Kitap Özetleri!!!

  • Konbuyu başlatan GulsahToptas
  • Başlangıç tarihi

Konu hakkında bilgilendirme

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde En Son Okuduğum Kitap kategorisinde GulsahToptas tarafından oluşturulan Kitap Özetleri!!! başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 53,342 kez görüntülenmiş, 67 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı En Son Okuduğum Kitap
Konu Başlığı Kitap Özetleri!!!
Konbuyu başlatan GulsahToptas
Başlangıç tarihi
Cevaplar
Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan M
G

GulsahToptas

Kullanıcı
17 May 2006
En iyi cevaplar
0
0
İstanbul
gulsaht.blogcu.com


Derin Bir Yalnızlık
Bu hafta size, “İyi Düşün Doğru Karar Ver” kitabından bir bölümü aktarmak istiyorum. Okuyanlar bilirler, kitap iki kişi arsındaki bir sohbetten oluşmaktadır: bu sohbet sevgisine karşılık bulamayan Timur adında bir üniversiteli gençle, Yakup adında yaşlı bir bilge kişi arasında oluşmaktadır.



Kendini aşağılanmış, reddedilmiş yapayalnız ve değersiz hisseden Timur az kalsın bir trafik kazasına kurban gidecekken oradan geçmekte olan Yakup Bey koluna girer ve onu emin bir yere götürür. Yakup Bey gencin dertli olduğunu gözlerinden anlar. Konuşmaya ve buluşmaya başlarlar. Aşağıdaki kısım, ikinci buluşmalarında aralarında yer alan bir konuşmadan alınmıştır:

“Yakup Bey, o gün benim yüzümde gördüğünüz ifade sizce neyi belirtiyordu,” diye sorarak merakımı ifade ettim.

“Duygu, düşünce ve davranışlarıyla yaşamı özgürce kucaklayamayan, henüz özüne ulaşamamış bir insanın iç burukluğunu ve acısını gördüm sizin yüzünüzde.”

Yakup Bey’in sözü hedefini bulmuş bir ok gibi zihnime saplandı. Bu sözün önemini sezgisel olarak kavradığımı hissediyordum, bir düzeyde bana anlamlı geliyordu, ama başka bir düzeyde bu sözü duymak istemiyordum. İçimde bir hüzün, bir acı, bir yalnızlık duygusu kıpırdanmaya başladı.

Yine o şefkat dolu gözler üzerime çevrildi. “Başkalarının beklentilerini yaşamak çoğu kimseye kolay gelir,” diye sözüne devam etti. “Ne var ki, çaresizlik nedeniyle başkalarının beklentilerini yaşayan insan yalnızdır, hem de derin bir yalnızlığa gömülüdür.”

Bir yandan söylediklerini anlayıp anlamadığımı, önem verip vermediğimi keşfetmek istercesine yüzüme bakıyordu, bir yandan konuşmasını sürdürüyordu.

“Çünkü kendiyle ilişkisi kopuktur. Kendiyle ilişkisi olmayan insanın gerçek anlamda kimseyle ilişkisi olamaz.”

Bu söz üzerine aramızda şöyle bir etkileşim geçti:

“Kişinin kendiyle ilişkisi olması ne demek?”

“Yaşamının bilincinde olarak kendi ilke ve değerleri çerçevesinde düşünce, duygu ve davranışlarını anlamlandırması demek.”

“Herkes yaşamının bilincinde değil mi?”

“Benim söylediğim anlamda hayır! Biyolojik olarak yaşıyor olduğunu bilmek, yaşamının bilincinde olmak anlamına gelmez. Yaşamının bilincinde olan kişi kendini evrenle, ailesiyle, mahallesiyle, kasabasıyla, ülkesiyle, dünyasıyla ve kademe kademe tüm evrenle ilişki içinde görür. Evrenle ilişkisini kendisi keşfeder; bu ilişkilerin anlamını kendi verir, başkası değil.”

“Yani yaşamın anlamı kişiden kişiye değişiyor mu?”

“Her insan tektir, emsalsizdir; kendine özgü zengin bir iç evreni vardır. Ne var ki, çoğu kez bu emsalsizliği görmez, insanları birbirine benzer kalıplar içinde algılarız. Kişi kendine bu kalıplar çerçevesinde bakmaya başladı mı, kendiyle ilişki kuramaz. Bu anlamda «kendiyle ilişkisi olmayan insanın gerçek anlamda kimseyle ilişkisi olamaz» dedim.”

Bir an sustu. Ihlamurundan bir yudum aldı ve konuşmasına devam etti:

“Örneğin, sizin Nesrin’in kendisiyle ilişkiniz yoktu, kafanızda yarattığınız Nesrin kalıbıyla ilişki içinde idiniz: Zengin ailenin kızı, sosyal ve ekonomik avantajlar getirecek bir varlık. Anlattıklarınızdan çıkardığım kadarıyla Nesrin de kendisini bulmuş, kendiyle ilişkisini geliştirmiş biri değil. Ne var ki, o sizin beklentilerinize uyduğu halde, siz onun kalıplarına uymuyorsunuz.”

Ihlamurunu tazeleyen garsona teşekkür ettikten sonra sözlerine devam etti: “Kendini keşfetme süreci içinde olan insanların başına sizin başınıza gelen türden olaylar gelir ve onlar da sizin gibi hüzünlenirler, acı çekerler. Hüznünüzü kaybetmeyin. Acınızı ucuza satmayın. Kendinizi bulmanız için yaşam size güzel olanaklar veriyor. Bu fırsatları kullanın. Sizin yaşamınıza yön verecek ilke ve değerleri bulma çabasına girin. Kendi öz ilke ve değerlerinizi keşfederek onları duygu, düşünce ve davranışlarınızda ifade edecek kişisel bütünlüğü ve yürekliliği geliştirin. İşte insanın gerçek özgürlüğü budur. Bu özgürlüğü yaşamlarının temeline oturtmayanlar, kendilerinin değil ancak başkalarının beklentilerini yaşarlar.”

Ne cevap vereceğimi bilemiyordum. Söyledikleri şeyler benim için yeniydi. Bir yandan kendimi savunmak ve ona kalıpların ötesinde olduğumu göstermek istiyordum; diğer yandan içimdeki ses, yaşamımda çok önemli olacak bir insanla tanıştığımı ve savunucu olmamam gerektiğini söylüyordu. Söyledikleri sanki beni büyülemişti.

“Kendini arayan birçok insan bu arayıştan yorulur ve vazgeçer,” dedi. Yüzüme uzun uzun baktıktan sonra, “Söylendiği gibi yaşamak, kendi yaşamını kurmaktan çok daha kolaydır,” diye sözüne devam etti:

Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. İçimde tanımlayamadığım bir tür heyecan, bir coşku kıpırdanmaya başlamıştı.

“Bunun temelinde ne yatar, biliyor musunuz?” diye bana bir soru yöneltti. İçimde kıpırdamaya başlayan duygulara kendimi kaptırmıştım, sorusunun ne anlama geldiğini anlayamadım. Sorusunu anlamadığımı yüzümden anlamış olacak ki, açtı:

“Yani kendi yaşamını kurmak isteyen insanla, söylendiği gibi yaşamaya devam eden insanı ayırt eden temel özellik nedir, biliyor musunuz?” diye sorusunu yineledi.

Bilmediğimi söyledim.

