?
“ Edilir, neden edilmesin? Mega kurtarılsın. “
Dünyanın dört bir yanındaki yağmur bulutları gökyüzünde toplandı ve yağmur yağmaya başladı. Yağmur damlaları birbirleriyle yarış ediyordu. İlk damlalar beton zemine çarptığında havuzda su kalmamıştı. Mega can çekişmekteydi. Zaman geçtikçe su seviyesi yükseldi. Mega nefeslendi, rahatladı, gücü yerine geldi. Mega’nın kurtulduğunu görmek, kediyi çileden çıkarmaya yetmişti. Sopayla Mega’ya vurmaya başladı. Bir iki derken, ayağı kaydı kedinin ve havuza düştü. Mega kedinin üstüne atıldı. Canavar kedi, planın geri tepecek dedikten sonra sopanın ucundaki ipi kedinin boynuna dolayıp sopayı gidere iyice soktu. Suyun içinde nefessiz kalan kedi can verdi. Yaptığı kötülükler yanına kar kalmamıştı. Giderdeki sopa su kaçağını çok aza indirince yağmur yavaşladı. Yarım saat sonra bahçeye çıkan ev sahibi Kerem Bey havuzun içindeki kediyi gördü. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez bir halde ağzını açıp öylece bakakaldı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Kırmızı Balık Mega - Serdar Yıldırım - Sıradışı Yayıncılık - Yayın Yılı: 2011 - 16 sayfa
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
ÖZBEKİSTAN CUMHURİYETİ YÜKSEK VE İKİNCİL
ÖZEL EĞİTİM BAKANLIĞI
TAŞKENT DEVLET DOĞU ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ

Yoshlarga ko‘rsatilayotgan g’amxo‘rlik, yaratilayotgan sharoitlar ularni
puxta bilim egallab, har sohaning yetuk mutaxassisi bolib yetishishlari uchun
zamin yaratadi. Ayniqsa, oliy o‘quv yurtlarining tubdan isloh qilinishi, o‘quv
jarayonlarini jahon miqyosi darajasiga olib chiqilishi buning yaqqol misoli
hisoblanadi. Shu o‘rinda yoshlarning bilim olishga bo‘lgan ishtiyoqlari, chet
tillarini o‘rganishga bo‘lgan qiziqishlari tobora ortib bormoqda. Shu nuqtai
nazardan qaraganda oliy o‘quv yurtlaridagi adabiyotlar bilan ta’minlanganlik
darajasi ham doim e’tibor markazidadir. Garchi shunday ekan, soha
mutaxassislarining o‘z fanlari doirasida darsliklar, o‘quv qo‘llanmalari yaratishi
ayni muddaodir. Shu jihatdan qaraganda ushbu qo‘llanmaning ahamiyati kattadir. Ushbu o‘quv qo‘llanma turkologiya yo‘nalishida tahsil olayotgan 3- bosqich talabalarga mo‘ljallangan bo‘lib, mavzular dars soatlaridan kelib chiqqan holda taqsimlangan. O‘quv qo‘llanmadagi mavzular asosiy sharq tilining namunaviy hamda ishchi dasturlariga mos keladi.

( Gençlere gösterilen özen, onlar için yaratılan koşullar
kapsamlı bilgi edinmek ve her alanda olgun uzmanlar olmak
zemini oluşturur. Özellikle yüksek öğretimde radikal reform, eğitim
süreçlerini dünya ölçeğine getirmek bunun açık bir örneğidir.
Aynı zamanda gençlerin öğrenme isteği yabancıdır.
Dil öğrenmeye ilgileri artıyor. Mesele bu
yüksek öğretimde literatüre erişim açısından
seviyesi de her zaman odaktadır. Öyle olmasına rağmen, alan
uzmanlar kendi alanlarında ders kitapları ve kılavuzlar oluşturur
aynı terimdir. Bu bakımdan bu rehber çok önemlidir.
Bu ders kitabı Türkoloji öğreniminin 3. aşamasıdır.
Öğrenciler için, ders saatlerine dayalı konularla
dağıtıldı. Ders kitabındaki konular temel Doğu dillerinden örneklerdir.
ve çalışma programlarıyla uyumludur. )

