F
Feveran Estomp
Kullanıcı
“Bu başlığın adına şapka denir”
Mustafa Kemal Atatürk
Atatürk 1924 yılında Kastamonu’da yaptığı konuşmasında “Uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, yaşayış tarzıyla ve dış görünüşüyle uygar olduğunu göstermek zorundadır” derken, Türkiye Cumhuriyeti’nin rotasını Batı’ya çevirdiğini belli ediyordu ve diyordu ki; “Ayakta ayakkabı ya da fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve doğal olarak başta, güneş gölgeliği olan başlık. Bu başlığın adına şapka denir.”
Türk devrimlerinin amacı, Türk ulusunu geri bırakan kurumları yıkarak yerlerine uygar dünyanın gerekli gördüğü kurumları koymaktır. Zaten Atatürk de devrimlerini “Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve şekilleriyle uygar bir toplum yapmak” olarak tanımlar.
1925’in olayları gerici kuvvetlerin hala güçlü bir şekilde siperde olduğunu ve Batılılaşmanın gelişmesine ciddi bir direnç gösterebileceğini anlattı. Hilafetin uzaklaştırılması yeterli gelmemişti; daha ileri bir şok- ülkedeki herkesi sarsıp eski düzenin gittiğini ve onun yerine bir yenisinin geldiğini anlatacak travmatik bir darbe- zorunlu idi. Fes, Müslüman özdeşliğinin ve ayrılığının son tabyasıydı. Fes gitmeliydi.
“Mustafa Kemal, Türk erkeğinin başındaki fesi bir gericilik olarak görüyordu ve bunu kaldırmaya kesin olarak kararlıydı.Gerçi insanın iç alemi ile ilgisi bulunmayan bu kıyafetin bir devrim kıyafeti haline getirilmesi o günlerde tartışma konusu yapılmış ve bugün bile bu müdahaleyi lüzumsuz sayanlar bulunmuşsa da tarihi gelişme bakımından Türkiye’de şapka giymenin özel anlamı vardı. Şapka, daima yabancı kalabileceğimizi saydığımız Batı aleminin bir sembolü sayılmış ve ulemamız tarafından en açık kafirlik alameti olarak görülmüştü. Bizi Batı aleminden ayıran bu zihniyeti yıkmak lazımdı. Onun için şapka giymek bizde Batı medeniyet ailesine girmenin bir sembolü haline gelmiştir. Dikkate layıktır ki çok büyük bir direnç ile karşılaşacağı sanılan bu harekete bir iki fanatikten gayrı cephe alan olmamıştır. Bunun sebebi Atatürk’ün büyük tarihi otoritesi olmakla beraber, kıyafet bakımından derbeder oluşumuzun ve bundan kendimizin de memnun olmayışımızın rolü vardır. O tarihlerden önce milletimizin yeknesak bir kılık kıyafeti yoktu. İlmiye sınıfı sarık sarar, kadınlar baş örtüsü örter, mektepliler fes giyer, halk külah, fes, kalpak ve bazen da hiçbir şeye benzemeyen bir şeyle başını örterdi. Bunların hiç birisi bu milletin mazisinden gelme değildir. Tarihi gibi sanılan fes, ikinci Mahmut devrinde Tunus’tan ve Yunanlılardan kopya edilmişti. Sarığın rasgele kullanılması onu ilmiye sınıfı için bir giyim olmaktan çıkarmıştı. Başlara konulan şeyin sırtlara giyilenlerle bir ahengi yoktu.Batının giyimini aynen almamak için “İstanbulin” diye bir uzlaşma modası çıkarılmıştı. Velhasıl bu gidişten millet de memnun değildi. Fakat gavurlaşmak tehdidi altında kendi rızası ile şapka giymesi de mümkün değildi. Bu kararı ancak Atatürk çapında bir otorite verebilirdi.
İlk denemeyi Gazi Çiftliği'nde yaptı..