“İnsan acı çekmenin, ıstırap çekmenin tam hakkını verir ve onları yaşamında bir öğretici olarak kullanabilirse, ilke ve değerlerini keşfederek zamanla kendine özgü iç dünyasını oluşturabilir. Ama, yaşamın acılarından kaçınmak için değişik savunmalar içine girerse, kendi öz ilke ve değerlerine ulaşamaz. Şimdi yaşam size özgü acıları önünüze koyuyor. Ya bu acıları göğüsler, onların hakkını vererek anlar ve üzerinde uğraşırsınız, ya da «Nesrin kim oluyormuş da beni beğenmiyormuş»dan başlayan ve her gün kafayı çekerek zil zurna sarhoş olmaya kadar giden birçok savunucu davranıştan birine kendinizi kaptırırsınız. Seçim sizin.”

Ne diyeceğimi bilemiyordum. Yüzüne bakıyordum. İçimdeki coşku kıvılcımı daha da kuvvetleniyordu. Gerçekten bana önem veren ve bütün dürüstlüğüyle benimle konuşan değerli bir insanla karşı karşıya olduğumu sezinliyordum. Ama söyleyecek söz bulamıyor, yüzüne bakıyordum.

“Kendi temel ilke ve değerleri çerçevesinde yaşayan bir insan olmak istiyor musunuz?” diye sordu.

Tereddütsüz, “Evet!” cevabını verdim.

“Kendi temel ilke ve değerleri çerçevesinde yaşayan insan olmak için ne yapmak gerektiğini biliyor musunuz?” sorusuna da, yine tereddütsüz, “Hayır!” cevabını verdim.

“Timur Bey, kapsamlı ve derinliği olan bir konu ile ilgileniyoruz. Konuyu irdelemek, araştırmak, tartışmak istiyorsanız, sizinle işbirliğine hazırım. Böylesine önemli bir konuyu birkaç karşılaşmada inceleyemeyeceğimiz aşikar. Zamanınız oldukça gelin, adım adım konunun temel boyutlarını tartışalım,” dedi.

Şaşırıp kalmıştım. Böylesine olgun, gönlü ve kafası zengin bir insanın bana bu kadar zaman ayırabileceğini kabul edemiyordum.

“Sizin zamanınızı almış olmaktan çekiniyorum, Yakup Bey!” diyerek kafamdan geçeni kendimce dile getirdim. O çok rahat “Timur Bey, eğer zamanım olmazsa size söylerim. Lütfen siz benim namıma karar vermeyin. Kendi yaşamımla ilgili konularda karar verecek güç ve yeteneğim var,” diyerek gülümsedi.

Bir süre sessiz kaldıktan sonra Yakup Bey konuşmaya başladı:

“İki koşulum var: 1) İlişkimizde eşit olacağız. Bu konuya «Bey» kelimesini tartışırken daha önce değinmiştim. 2) Birbirimize açık olacağız. İç dünyamızı olduğu gibi paylaşabilme cesaretini göstereceğiz. Ne dersiniz?”

Her iki koşulu da memnuniyetle kabul ettiğimi bildirdim.





İyi düşün Doğru Karar Ver. Remzi Kitabevi, 2001. S. 21-5)

Doğan Cüceloğlu
 
Z

Zynep

Kullanıcı
17 May 2006
En iyi cevaplar
0
0
İstanbul
FARELER VE İNSANLAR


STEINBECK, JOHN(ERNST):  d.27 şubat 1902,Salinas,California-ö.20 Aralık 1968,New York Kenti,  ABD)



  KARAKTERLER:

  George:Çiftliklerde işçi olarak çalışan işçi Lennie’nin en yakın arkadaşı

  Lennie:George’un en iyi dostu o da hayatını çalışarak kazanıyor

  Candy:Tek kolu olmayan çiftliğin en yaşlısı olan kimse

  Slim:Çalışanlar arasında sözünü geçiren tek kimse

  Whit:Çiftlikte çalışan kısa boylu kişilik

  Curley:Çiftlik patronunun kendini beğenmiş oğlu

  Crooks:Zenci seyis. Zenci olduğu için diğerleri tarafından dışlanıyor

  Carlson:Çiftliklerde çalışan işçilerden biri

  Clara Teyze:Lennie’yi  küçüklüğünden itibaren büyüten kimse.

                                                KİTABIN ÖZETİ

          George ve Lennie çiftliklerde dolaşarak işçilik eden iki arkadaştır. George ufak tefek, canlı, yanık tenli, keskin bakışlı bir adamdır. Lennie ise iri bir insandır. Ölgün gözler düşük ama geniş mi geniş omuzlara sahiptir. George ve Lennie iki zıt kutup oldukları halde aralarında büyük bir dostluk vardır. Bu büyük dostlukta, birlikte hep çalışarak çiftlik ararlarken kat ettikleri yollar boyunca kendini göstermiştir. Birbirlerine çok bağlanmışlardır.

        George akıllıdır, işini bilir. Tabiatı sever. Lennie ise dev kuvvetine sahiptir. Fakat ruhen çocuktur. Halleri davranışları çocukçadır,aptalcadır. Lennie’nin yumuşak bulduğu her şeyi okşama alışkanlığı vardır. Bu ikisi Soledad kasabasının çiftliğinden bir iş haberi alırlar ve hemen yola koyulurlar. Oraya vardıklarında bu çiftliğin patronu bunları pekte iyi karşılamaz. Patronla kalmayıp birde patronun oğlu çıkar başlarına dert. Kendisi ufak tefek olduğundan Lennie gibi iri vücutlu insanlara gıcık kapar ve bu tip insanları hiç sevmez. Adamın adı Curley’dir. Ama bu Curley’nin başında da bir dert vardır. Yeni evlendiği karısı. Çiftlikte fingirdemediği adam kalmadı derler onun için ve gözünü yeni gelen George Ve Lennie’ye dikmiştir. Çiftlikteki en iyi arkadaşları Slim’dir (özellikle George’un) Çiftliğin bunağı ise Candy denilen bir eli bileğinden kesilmiş olan bazıları için işe yaramayan yaşlı bir adamdır. George ve Lennie’nin planları bu çiftlikte bir ay çalışıp kendilerine bir çiftlik satın almaktır. Tabii Candy’i ve Candy’nin  biriktirdiği parasını yanların alarak…

        Üç kişinin haydi kendi topraklarını işlemek, kimsenin emri altına girmemektir. Lennie’nin tek isteği ise evlerindeki tavşanlara kendisi bakmak istemesidir.Çiftlikte birde seyis vardır. Ama zenci olduğu için diğer çalışanlar tarafından dışlanıyordur. Çiftlikte akşamüstü iş bittikten sonra nal oyunu oynanır. Milletin tek eğlencesi bu oyundur. O sırada Lennie samanlıkta Slim’in ona verdiği köpekle oynuyordur. Ama daha önce fareyi severken öldürdüğü gibi bu köpek yavrusunuda oracıkta aşırı sevmekten öldürmüştür. Daha sonra Lennie’nin yanına Curley’nin fingirdek karısı gelir. Lennie kadınla biraz konuştuktan sonra kadın aynen “benim saçımda yumuşaktır gel benimkini de okşa”  demiştir. Lennie tuttuğu saçı bırakmadığı için kadın korkuya kapılmıştır ve çığlıklar atarak samanlığı ayağa kaldırır. Lennie’de buna sinirlenerek kadının ağzını kapatır ve onu nefessizlikten öldürür. Oradan  hızlıca kaçar. Bunun üzerine çiftlikteki herkes başta Curley olmak üzere Lennie’yi  aramaya çıkarlar. Lennie ise daha önceden başlarına bir olay gelirse  George  ile anlaştıkları çalılıkların arkasına kaçmıştır. George’u buldukları yerde öldüreceklerini  bilmektedir. Lennie çocuk ruhlu olduğu için kendini savunması çok zordur. George kahrolurken Lennie’nin saklandığı yere gelmiştir bile. Lennie elindeki küçük ölü köpek yavrusuyla onu beklemektedir. George Lennie’nin arkasına ona hüzünlü hüzünlü bakar. Lennie sahip olacakları evi ve bakacağı tavşanları hayal ederken bir el silah sesi duyulur. Curley ve çalışanlar yanlarına geldikleri zaman Lennie’yi yerde ölü olarak yattığını görürler ve George’a aptal aptal bakarlar. George olayın etkisinden kurtulamaz ve teselli için Slim’le birlikte olay yerinden uzaklaşırlar.
 