Çalışma Rehberi
5120100 - Filoloji ve dil öğretimi

Bu ders kitabında bulunan Serdar Yıldırım'ın yazdığı hikayeler şunlardır:
Karagöz İle Hacivat: Parayı Kim Buldu? 46. Sayfadadır.
Keloğlan Dağlar Padişahı 52 ve 53. Sayfadadır.
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
YAVRU BALİNA İLE KÖPEKBALIKLARI
Annesi balina avcıları tarafından öldürülen yavru balina Atlas Okyanusu’nda yüzerken etrafını yirmi kadar köpekbalığı sardı. Başkan köpekbalığı yavru balinanın yanına gelerek: “ Seni tanıyorum ve durumunu çok iyi anlıyorum yavru balina. Ama üzülmekle eline bir şey geçmez. Anneni insanlar öldürdü. Sen bunu onların yanına bırakmamalısın. Annenin intikamını almalısın. Biz senin dostunuz. Sana öldürmeyi öğretip, insanların üstüne salacağız. Çok yakında insanlar yavru balinayı tanıyıp, ondan korkacaklar “ dedi.
“ Annemi yerler mi insanlar? “ diye sordu yavru balina.
“ Yerler yavrum. İnsanlar acımasızdır. Onlar dünyadaki tüm canlıları acımasızca öldürürler. Hoş, insanlar birbirlerine karşı da acımasızdır. Ben buralarda çok gördüm gemiler içinde savaşan insanları. Dedem, insanların toprak üstünde de savaştıklarını söylerdi. Savaşı kazanan kahraman olurmuş. “
“ İnsanlar kötü yaratık desene? “
“ Hem de çok kötü yaratık. “
“ O zaman beni annesiz bırakan, bana günlerce gözyaşı döktüren insanları cezalandıracağım, ama bunu nasıl yapacağımı bilemiyorum. “
“ Öğrenirsen bilirsin. Haydi, yavrucuk peşimden gel. Siz de peşimden gelin köpek kardeşlerim. Derinlikler bizi bekliyor. “

Aradan bir ay geçti. Bu sürede köpekbalıkları bildikleri öldürme yöntemlerini yavru balinaya öğrettiler. Hedef, insanların toplu halde yüzdükleri plajlar olacaktı. Plajlar, insan kanına boyanacaktı. Yavru balina, öldürürüm, parçalarım, diyordu ama onu plaja salmadan önce bir deneme yapmalıydı. Bakalım öldürebilecek miydi? Beş köpekbalığı yalnız yüzen insan aramaya başladı. Deniz fenerinin yakınında bir çocuk yüzüyordu. İlk kurban o olacaktı.
Köpekbalıkları sahilden uzak kaldılar. Çocuğu ürkütmek istemiyorlardı. Yavru balina hızla çocuğa doğru yüzmeye başladı. Fenerin oralar derin demişti köpekbalıkları, çocuk demek ki, usta yüzücüydü. Yoksa onun ne işi vardı böyle derin yerde. Yavru balina kafasını suyun üstüne çıkardı, daha sonra gövdesi ve kuyruğu göründü. Çocuk, yavru balinayı hemen fark etti. Derin bir nefes alıp suya daldı. Balina yavruydu ama dört metre boyundaydı. Sahile doğru yüzmeye kalksa bunu başaramazdı, çünkü yavru balina ondan çok daha hızlıydı. Yetişmesi an meselesiydi. Bundan dolayı çocuk sahile paralel yüzüyordu. Yavru balina çocuğa yetişti, bir süre onunla yan yana yüzdü ve aniden dönerek ağzını açıp kapadı. Yavru balina köpekbalıklarının yanına döndüğünde: “ Görevimi başardım. Çocuğun işi tamam “ dedi.
“ Çocuğu parçaladın mı? “ diye sordu, başkan köpekbalığı.
“ Hayır, parçalamadım “ dedi yavru balina.
“ Parçalamadın mı? O zaman ne yaptın? “
“ Çocuğu yuttum. “
“ Yuttun mu? “
“ Evet, yuttum…Çocuk şimdi midemde. “
“ Öyle veya böyle, çocuğu öldürmüşsün işte. Seni kutlarım yavru balina. Biz yarın uzaklara gidip bir toplantıya katılacağız. Birkaç gün yokuz. Sen şu ilerideki plaja git, yakaladığını ister parçala, ister yut. Sıradan bütün plajları dolaş. İnsanlara acımak yok. “