İlk denemeyi kendisi yaptı. Gazi Çiftliği'nde beyaz bir panama şapkası giyerek, traktör üstünde resim çektirdi. Fakat bunu halka nasıl aşılayacak daha doğru bir ifadeyle giyilmesini nasıl zorunlu kılacaktı? Mesele elbette bir şapkanın zorla giydirilmesi değildi. Altında çok daha farklı sebepler mevcuttu. Mustafa Kemal’in, fes ve şapka demek, medeniyet demek olmadığını pek iyi bildiğine şüphe yoktu. Fakat başlık mıhlanan bir kafaya, hiçbir ileri tefekkür ışığı vurmayacağını da bilirdi. Asıl mesele kafanın içindeki batıl inanışları söküp atmakta idi. Bu başlık değil, baş davası idi. 1927 Ekiminde Mustafa Kemal, hareketini şu deyimlerle açıkladı:
“Efendiler, milletimizin başında, cehil, gaflet ve taassubun ve terakki ve temeddün düşmanlığının alameti farikası gibi telakki olunan fesi atarak onun yerine bütün medeni alemce serpuş olarak kullanılan şapkayı giymek ve bu suretle, Türk milletinin, medeni hayatı içtimaiyeden, zihniyet itibariyle de, hiçbir farkı olmadığını göstermek bir lazım idi."
Hareket, karakteristik bir hız ve etkinlikle yürütüldü. 1925 Ağustosunun son haftasında, Kastamonu’ya ve İnebolu’ya yaptığı bir gezide Mustafa Kemal fese ve hala Anadolu illerinde giyilmekte olan geleneksel kıyafetlere ilk taarruzunu açtı. 28 Ağustosta İnebolu’da bir topluluğa yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti’ni tesis eden Türk halkı medenidir. Tarihte medenidir hakikatte medenidir. Fakat ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, fikriyle, zihniyetiyle medeni olduğunu isbat ve izhar etmek mecburiyetindedir. Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir. Velhasıl medeniyim diyen Türkiye’nin, hakikaten medeni olan halkı... vaz’ı hariciyesiyle dahi medeni ve mütekamil insanlar olduğunu fiilen göstermeye mecburdurlar. Bu son sözlerimi vazıh izah etmeliyim ki, bütün memleket ve cihan ne demek istediğimi sühuletle anlasın. Bu izahatımı heyeti aliyenize, heyeti umumiyeye bir sualle tevcih etmek istiyorum, soruyorum:
Bizim kıyafetimiz milli midir? (Hayır sadaları)
Bizim kıyafetimiz medeni ve beynelmilel midir? (Hayır, hayır sadaları).
Size iştirak ediyorum. Tabirimi mazur görünüz. Altı kaval üstü şişhane diye ifade olunabilecek bir kıyafet ne millidir ve ne de beynelmileldir... Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal yoktur. Medeni ve beynelmilel kıyafet bizim için çok cevherle, milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu iktisa edeceğiz Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve bittabi bunların mütemmimi olmak üzere başta siperi şemsli serpuş, bunu açık söylemek isterim. Bu serpuşun ismine şapka denir.
Mustafa Kemal iki gün sonra Kastamonu’da şu açıklamayı yapmıştır:
"Mesela karşımda kalabalığın içinde bir zat görüyorum (eliyle işaret ederek). Başında fes, fesin üstünde bir yeşil sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket, daha alt tarafını göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni bir insan bu alelacayip kıyafete girip dünyayı kendine güldürür mü?"
Atatürk’ün Kastamonu gezisinden Ankara’ya dönüşünde kendisini karşılamaya gelen halkın çoğu şapkalıydı. Ertesi gün Atatürk’ün başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu bir kararla şapka giyilmesini bütün memurlar için zorunlu kıldı.
2 Eylül’de teokrasiye karşı çıkarılan yeni bir kararnameler grubu resmen kabul edilmiş, dini makamlarda bulunmayan kişilerin dini kıyafet veya alamet taşımasını yasakladı ve bütün memurlara “dünyanın uygar uluslarının ortak” kıyafetini, yani Batılı kıyafet ve şapka giymek zorunluluğunu koydu. Önce alelade vatandaşlar istedikleri gibi giyinmekte serbest idi; fakat 25 Kasım 1925’de yeni bir kanun bütün erkekler için şapka giymek zorunluluğunu koydu ve fes giyilmesini cezayı gerektiren bir suç haline getirdi.