S

su perisi

Kullanıcı
4 Ocak 2007
En iyi cevaplar
0
0
Beyaz Zambaklar Ülkesinde

Finlandiya'nın tarihinin son aşaması Fin Kültürü'nün hayranlık uyandıran gelişimini ve düşünce gelişimini yakından incelemiş bir yazarın izlenimleridir. Bu izlenimlerin ağırlık merkezi, bir zamanlar bataklıklar diyarı olan Finlandiya'yı "Beyaz Zambaklar Ülkesi"ne dönüştüren kültürel ve sosyal çalışmaların anlatımıdır. Bu çalışmalar arasında Finli aydınlarla halk arasındaki sıcak ilişki ve yakınlaşmanın büyük yeri vardır.
a. Finlandiya'nın Tarihi;
Bugünkü Fin toprakları yüzlerce yıl Rusya ile İsveç arasında doğal bir kale hizmeti görmüştür. Bölgede geniş bataklıklar ve girilmesi zor ormanlar olduğundan ne Ruslar, ne de İsveçliler bu topraklardan ordularını ve ihtiyaç maddelerini geçirememişlerdir.
1808 yılından itibaren Finlandiya bir Rus eyaleti oldu. Bu durum 1nci Dünya Savaşına kadar sürdü. Bu süreçte Finlandiya Çar 1nci Aleksandr tarafından verilen imtiyazlar nedeniyle kendi içinde bağımsız oldu, yasalarını ve yönetimini kendisi belirleme hakkına kavuştu.
Finler, asırlar boyu kimi zaman İsveçlilerin, kimi zaman da Rusların egemenliğinde kalmışlardır. Bu süre zarfında savunma ve diplomasi alanında çaba içinde olmayıp, bütün güçleriyle milli bir Fin kültürü meydana getirmeye çalışmışlardır.
b. Finlandiya'nın Coğrafyası ve Sosyal Durumu ;
Avrupa'nın en kuzeyinde bulunan Finlandiya'nın sert iklimi vardır. Havası genellikle sislidir. İlkbaharda bile don görülür. Çoğu yerler sarp granit kayalarla kaplıdır. Kalan yerler ise oldukça çukur ve bataklıktır. Ülkede maden namına hemen hemen hiçbir şey yoktur. Tarım güçlükle yapılabilmektedir. Halkı da hiçbir zaman tam bağımsızlıklarını elde edememiştir. Kimi zaman bir komşusunun, kimi zaman da diğer komşusunun yönetimi altında bulunmuştur.
Finler kendilerine "Suomi" derler ve çok sevdikleri ülkelerini "Suomi" diye tanımlarlar ki bu "Bataklık arazi" anlamına gelmektedir. Finlerin sahip oldukları büyük kültür ve medeniyet, halkın bizzat kendi çabasının ürünüdür. Finlandiya'da hiç kimse içki içmez. 1907 yılında çıkarılan bir yasayla insana sarhoşluk veren her türlü içkinin satılması yasaklanmıştır.
c. Lider Halk arasındaki bağlantının incelenmesi;
Bu kitapta, bir milletin kamu kuruluşlarının, okullarının ve askeri kurumlarının birbiriyle işbirliği yaparak ülkeyi kalkındırmak ve yükseltmek için neler yaptıklarını açıkça göstermiş, özellikle Finlandiya'nın yükselmesi için bazı kişilerin gösterdikleri fedakarlık ve başarılardan söz edilmektedir. Bazı kahraman ruhların, Fin milletini nasıl kahraman millet haline getirdikleri anlatılmıştır.
Carlyl'a göre millet cansız bir kil tabakasından ibarettir. Eğer ona bir sanatçının eli değmeyecekse, sonsuza dek şekilsiz ve hareketsiz kalacaktır. Ama Cesar (Sezar), Napoleon, Büyük Petro, Sokrates ve Muhammed gibi bir sanatkar, bir büyük adam, bir önder, bir kahraman çıkıp da bu kili eline alacak olursa, ona istediği şekli verebilir.
Evet, büyük adam bir kahramandır, bir yıldırımdır. Ama halk kitlesi ne kil tabakası, ne de saman yığını değildir. O, yıldırımı meydana getiren milletin kendisidir. Ne zaman bulut kümesi, elektrik oluşturursa yıldırım da kendiliğinden oluşur. Eğer bulutlar elektrikle yüklü değilse, hiçbir zaman şimşek veya yıldırım oluşmaz, yalnızca bulut nemli bir buhar halinde kalır.
Milletler de böyledir. Eğer bir millet büyüklük ve kahramanlık özelliklerini taşıyorsa ondan yıldırımlar doğar, kahramanlar çıkar. Eğer halk kitlesi nemli bir buhar yığınından ibaretse, hiçbir güç ondan yıldırım çıkartamaz.
Ülkenin refah ve mutluluğunun ve toplumun onur ve şerefinin halkın iradesine bağlı olduğunu kanıtlayan çarpıcı bir örnek olması açısından küçük ve yoksul bir ülkeyi gösterebiliriz. Burası iki milyonluk bir nüfusa sahip olan Finlandiya'dır.
d. Kitapta incelenen sosyal olaylardan örnekler;
Bataklık ve ölüm vadisi, yoksulluk ve sefalet yuvası olan Finlandiya diye bilinen, yeryüzünün kuzeyinde, kışı uzun, toprakları verimsiz ve çorak bir ülkede; köy kooperatiflerinin, köy öğretmenlerinin, gönüllü doktorların gayret ve aydınlatmalarıyla, bugün nasıl mutluluklar ve güzellikler ülkesi olduğunu; halk gücünün en küçük ortaklık ve belirtisinin aynı yıl içinde ne şekilde biri, yüze, bine, on bine, milyona çıkarttığını servetler ve mutluluklar fışkırttığını, demokrat bir millet ne demektir, topyekün bir millet nasıl yükselir, aydınların halka karşı rolü nedir, gerçek yurtseverlik nasıl olur? Halka gerçek hizmet nasıl yapılır? Bir avuç aydının kendilerini halka adayan fedakarlıklarıyla, bütün bir çalışma ve üstün gayretler sayesinde Fin ailesi gaflet uykusundan uyanmış ve büyük bir hızla ilerleme ve yükselmeye başlamıştır.
Bu kitapta; harap olmuş bir ülkeyi imar eden, yurdun gelişmesi ve yükselmesi için hiçbir sınıf farkı gözetmeden hep birlikte ve aynı amaçla çalışan; bataklıkları kurutan, sarı tenli, uçuk dudaklı, zayıf bilekli insanlarla çalışarak, bataklıklarını gül bahçelerine ve zümrüt ovalar haline; sarı tenli insanlarını tunç rengine, uçuk dudaklı çocuklarını yakut kızıllığına, zayıf bilekli çocuklarını demir bileklere dönüştüren bu çalışkan Finlerin milli şuurunun bu kadar olağanüstü ve benzersiz olduğu anlatılmakta.
Eserin en güzel bölümlerinden biri de, askeri kışlaların nasıl bir halk okulu olduğunu anlatan kısımlardır. Eski Finli Subayların eğitimi eksikti. Okuldan çıktıktan sonra hiç okumaya, araştırıp düşünmeye yönelmezler, hiçbir toplumsal ve ulusal idealleri yoktu. Yalnızca mağrurca kılıçlarını şakırdatmasını bilirler, şık üniformaları içinde sürekli para harcamaktan başka şey bilmezler, dans salonlarında dans etmekte üstlerine yoktu. Çoğu içki ve kumardan başını kaldırmazdı, Askerlere karşı sürekli kırıcı, kaba ve hatta zalimce davranırlardı, Askerler terhis olduktan sonra Vatan Ana, subaylara, generallere "Evlatlarımı nasıl yetiştirdiniz, sizin ellerinize teslim ettiğimiz yüzbinlerce civanıma ne öğrettiniz?" diye soracaktır.
Kışlayı bir halk okuluna dönüştürme, hatta üniversite haline getirme ideali, Öyle ki, her bir asker, kışlada yaşadığı günleri yaşamı boyunca sevgi ve övgüyle ansın; kışladan öğrendiklerini hayatında başarıyla uygulayarak gurur duyması düşüncesinden hareketle; halk; bereket versin, onu kışla ıslah etti, o eğitimini kışladan aldı, askerliği sırasında dürüst, atik, çalışkan ve kibar olmayı öğrendi..., desin ve bu sözler birer atasözü olsun.
Finlandiya, doğal zenginliklerinden yoksun, kıraç göllerle dolu bir ülke, bir zamanlar işgal altında, yabancı kamçısı altında inlemekteymiş. Bu ülke 60-70 yıl içinde akıllara durgunluk veren bir devrim yapmış, ileri ülkelerle yaptığı yarışta rekor kırmış. Bu ilerlemeyi de öyle büyük bilim adamları, güçlü liderleri olmadan yapmış, ama güçlü nesiller, büyük yurtseverler, çalışmayı seven yurttaşlar, inançları granit gibi sağlam bir toplum yaratmıştır. Ülkenin yetiştirdiği bu insanlar, isimsiz kahramanlar, yer altında çalışan işçiler, halkın aydınlanması için çalışan kültür savaşçılarıdır. Yalnızca yurtlarını ve halklarını düşünmüşler ve bu uğurda her şeylerini feda etmekten çekinmemişlerdir.
Finler uzun yıllar milli kültürlerinin gelişmesi ve ilerlemesi için çalışmışlar ve bugün birçok Avrupa ülkesinden daha yüksek bir uygarlık derecesine ulaşmışlardır. Artık büyük ve küçük komşularının saldırısıyla, özgürlük ve bağımsızlıklarını kaybetme tehlikesinden kurtulmuşlardır.