Köpekbalıkları döndüğünde yavru balinayı buldular. Yavru balina yirmi insanı acımadan öldürdüğünü, insanların plajlara çıkamadığını, etrafa korku saldığını söyledi. Köpekbalıkları, bu habere çok sevindiler. Ertesi gün bir köpekbalığı deniz fenerinin yakınındaki sahilde yavru balinanın yuttum dediği çocuğu gördü. Başkanı bularak durumu anlattı. Başkan, bunun üzerine çok sinirlendi. Nefretle yavru balinanın üstüne gitti: “ Hani yutmuştun o çocuğu, bak fenerin oradaymış. Sen bizimle dalga mı geçiyorsun? “ Köpekbalıklarının etrafını sardığını gören yavru balina:
“ Şey, yutmuştum ama hazmedemedim, kusuverdim. Çocuk midemi tekmelemişti. “
“ Sus, yalancı seni, çocuğu yutmadın, plajlara saldırmadın, bütün plajlar dolu. Hani plajlara kimse çıkamıyordu, hani etrafa korku salmıştın. Yalan, hepsi yalan. Madem öldüremiyorsun, ölürsün. Şimdi seni…”
Başkan köpekbalığı sözlerini tamamlayamadı, çünkü yavru balina:
“ Beni ne yaparsın? Sıktın artık, çekil önümden “ dedikten sonra, ona sert bir kafa vurarak, denizin derinliklerine yolladı.

Yavru balinanın önü açılmıştı. Gücünün yettiği kadar hızlı yüzmeye başladı. Karşısı sahildi. Artık geriye dönüş yoktu. Peşinde sürüyle köpekbalığı vardı. Yakalarlarsa parçalarlardı. Yavru balina kendini sahile zor attı. Debelendi kumun üstünde biraz daha, biraz daha ilerledi. Gücü tükenince, başını sıcacık kumun üstüne bıraktı. Çocuk, yavru balinayı tanımıştı. Onun yanına geldi: “ Ne oluyor, yavru balina? Neden sahile çıktın? “
“ Oh, sen miydin? Nasılsın çocuk? Adın neydi senin? “
“ Benim adım Mark. İyiyim de burada ne işin var? “
“ Benim adım de Sili. Geçenlerde tanışmıştık, hatırladın mı? “
“ Hatırladım. Bir süre yan yana yüzmüştük, sonra sen gitmiştin. Üstüme gelirken beni yiyeceksin sanıp korkmuştum.”
“ Kim? Ben mi seni yiyecektim? O bir şakaydı. Seni korkuttuğum için özür dilerim. Beni affet.”
“ Affettim gitti. Anlat bakalım Sili, neler oluyor? Neden denizde değil de buradasın? “