Şapkanın kabulü ile Türk ulusunu medeni uluslardan ayıran şekle ait özelliklerden en önemlisi kaldırılmış oldu.
Fes kadar çarşafa da karşıydı
Bu kanun elbette ki, hemen benimsenmedi. Bu yasanın çıkmasıyla birlikte Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane gibi illerde protesto olayları yaşandı. Bu olayları başlatanlar ve uygulayanlar İstiklal Mahkemeleri’nce cezalandırıldı. Atatürk büyük nutkunda bu günleri şöyle anlatıyor:
“Efendiler, halkımızın başında bilgisizlik, gaflet, bağnazlık, ilerleme ve uygarlaşma düşmanlığının simgesi gibi beliren fesi atarak, onun yerine bütün uygar dünyada başlık olarak kullanılan şapkayı giymek ve böylece Türk ulusunun uygar toplumlardan, düşünce bakımından da hiçbir farkı olmadığını göstermek bir ödev idi. Bunu, ‘Takrir-i Sükun’ düzeninin sağlanması geçerli olduğu zamanda yaptık. Bu yasa yürürlükte olmasaydı yine yapacaktık. Ama bunda sözü edilen yasanın yürürlükte olması işi kolaylaştırdı denirse, bu çok doğrudur.”
Diğer ve daha nazik bir konu da, kadın kıyafetiydi. 30 Ağustos 1925 günü Kastamonu’daki konuşmasında Mustafa Kemal fes kadar çarşafa da hücum etmişti:
"Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peştamal veya buna mümasil bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mana ve medlulü nedir? Efendiler medeni bir millet anası , millet kızı bu garip şekle, bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal tashihi lazımdır."
Atatürk, kılık kıyafetle ilgili düşüncelerinde de yarım Batılılaşmaktan uzak kalmak istemiştir. Ona göre Osmanlı’nın yaptığı gibi yarım Batılılaşma taklitten öteye gidemeyen bir girişimdi. Atatürk bu konudaki görüşlerini TBMM’de yaptığı konuşmasında şöyle dile getirir:
“Taklit suretiyle olan bir ıslahat girişiminin getirdiği karmaşıklık devam etmektedir. Örneğin; kıyafete bakınız: Avrupa kıyafetini aldık. Fakat kötülük, mutluluk, felaket bir milletin anlayış biçimine bağlıdır. Bir milletin mutluluk anlayışı, diğer bir millet için felaket olabilir. Bununla beraber, bir millet mutluluk anlayışına uygun olarak bir şeye ulaşabilmek istiyorsa, inanacağı ve kullanacağı nedenler kendi bünyesinden çıkıyorsa o vakit amaca varabilir. Fakat madem ki o mutluluk diğer millet için felaket olabilir; onun neden ve yöntemlerini kullandığımız zaman gideceğimiz hedef, onun için mutluluk olmasına rağmen kendimiz için felakettir. Evet Avrupa’dan elbise alındı. Faraza bakınız, altında pantolon, üstünde cepken. Üstünde ceket, altında şalvar. Bir türlü hazmedilemedi ve hazmedilmemekte de devam ediyor.”
Osmanlı dönemindeki yarım Batılılaşmayı eleştiren Mustafa Kemal Atatürk, şapka devriminin gerçekleşmesinden sonra da bu endişesini dile getirmiş ve çevresindekilere:
“Arkadaşlar devrimlerimiz henüz yenidir. Dedikleri gibi kökleşip benimsendiği hakkındaki kanaatlerimiz ancak ileride karşılaşacağımız olaylarla tahakkuk edecektir. Fakat şimdi şuna emin olmalısınız ki, bugün başına şapka giyen, sakalını bıyığını tıraş eden, smokin ve frakla cemiyet hayatında yer alanlarımızın çoğunun kafalarının içindeki zihniyet hala sarıklı ve sakallıdır” demiştir.
Cumhuriyetin 80. yılında halen sarıklı ve sakallı zihniyetlerin ortadan kaldırılamamış olması üzücü ve düşündürücüdür. Seksen yılda gelinen noktada bu zihniyetlere yer olmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişimine engel koymaya çalışan bu zihniyetlere dur demek Atatürk Devrimlerinin bir gereğidir.