Alıntı...
 
S

su perisi

Kullanıcı
4 Ocak 2007
En iyi cevaplar
0
0
KİTABIN ADI:SİMYACI
KİTABIN YAZARI:pAULO COELHO
YAYIN EVİ:CAN YAYINLARI-İSTANBUL
BASIMYILI:1999


1)KİTABIN KONUSU:

İspanya’dan kalkıp Mısır Piramitlerinin eteklerinin hazinesini aramaya gelen Endülüslü çoban Santiago’nun masalsı yaşamının felsefi öyküsü.

2)KİTABIN ÖZETİ:

Romanın kahramanı Santiago’nun anne ve babası rahip olması için onu papaz okuluna göndermiştir. On altı yaşına geldiğinde rahip olmak istemediğini, okuldan ayrılmayı ve gezginci olmak istediğini babasına söyler. Bunun üzerine babası da, oğluna içinde üç adet altın İspanyol parası olan bir kese vererek oğluna “git, kendine bir sürü al ve en iyi şatonun bizim şatomuz ve en güzel kadınların bizim kadınlarımız olduğunu öğreninceye kadar dünyayı dolaş” der ve oğlunu kutsar. Önce, babasının vermiş olduğu parayla bir koyun sürüsü alır ve yaşamının büyük düşünü gerçekleştirmeye başlar; artık geziyordur.

Akşam yattığında uykusunda gördüğü rüyaların da etkisinde kalarak; gördüğü bir düşün gerçekleşme olasılığının yaşamını ilginçleştireceğini düşünür ve o şekilde hareket eder. Romanın ana konusunu teşkil eden Mısır Piramitleri’ne gitmesi ve orada hazine bulacağı ona rüyasında söylenir. Romanın kahramanı, rüyasını gerçekleştirmek için önce bir falcı kadına rüyasını anlatır. Falcı kadın Salem kralı olarak tanıtan yaşlı adamla konuşur, kendi amaçlarını anlatır. Yaşlı adam, hayatın gizemleri hakkındaki bilgiye karşılık Santiago’dan sürüsünün onda birini vermesini ister. Yaşlı adam, Santiago’ya biri beyaz diğeri siyah olmak üzere iki adet gizemli taş verir ve siyah olanı “evet”, beyaz olanı “hayır” anlamını taşıyan bu taşları “zora düştüğün zamanlarda kullanırsın ancak kendi kararını kendin vermeye çalış” der.

Mısır’a gitmek için önce koyun sürüsünü satar ve parasını cebine koyarak yola çıkar. Arap çocuğu ile tanışır, beraber pazara giderler. Fakat Arap paralarla birlikte kaçarak Santiago’yu bu şehirde parasız pulsuz bırakır. Bunun üzerine Santiago para kazanmak için bir billuriyeci dükkanında çalışmaya başlar. 6 ay kadar burada çalıştıktan sonra Santiago yeterli parayı kazanarak tekrar yola koyulur. Yolda bir İngiliz’le karşılaşır. Yolda karşılaştıkları güçlüklerde kendi kişisel menkıbelerini aramak üzere yola çıktıklarını söylerler.

Santiago, yüreğinin söylediklerini dikkatle dinleyerek çölde ilerlemesine devam eder. Karşılaştıkları güçlükler karşısında hep kendi kişisel menkıbesine güvenir ve sonunda kumullar tepesine ulaşır. Piramitler, bütün görkemiyle karşısında yükseliyordur. “Gerçekte kendi kişisel menkıbesini yaşayan kimseye karşı hayat cömerttir” diye düşünür. Sabah uyandığında gerçekten bulunduğu yeri kazmış ve içi mücevher dolu bir sandık bularak rüyasında gördüğü ve Mısır’a piramitlere kadar gidip bulmayı arzuladığı hazineye kavuşmuştur.



3)KİTABIN ANA FİKRİ:

Hayattaki mutluluğumuz bazen bize uzak gibi görünse de çok yakınımızda olabilir. Bunu geç de olsa anlamak bize hayatın tadına varmamızı sağlayacaktır.