Yavru balina olanları anlattıktan sonra: “ Ya, işte böyle Mark, köpekbalıkları peşimde, sayıları yirmiden fazla. Onlarla yalnız başıma çarpışamam. Acı gerçek ama benim için böylesi daha iyi olacak. “
“ Köpekbalıkları toplantıya gittiğinde kaçıp gitseydin uzaklara veya balinalardan yardım isteseydin? “
“ Kaçsam kısa zamanda yakalanırdım. Kurtuluşu yoktu. Okyanustaki bütün köpekbalıkları peşime düşerdi. Balinalardan yardım isteyemezdim, çünkü bu korkunç bir savaşın başlangıcı olurdu. Yüzlerce balina ve köpekbalığı birbirine girerdi. Arada belki ben de ölürdüm. Oysa şimdi sadece ben ölüyorum, hiçbir balinayı tehlikeye atmıyorum. Bir benim için başkalarının keyfini kaçıramam. Sili ölürse kıyamet kopmaz. Hayat devam eder. Dünya uzayda nokta kadar, fakat Sili dünyada nokta kadar bile değil.
“ Annen yaşasaydı köpekbalıkları sana sokulamazdı. Bu duruma düşmezdin. “
“ Onun orası öyle de annemi insanlar öldürdü. Asıl suçlu annemi öldüren insanlar. Mark, sence insanlar annemi neden öldürdü? “
“ Kazanç uğruna. Bazıları kendileri kazansın diye can alıyorlar. Öldürürken düşünmezler ki, balinanın yavrusu ne olacak? Yavru annesiz ne yapacak? Örneğin; annesiz, babasız bir çocuk ne olur, ne yapar, nasıl yaşar? Çocukken bunu düşünen biri büyüdüğünde diğer canlıların hayatına saygı duyar, onlara zarar vermez. Tanrı şahidimdir ki, ben insan olsun, diğer canlı varlıklar olsun hiçbirine zarar vermeyeceğim. Yemin ediyorum. “
“ Seni seviyorum, Mark.”
“ Ben de seni seviyorum, Sili.
Mark oradaki deniz feneri bakıcısının çocuğuydu. Biraz sonra koşarak deniz fenerine gitti ve babasıyla annesine durumu anlattı. Babası, telsizle olanları yetkililere bildirdi. Hep birlikte ellerinde kovalarla yavru balinanın yardımına koştular. Denizden kovalarla aldıkları suyu yavru balinanın üstüne döktüler. Fakat ne çare, gücü gitgide tükenmekte olan yavru balina, çocuğa; Mark, hatıram unutulmasın, insanlar beni unutmasınlar, dedi. Yetkililer olay yerine ulaştığında, baba, anne ve çocuğun hıçkırıklarla ağladığını gördüler. Yavru balina kurtarılamadı.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
KELOĞLAN'IN FÜZESİ
Bir varmış, bir yokmuş. Ülkenin birinde Keloğlan yaşarmış. Uzaya meraklıymış. Bir gün bir füze bulmuş. Füzeyle Jüpiter'e gitmiş. Uzayda tur atmış. Sonra dünyaya dönmüş. Masalımız da burada bitmiş.

KELOĞLAN VE KORSANLAR
Bir Keloğlan varmış. Kayıkla denize açılmış. Korsanlar, kayığı almışlar. Keloğlan'ı denize atmışlar. Keloğlan yüzerek kıyıya çıkmış. Masalımız da burada bitmiş.

KELOĞLAN'IN SARAYLARI
Evvel zaman içinde bir Keloğlan yaşarmış. Rüyasında hazine üstünde yattığını görmüş. Evin altını kazıp, hazineyi bulmuş. 365 tane saray yaptırmış. Padişahın kızıyla evlenmiş. Masalımız da burada bitmiş.

------------------------------------------------

BANA KELOĞLAN DERLER
Tarlaya biber ektim
Bahçeye fidan diktim
Şu masal dünyasında
Keloğlan olarak tektim.
* * * *
Kimse beni geçemez
Benimle yarışamaz
Benim aştığım yüce
Dağları onlar aşamaz.
* * * *
La Fonten saraylarda
Fransa'da, İspanya'da
Tatlı hayat yaşamış
Kralların sofrasında.
* * * *
Andersen dersen İsveç'te
Aklı fikri gelgeçte
Masallar yazmış ama
Beynimizde süzgeçte.
* * * *
Grimm Kardeşler vardır
Onlar birer Alman'dır
Almanlara sorarsan
Dertlerine dermandır.
* * * *
Bana ne La Fonten'den
Andersen'den, Grimm'den
Avrupa'da masal kitaplarında
Var mı hiç Keloğlan'dan?
* * * *
Ben bana benziyorum
Anadolu çocuğuyum
Beni sallamayanı
Sallar söker atarım.
* * * *
Masal kitabı basanlar
Yerli yazara kızanlar
La Fonten, Grimm deyip
Andersen'den çıkanlar.
* * * *
Ey yayınevleri
Bilgi, kültür evleri
Yerli yazar yok, Avrupa çok
Avrupa kültür evleri.