4)KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:

Santiago: İhtiraslı çalışkan bir kişiliğe sahiptir. Çevredekilere çabuk uyum sağlayabilen şıpsevdi bir kişidir. Tek arzusu dünyada mutlu olmak ve kendi dilediği gibi yaşamaktır.

İngiliz: Kitap okumayı çok seven, akıllı ve macera seven bir kişiliğe sahiptir. Kişisel menkıbesini aramak üzere yola çıkan bir gezgindir.


5)KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:

Kitap çok etkileyici ve sürükleyici bir yapıt felsefi konulara yer verilmiştir. Yalın ve sade bir dille yazılmıştır. Herkesin okurken kendisinden ve hayattan bir şeyler bulacağı bir kitaptır.

6)KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ:


Paulo Coelho

Rio de Janeiro’da doğdu. Roman yazarlığına başlamadan önce, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve sevilen bir şarkı yazarıydı. Coelho, gençliğinde bir hippiydi. 1986 yılında Hıristiyanların, Batı Avrupa’dan başlayıp İspanya’da Santiago de Compostela kentinde sona eren geleneksel bir hac yolculuğu yaptı; bu deneyimini 1987’de yayımladığı The Pilgrimage adlı kitabında anlattı. 1988 yılında yayımlanan ikinci kitabi Simyacı, Coelho’yu en çok okunan çağdaş yazarlardan biri yaptı. .Öteki kitapları; Brida, Valkürler ve son yazdığı Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım’dır. Simyacı 42 ülkede yayımlandı. 26 dile çevrildi. 

Alıntı
 
S

su perisi

Kullanıcı
4 Ocak 2007
En iyi cevaplar
0
0
KİTABIN ADI BUDALA
KİTABIN YAZARI DOSTOYEVSKİ
YAYIM EVİ VE ADRESİ ALFA-BASIM-YAYIM-DAĞITIM
BASIM YILI 1995

1.KİTABIN KONUSU :
Romanın kahramanı Prens Mışkin, saralıdır. Tedavi gördüğü İsviçre'den döndüğünde elindeki giysi çıkınından başka hiçbir şeyi yoktur. Yaşamı kendi iç dünyasını seyre dalmakla geçmektedir. İnsanlarla her türlü alışverişten arınmıştır. Budalalık derecesinde iyi olan Prens Mışkin, tam bir ermiş kişidir, sevmekten başka bir şey gelmez elinden. Müthiş bir zeka sahibidir. Çevresindekiler, onu her zaman yadırgarlar, ama onsuz da edemezler. Kendisi de saralı olan Dostoyevski, romanının kahramanına kendi kişiliğinden pek çok şey koymuştur. Prens Mışkin'in anıları, aslında Dostoyevski'nin anılarıdır. Prens Mıskin'in romanının bir yerinde anlattığı, siyasal görüşlerinden dolayı kurşuna dizilme cezası alan bir adamın öyküsü, aslında Dostoyevski'nin başından geçmiş bir olaydır. Bir tutku romanı olan Budala, Dostoyevski'nin yazdığı ilk büyük aşk romanıdır.

2.KİTABIN ÖZETİ :
Hasta prens Mişkin Rusya’dan İsviçre’ye Şnayder adlı bir doktorun kliniğine yollanır. Prens çok acı çeken bir insandır ve ara sıra hastalığıyla ilgili nöbetler geçirmektedir. Nöbet geçirdikten sonra budalalaşır ve afallar. Çocukları çok seven prens köydeki çocukların kalbini kazanmasıyla iyileşme sürecini de ivmelendirir.
Köydeki yoksul bir kızla ilgilenmesinden dolayı da çevresi tarafından ayıplanmaktadır. Nedeni ise kızın annesinin ölümünden sonra lanetlenmiş olmasıdır. İsviçrede üç sene kalan prens bir çok acılarla Rusya’ya döner ve soyunun son bireyiyle tanışmak için atılımlarda bulunur. Onunla tanışması aynı evde yaşayan Ganya ile tanışmasına da vesile olur. Ganya prense Nastasya’nın portresini gösterir ve prens artık Nastasya’ya çoktan vurulmuştur. Onu her ne pahasına olursa olsun aramaya başlar ve sonunda da bulur ve evlenme teklif eder. Buhranlı bir dönemde olan Nastasya bu teklifi kabul eder gibi yapıp reddeder ve Rogo Jin adındaki biriyle evlenmeye karar verir. Bu evlilikten sonra tekrar Mişkin’e kaçan Nastasya daha fazla dayanamayarak tekrar geri döner.
Hala Moskova’da bulunan Mişkin Nastasya’yı aramak için Petersburg’a gelir. Prens Mişkin Nastasya’yı aradığını bir sır gibi saklamaktadır. Bu günlerde Prens Mişkin bazı özel günlerde evinde partiler verir ve bu partilere de kitabındaki bütün kahramanları çağırır. Bu kişilerden Aglea adındaki kadın ise Prensi deliler gibi sevmektedir ve ona “Yoksul Şövalye” gibi imalarda bulunmaktadır. Bunları ise mektuplarında sık sık dile getirmektedir. Sonunda aglea ile Prens Mişkin nişanlanmaya karar verirler. Böylece Prens ikinci kez Ganya’nın sevdiği kadını elinden alır. Ancak bu nişandan da vazgeçen Mişkin Nastasya ile evlenmeye karar verir. Ancak aynı zamanda Aglea’yı çok sevdiğini de bilmektedir. Nastasya ile evlenecekleri sırada Rogo Jin gelir ve Nastasya’yı sessizce alır gider. Mişkin bunu sakince karşılar ve birşey diyemez. Rogo Jin Nastasya’yı Petersburg’ta öldürür ve bunu da Prens gelince öğrenir ve tekrar krize girerek budalalaşır. En sonunda Şnayder’in kliniğine gönderilir. Aglea ise Polonyalı bir Coutla evlenir. Rogo Jin ise 15 yıllığına İsviçre’ye sürülmüştür.
3.KİTABIN ANA FİKRİ :
Kitapta vurgulanmak istenen nokta; insanlar için sevginin çok önemli bir kavram olduğu ve onsuz yaşanamayacağının kesin olduğudur. İnsanlar için sevdikleri o kadar değerlidir ki o varlıkları kaybetmeye tahammül edemezler tıpkı Prens Mişkin gibi.

4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ :
Kitapta genel olarak on üç karakterden bahsedilmektedir. Bunlardan en önemlileri şunlardır:
1. PRENS MİŞKİN : Kendi iç dünyasında yaşayan, herkese güler yüzle davranan, budalalık derecesinde iyi ve insanları sevmekten başka birşey yapamayan bir prenstir.
2. ŞNAYDER : Prens Mişkin’in hastalığından dolayı yardım istediği, kendini ispat etmiş ve prensi kurtarmak için tüm gücünü kullanan iyi bir doktordur.
3. AGLEA : Prensi deliler gibi seven ve onu kaybetmemek için herşeyi göze alabilen, güzel ahlaklı ve gayet alımlı bir bayandır.

5. KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER :
Anlatım yönünden üst düzeyde olan kitapta; çok uzun cümleler kullanılarak okuyucunun cümlede anlatılmak istenen manadan uzaklaşmasına sebebiyet verilmştir. Yine de bu uzun cümlelere rağmen roman akıcı ve sürükleyici olmasıyla okuyucuyu kendine bağlamaktadır.