SON

------------------------------------------------

DEĞİRMENCİ KELOĞLAN İLE ARAP
Eski zamanlarda bir Keloğlan yaşarmış. Bu Keloğlan tembellikten bıkmış. Arabın biriyle ortak olmuş ve bir değirmen satın almış. Keloğlan kısa zamanda değirmenciliğe alışmış. Gelen buğday, arpa ve mısırı değirmende öğütüp un yapıyor ve para kazanıyormuş. Bazı müşteriler para yerine öğütülen tahılın birazını değirmen hakkı olarak bırakırlarmış. Keloğlan'ın ortağı arap gün boyu geziyor ve akşamüstü gelip hasılatı alıyormuş. Öğütülen tahılı arabasına yükleyip kasabada satıyormuş. Arap giderek zenginleşmiş. Keloğlan ise, fakir kalmış.
Aradan aylar geçmiş. Bakmış Keloğlan olacak gibi değil, arap kazancın hepsini alıyor. Araba oyun oynamaya karar vermiş. Arap geldiği zamanlar, bugün müşteri gelmedi, kazanç olmadı diyerek, hasılatı eve götürüp anasına vermiş. Öğütülen tahılı ambara saklamış.
Bir yıl sonra arap değirmenden umudunu kesmiş ve Arabistan'a gitmiş. Keloğlan değirmende çok çalışarak zengin olmuş. Padişahın kızıyla evlenerek mutlu olmuş.

SON

------------------------------------------------

KELOĞLAN İLE KELAYNAK KUŞU
Vakti zamanında ülkenin birinde en güzel kel yarışması düzenlenmiş. Çok sayıda kelin katıldığı bu yarışmada Keloğlan ile Kelaynak finale kalmış. Keloğlan Kelaynak'ın güzel olduğuna inanıyormuş. Yarışmayı onun kazanacağını sanıyormuş ama buraya gelirken *n, birinci olmadan, ödülü almadan sakın gelme. Seni eve koymam bilmiş ol, demesini de hiç unutmamış. Ne yapıp edip yarışmayı kazanmalıymış.
Keloğlan ile Kelaynak geceyi geçirecekleri handa odalarına çekilmişler. Daha sonra Keloğlan Kelaynak'ın odasına gitmiş. Bakmış Kelaynak aynanın karşısına geçmiş kel kafasını kaşıyor. Keloğlan, sen güzelsin, sen benden güzelsin, sen en güzelsin, diyerek Kelaynak'ı övmeye başlamış. Bunun üzerine Kelaynak şişinmiş, kabarmış. Sonunda ayna çatlamış, Kelaynak patlamış. Kelaynak'tan kurtulan Keloğlan gidip odasına yatmış. Ertesi gün rakibi gelmediği için birinci seçilen Keloğlan yüz akçe ödülü alıp evinin yolunu tutmuş.

SON

--------------------------------------------------

KELOĞLAN DAĞLAR PADİŞAHI
Bir varmış, bir yokmuş. Bir Keloğlan varmış. Bu Keloğlan zamanla büyüyüp gelişmiş. 20 yaşına girmiş. Mert, yiğit biriymiş ama çalışmayı sevmez, boş gezenin boş kalfası misali koca boyuyla gezer dururmuş. Garip anacığı çalış, para kazan dedikçe, para benim neyime, deyme ana keyfime, yazık olur emeğime, et doldur tabağıma, dermiş.

Günlerden bir gün Keloğlan iftiraya uğramış, kolculara yakalanmamak için, dağlara kaçmış. O yörenin beyi, Keloğlan'ı altınlarımı çaldı diye suçlarmış. Beyin baskısından yıllardır bıkıp usanan köylüler, Keloğlan'a ekmek, yemek götürerek onun dağları mesken tutmasını sağlamışlar. Bir iki derken, tarlalarda karın tokluğuna çalışmak istemeyen on köylü Keloğlan'ın çevresinde saf tutmuş. Keloğlan gücüne güç katmış ve bir gün adamlarıyla düze inerek beyi sindirip korkutmuş. Tarlalarda ırgatlık yapan köylüler, Keloğlan'ın yanına gelerek, sen çok yaşa emi Keloğlan diye bağırmışlar. Kolcular, Keloğlan'ın etrafını sarınca araya girerek Keloğlan'ı dağa kaçırmışlar.
Olanlardan haberdar olan o ülkenin padişahı tebdil kıyafet gelerek köylülerle konuşmuş, Keloğlan'la tanışmış. Onun iftiraya uğradığını anlamış. Sonradan kimliğini açıklamış ve Keloğlan'ı sarayına davet etmiş. Sarayda padişahın dünya güzeli kızını gören Keloğlan kıza aşık olmuş. Kız da ününü duyduğu Keloğlan'ı görür görmez sevmiş. Sonraki bir gün Keloğlan anasıyla gelerek padişahtan kızını istemiş. Padişah kızını Keloğlan'a vermiş. Düğün günü bey bir kenarda eğlenceleri izlerken, onun baskısından kurtulmuş olan köylüler oynamışlar, eğlenmişler. Yıllar sonra bile çocuklarına, torunlarına Keloğlan Dağlar Padişahı diyerek anılarını anlatmışlar.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 
S

Serdar Yıldırım

Kullanıcı
16 Haz 2017
En iyi cevaplar
0
8
YAŞLI KADIN MASALI
Bir yaşlı kadın vardı
Gece, gündüz ağlardı
Gözyaşları durmadan
Çağlayan bir pınardı.
* * * *
Ev dediğin tek oda
Yaşanır mı burada?
Sabah, akşam hep çorba
Dertler bekler sırada.
* * * *
Bir gün bir adam geldi
Kadına selam verdi
“Satın aldım burayı
Boşalt odayı “dedi.
* * * *
“Vay benim dertli başım
Hiç dinmedi gözyaşım
Nerelere giderim
Yok bir dikili taşım.“ .
* * * *
“Bugün var, yarın yoksun
Kalacak yerin olsun;
Karşıdaki arsaya
Yatağını kurarsın. ”
* * * *
“Aman oğlum olur mu?
Düşene vurulur mu?
Etmeyin, eylemeyin
Sokakta yatılır mı? “
* * * *
Gün döndü, yarın oldu
Odasından taşındı
Geceleri arkadaş
Ay ile yıldız oldu.

Yazan: Serdar Yıldırım

---------------------------------

FİL ÇOCUK
Afrikalı bir zenci çocuk
Büyücü çırağıymış
Fili insan yapayım darken
Kendini fil yapmış
* * * *
Dağlarda, bayırlarda
Gezerken ayağına
Kocaman bir diken batmış
Filin canı çok acımış
* * * *
Aslandan, kaplandan, kartaldan
Tilkiden, kurttan, baykuştan
Tavşandan yardım istemiş
Fili gören korkup kaçmış
* * * *
Fil ağlana, sızlana
Köyüne geri dönmüş
Anası, babası, amcası
Çocuk sesli filden kaçmış
* * * *
Fakat cesur Toro
Moro’nun arkadaşı
Korku nedir bilmezmiş
Dikeni çekip çıkarmış
* * * *
Moro hep fil kalmış
Toro’dan ayrılmamış
Onların öyküleri
Dünyada destanlaşmış.

Yazan: Serdar Yıldırım
 
Üst