6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ :
Rus edebiyatının en büyüklerinden olan Dostovyevski, 1821 Moskova doğumludur. Orta sınıf bir aileden gelen yazarın babası, yoksullar hastanesinde cerrahtı. Dostovyevski ilk eğitimini ailesinden aldı. Romanlarının tümünde, ailesinin çektiği sıkıntıların ve tanık oldukları yoksulluğun etkisi görülebilir. Çok çalkantılı geçmiştir Dostovyevski’nin hayatı. 17 yaşında askeri akademiye girmiş ama oradaki katı disipline uyamayıp ayrılmış, Norodniklerin siyasi görüşlerini benimsemiş, 1849’da idama mahkum edilmiş ve tam idam sehpasında öğrenmiştir cezasının sürgüne çevrildiğini. Ölümün kıyısından dönen ve Sibirya’daki sürgün yaşantısında zor günler geçiren Dostovyevski’nin siyasi görüşlerinin temelden farklılaştığını söyleyebiliriz. Kişiliğini derinden etkileyen epilepsi nöbetlerinin sıklaşması da bu tarihte başlar. Artık mistik bir dünya görüşü egemendir Dostovyevski’nin metinlerinde.
Bu günlerde Orhan Pamuk’un editörlüğünde başlayan Dostovyevski dizisinin ilk kitabı olarak yayınlanan “Ecinniler”, Dostovyevski’nin Norodnik ve ateist geçmişine dair bir özeleştiridir. Sürgün dönüşü; aşkları, evlilikleri, Avrupa seyahatleri, kumar tutkusu ve geçim sıkıntıları, Turgenyef’le olan çekişmelerleriyle geçirdi ömrünü bu büyük yazar. Çoğu kitabını yayıncılardan aldığı “kaporalar” nedeniyle çok kısa sürelerde tamamladı ve bugün dünyanın en çok satan yazarları arasında olan Dostovyevski, 1881 yılında geçim sıkıntıları içinde hayata veda etti.

Alıntı
 
S

su perisi

Kullanıcı
4 Ocak 2007
En iyi cevaplar
0
0
KİTABIN ADI : BABALAR VE OĞULLAR
KİTABIN YAZARI : IVAN SERGENYEVİÇ TURGENYEV
YAYIN EVİ : SOSYAL YAYINLAR
BASIM YILI : KASIM 1990
KİTABIN KONUSU
Babalar ve oğullar’da Turgenyev geçen yüzyıl Rusya’sının
toplumsal – siyasal görünümünü ele alıyor.O zaman Rusya’sında yaşanan geleneksellik ile bireysellik arasındaki çatışmayı adım adım göstermektedir.Adından da anlaşılacağı gibi babalar kuşağı ,ataerkil topplumun sarsılmaz saymakla direndiği sağtöre inancını, oğullar ise, bütün töreleri yok sayma savaşını temsil ederler.
KİTABIN ÖZETİ
Bazarov arkadaşı Arkadiy’nin teklifini kırmayarakonunla tatilini geçirmek için üniversiteyi bitirdikten sonra Arkady’nin babasının ,Nikolay Petroviç , yönettiği çiftliğe giderler. Burada Bazarov bilimsel araştırmalarına daha fazla eğim vereceğine ve araştırmalarında kullanacağı daha iyi denekler bulacağından dolayı sevinçlidir.Fakat günleri pek de umduğu gibi geçmemektedrir; Arkady’nin amcası Pavel petroviç’le tartışarak ,ona gerçekleri göstermeğe çalışmaktadır.Fakat Pavel de dişli bir tartışmacıdır.Tartişmalar sabah akşam sürmekte ve arada sırada kalan sürelerde, genelde sabah erken saatlerde, böcek toplamaya çıkabilmektedir.Diğer zamanlarda bunların üzerinde çalışmaktadır.Akşam yatmadan önce ise arkadaşı ile dertleşmekte ve onunla tartışmaktadır.Bu sıralarda Fenitçka ile taışmıştır.Katya ‘nın yanında yardımcı olan Fenitçka’nın ona karşı platonik bir aşkı vardır.
Pavel’le tartışmaların kızıştığı günlerden bir gün Bazarov’u düellaya davet etmiştir.Sorun ise Pavel’in ölümcül olmayan yaralanmasıyla çözümlenmiştir.Bu durumda burada daha fazla kalamayacağını anlayan Bazarov soluğu yakında yaşayan ailesinin yanında alır .Fakat sıkıntısı burada da geçmemiştir.Buradan ise Arkady ile kasabada tanıştığı Anna Sergenyevra’yı ziyaret etmeye karar verir.Bu ziyarette pek fazla uzun sürmez. Arkady Anna’nın kızkardeşi ile günlerini geçirirken Bazarov da Anna ile dolaşmaktadır.Fakat ona olan sevgisini açıklayamaz.Buna inançlarının engel olduğunu bilmektedir.Ve oradan da ayrılmak zorunda kalmıştır.Tekrardan ailesinin yanına gider, burada yakın köylerden gelen hastalarla ilgilenmekte ve araştırmalarına devam etmektedir.bir gün çevre köylerden gelen tifüslü bir hasta ile ilgilenirken o da hastalığı kapar,zamanının az olduğunu bilmekle birlikte acı çekmektedir.Tek çare ölümü beklemektir.Bu sırada Anna kendi doktorunu getirir fakat iş işten çoktan geçmiştir ancak onunla konuşacak bir kaç dakikadan fazla bir ömrü kalmamıştır.Ve Bazarov gözlerini Anna’nın kollarında dünyaya kapatır.
Bundan sonra Anna Rus bir politikacıyla, Katya Arkadıy Petroviç ile , Fenitçka ise Nikolay Petroviç ile evlenir.
KİTABIN ANAFİKRİ
Her zaman yeni nesil ile eski nesil arasında bir çatışma olduğu.Bu çatışmanın nesillerin yetiştiği ortam ve görüş açılarının değiştiğinde kaynaklandığıdır.Bu yüzden her nesil birbirine anlayış içinde yaklaşmalı ve olumlu davranmalıdır.Onlara olumlu yaklaştığımız sürece kendimizi daha da geliştireceğimizdir.
KİTAPTAKİ OLAYLAR VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
YEVGENİY VASİLYİÇ BAZAROV: Tam bir nihilisttir.Her şeyi yok sayar ; her kuralı ve töreleri inkar eder.Kadınlara, kadın güzelliğine çok düşkündür.Ama ideal anlamda aşık -yada onun romantiklik diye adlandırdığı aşk- duygusunun maskaralık , bağışlanmaz bir aptallık sayan bir kişiliğe sahiptir.Çünkü ne sanata ne romantikliğe hiç bir ilgi duymaz.sadece ilgilendiği bilimdir.
ANNA SERYEVRA ODİNSTOVA: Güzel bir bayan.Aynı zamanda olgun bir yapıya sahip.Buda Bazarov’un ona tutulmasına sebep veren en önemli faktörlerden biri.Oda Bazarov’dan hoşlanmakla birlikte bunun ilerlemeyeceğini biliyor.Yaşlı prenses ve kızkardeşi Katya ile birlikte yaşıyor.
KATYA:Ablasını gölgesi altında ezilmiş fakat onun kültüründen ve olgunluğundan kendine pay çıkarmış biri.
ARKADİY PETROVİÇ: Bazarov’un arkadaşı ve Nikolay Petroviç’in tıp bölümünü yeni bitiren oğlu.Bazarov’la her konuda konuşan ve Bazarov’un Pavel Petroviç ile girdiği tartışmalarda bir sübap görevi yapan bir kahramandır.
PAVEL PETROVİÇ: Sınıf ayrılıkları ve törelere inanan kendini soylu sayan ; bir zamanlar Rus ordusunda da görev yapmış ve ileride Rusaya yönetimine geçecek biri olarak bakılırken bir anda kendini kardeşinin yanında; çiftlikte ömrünü geçirirken bulmuş biridir.
NİKOLAY PETROVİÇ: Çiftlik yönetmekle uğraşan , her şeyi oğlu için yapan bir kahramandır.Katya ile evlenmketen çekinen fakat abisinin ve oğlunun desteğini aldıktan sonra oda törelerin zamanla değiştiğine inanarak onunla evenen böylelikle kitapta yazarın betimlemek istediği kahramandır.
KATYA:Nikolay Petroviç’inev işlerini görmesi için çağırdığı bir hizmetçinin kızı olup çekingen, utangaç bir yapıya sahiptir.

ALINTI
 
S

su perisi

Kullanıcı
4 Ocak 2007
En iyi cevaplar
0
0
KİTABIN ADI:BİR ÇİFT YÜREK
YAZARI:MARLO MORGAN
YAYIN EVİ:DHARMA
BASIM TARİHİ:1999


Amerikalı bir kadının Avusturalya'da yaşadığı ruhsal yolculuğun öyküsüdür.Aborijinler eşliğinde kabilenin kendilerini adlandırdıkları şekliyle'gerçek insanlar'la birlikte 4 ay süren ve çölü boydan boya katlettikleri uzun bir yürüyüşe çıkar.Bu süre boyunca çölün çorak cografyasındaki bitkiler ve hayvanlarla uyum içinde yaşamayı öğrenir.Olağandışı insanlardan oluşan bu toplulukla birlikte yaptığı yolculukta morgan bu insanların 50.000 yıllık kültürlerinin felsefesi ve bilgileriyle tanışır.


Macerasının ilk gününden itibaren bu çetin yolculuğun zorluklarıyla mücadele etmek zorunda kalır.Dayanıklılığın hergün sınandığı bu zorlu yolculukta karşılaştığı her zorlukla birlikte bir değişime uğrar.Aborijinler onu büyük bir alçakgönüllülükle kendilerinden biri olarak kabul eder ve onun şefkat dolu öğretmenleri olurlar.Ögretmenlerinden her insanın ruhsal başarısını takdir etmeyi ve kutlamayı öğrenir.Aynı zamanda güçlü doğa yöntemlerine tanık olup onların canlılar ile ilgili farkındalıklarına şahit olur.Aborijinlere göre her ruhun diğer ruhlardan farklı bir yeteneği vardır ve bu yeteneklerini kendilerinin ve doğanın yararı için kullanırlar.Aborijinlerin yani'gerçek insanlar'ın tüm doğaya aktarmak istedikleri bir mesaj vardır.'Eğer tüm varlıkların aynı evrensel birliğin bir parçası olduğunu anlarsak dünyamızı yokoluştan kurtarmak için halen geç kalmış sayılmayız!!'


Yazar önceleri bu yolculuktan hiç haz almasada cok sonraları farkedecektir bu yolculuğun hayatına ne denli büyük bir anlam kattığını
     
ALINTI
 
S

sessiz_lik25

Kullanıcı
28 Ağu 2008
En iyi cevaplar
0
0
'SEVDALİNKA'

GÜLŞAH TEŞEKKÜR EDERİM
KESİNLİLE OKUMAYA ÇALIŞACAĞIM
 
Z

Zynep

Kullanıcı
17 May 2006
En iyi cevaplar
0
0
İstanbul
sessiz_lik25' Alıntı:
'SEVDALİNKA'

GÜLŞAH TEŞEKKÜR EDERİM
KESİNLİLE OKUMAYA ÇALIŞACAĞIM
Ayşe Kulin'in bütün kitapları birbirinden değerli, okumak konusundaki düşüncelerinizi iyi bildiğimi düşünerek, Ayşe Kulin'in hemen hemen tüm romanlarının sizin felsefenize çok uygun olduğu görüşündeyim sessizlik.
Tarihsel süreç içinde olayları tamamaen gerçeğe dayalı ele alıp içinde her türlü duyguya yer veren nadir yazarlarımızdan. Üstelik harika akıcı bir kalem...
 
G

GulsahToptas

Kullanıcı
17 May 2006
En iyi cevaplar
0
0
İstanbul
gulsaht.blogcu.com
sessiz_lik25' Alıntı:
'SEVDALİNKA'

GÜLŞAH TEŞEKKÜR EDERİM
KESİNLİLE OKUMAYA ÇALIŞACAĞIM
Rica ederim.
Zeynep'inde belirttiği gibi Ayşe Kulin'in her bir kitabı ayrı bir keyiftir.
ÖZellikle Adı Aylin kitabı da güzeldir. :)
 
D

DonJuan

BOLES

Tanıdıklarımdan biri bana şu hikâyeyi anlattı bir gün:

Moskova'da öğrenciyken, "malûm kadınlar"dan biriyle, anlarsın ya, komşuluk etmek zorunda kalmıştım. Tereza adında bir Polonyalıydı. İri-yarı, kömür küfesinden çıkmış gibi kara bir kadındı. Birbirine bitişik kaşları, baltayla yontulmuşcasına kaba-saba bir suratı vardı. Karanlık gözlerinin hayvanca parıltısından, kalın ve gür sesinden, külhani tavırlarından, satıcı kadınlara benzer iri gövdesinden ürkerdim... Ben tavan arasında oturuyordum. Onun kapısı da tam benimkinin karşısındaydı.

Kadının evde olduğunu bildiğim zamanlar kapımı hiç açmazdım. Gerçi evde bulunduğu yoktu pek. Arada bir merdivenlerde ya da avluda karşılaştığımızda, yüzüme bakarak, bana yırtıcı ve arsızca gelen bir tavırla gülümserdi. Çok kez fitil gibi sarhoş, saçı başı darmadağın bir halde rastlardım ona. Bu sırada gözleri kayar, yüzüne her zamankinden daha çirkin bir gülümseme yayılır:




- İyisiniz inşallah bay öğrenci! derdi. Arkasından da nefretimi büsbütün artıran aptalca kahkahalar atardı. Bu gibi karşılaşmalardan ve selamlaşmalardan kurtulmanın tek çaresi evden ayrılmaktı. Fakat penceresi geniş bir görünümü kucaklayan şipşirin bir odam vardı. Sokağımız da çok sessizdi... Sıkıyordum dişimi.
Bir sabah yatağıma uzanmış, üniversiteye gitmemek için birtakım bahaneler bulmaya çalışarak yatarken, birdenbire kapının açıldığını ve iğrenç Tereza'nın o kalın sesiyle:
- İyisiniz inşallah bay öğrenci!.. diye seslendiğini işittim.
Kadının sıkıntılı yüzünde yalvaran bir anlatım vardı... Tuhaf, alışılmadık bir şeydi bu.
- Ne istiyorsunuz? dedim.
- Şey... efendim... Sizden bir dileğim vardı da... Artık ne kadar zahmetse...
Yattığım yerden:
"Numara yapıyor!" diye düşündüm. "Sıkı dur Yegor! Seni yoldan çıkarmak istiyor bu canavar..."
Kadın yalvaran bir sesle, ezile büzüle sözlerini tamamladı:
- Şey... Memlekete bir mektup yazdırmak istiyordum da...
İçimden:
"Hay Allah kahretsin! Çattık!" diye düşündüm, kalkıp masanın başına geçtim, bir kâğıt çekip:
- Şuraya geçin, oturun ve söyleyin...dedim.
Tereza içeri girdi, sandalyenin bir kıyısına ilişti, suçlu suçlu yüzüme bakmaya başladı.
- Evet... Mektup kime yazılacak?
- Varşova yolu üzerindeki Sventsyan kentinde Boleslav Kaşput'a.
- Peki... Söyleyin bakalım...
- Sevgili Bolesim... Canımın içi... Benim biricik sevgilim... Meryem Anamız seni korusun! Altın yüreklim... Mahzun kumruna, Terezana niçin çoktandır mektup yazmıyorsun?..
Az kalsın basıyordum kahkahayı. Bir metre yetmiş beş santim boyunda, yumruğu bir batman ağırlığında, ömrü boyunca baca temizleyip bir kez olsun yıkanmamış gibi kapkara suratlı bir mahzun kumru!..


Gülmemi güçlükle tutarak:
- Kim bu Bolest? diye sordum. (*)
Kadın, Boles adını bozarak söylememden incinmişçesine:
- Boles nişanlımdır, bay öğrenci... dedi.
- Nişanlınız mı?..
- Beyefendi niçin şaşırdılar? Bir genç kızın nişanlısı olamaz mı?..
Sevsinler genç kızı!.. Büsbütün şaşırmıştım ya, bozuntuya vermemeye çalışarak:
- Yoo... diye karşılık verdim. Niçin olmasın? Her şey olabilir... Çoktan beri mi nişanlısınız?..
- Altı yıldır...
Vay canına!..
Neyse... Böylece mektubu yazıp bitirdik. Hem de öyle ateşli bir aşk mektubu oldu ki, hani yazdıran Tereza değil de ondan az daha ufak bir başkası olsaydı bu Boles'in yerinde olmak isterdim doğrusu.
Tereza başını eğerek:
- Oldu... dedi. Yardımınız için size teşekkür ederim bay öğrenci! Acaba ben de size bir hizmette bulunabilir miyim?
- Hayır, eksik olmayın!
- Hani, bir yırtığınız, söküğünüz varsa...
Bu kadın kılığına girmiş fil eskisi iyiden iyiye tepemi attırmaya başlamıştı. Sert bir tavırla, onun herhangi bir hizmetine ihtiyacım olmadığını bildirdim.
Çıkıp gitti.
Aradan iki hafta geçti... Bir akşam üstü ıslık çalarak pencereden dışarı bakıyor, ne yapabileceğimi düşünüyordum. Hava bozuk olduğu için bir yere gitmek istemiyordum. Canım sıkılıyordu. Bir ara kendimi eleştirmeye koyuldum. Bu da oldukça sıkıcı bir iştir ya, başka bir şey yapmak gelmiyordu içimden. Bu sırada kapı açıldı. Çok şükür. Bir gelen var...
- Bay öğrencinin acele bir işleri var mıydı acaba?..
Hay Allah!.. Tereza'ymış!..
- Hayır... Ne istiyorsunuz?
- Beyefendiden bir mektup daha yazmalarını dileyecektim de...
- Pekâlâ... Boles'e mi yine?
- Hayır, bu kez mektup ondan gelecek.
- Ne-e?..


- Oh, ne sersemim!.. Bağışlayın... ben.. yani... demek istedim ki... Bu kez, anlıyorsunuz ya, mektup benden değil de... kadın arkadaşlarımın birinden... Yani... Kadın değil de bir erkekten demek istiyorum... Kendisi yazmıyor... Fakat bir nişanlısı var... Adı da benimki gibi, Tereza... İşte sizden bu öteki Tereza'ya mektup yazmanızı dileyecektim de...
Yüzü allak bullak olmuştu. Karşımda sallanıp duruyor, titreyen ellerini ovuşturuyordu... İşi anlamaya başlamıştım...
- Bana bakın bayan! dedim. Bu ne Boles işi , ne de Tereza. Yalan söylüyorsunuz! Boş yere uğraşmayın, sizinle ahbaplığa niyetim yok... Anladınız mı?
Kadın birdenbire tuhaf bir korkuya kapıldı. Yüzü kıpkırımızı oldu, sendeledi, bir şeyler söylemek istercesine dudaklarını kıpırdattı. Fakat ağzından tek sözcük çıkmadı.
İşin nereye varacağını bekliyor, beni yoldan çıkarmak istediğini sanmakla da bir parça yanıldığımı sezinliyordum. Anlamadığım başka şeyler vardı galiba.
Tereza neden sonra:
- Bay öğrenci... diye söze başladıysa da ansızın elini sallayarak sert bir hareketle geri döndü, çıkıp gitti. İçimde kötü bir duyguyla öylece kalakalmıştım. Sonra kapısını şiddetle çarptığını işittim... Kızmıştı besbelli... Bir süre düşündüm; gidip onu geri çağırmaya, ne isterse yazmaya karar verdim.
Odasına girdiğimde, dirseklerini masaya dayamış, başını ellerinin arasına almış oturuyordu.
- Bana bakın, dedim...
... Bu hikâyeyi anlatırken burasına geldiğimde hep bir tuhaf olurum nedense... Ne aptallık! Neyse...
- Bana bakın, dedim...
Kadın yerinden fırladı, gözleri parlayarak üstüme yürüdü, ellerini omzuma koydu ve fısıltıyla, daha doğrusı hırıltıyla:
- Ne olacak? dedi. Ha, ne olacak? Evet, tam bildiğiniz gibi! Boles, Moles yok... Tereza da yok! Ama size ne bundan? Kâğıt üzerinde kalemi oynatıvermek çok mu zorunuza gidiyor? Ha? Ah sizler! Muhallebi çocukları! Evet!.. Ne Boles var, ne de Tereza! Yalnızca ben varım! Ne çıkar bundan? Ha? Ne çıkar?..
Bu karşılama serseme çevirmişti beni.
- Durun hele, dedim. Ne demek istiyorsunuz? Boles diye biri yok mu yani?
- Evet, yok! Ne çıkar bundan?..
- Ya Tereza, o da mı yok?
- Tereza da yok! Tereza benim!
Hiçbir şey anlamamıştım. Gözlerimi fal taşı gibi açmış, kadının yüzüne bakıyor; hangimizin delirdiğini anlamaya çalışıyordum. Tereza yeniden masaya doğru gitti, bir şeyler arandı, sonra yanıma geldi ve incinmiş bir sesle:
- Boles'e yazmak size bu kadar güç geldiyse, alın mektubunuzu! dedi... Alın!.. Ben başkalarına da yazdırabilirim...
Bir de baktım, Boles'e yazdığım mektubu tutuyor elinde... Vay canına!..
- Bana bakın Tereza! dedim. Ne demek oluyor bütün bunlar? Niçin başka mektuplar yazdırasınız? Göndermiyorsunuz ki onları...
- Kime gönderecekmişim?
- Kime olacak... Boles'e!..
- Ama Boles diye biri yok ki!..
Şaşıp kalmıştım! Ne halin varsa gör deyip ayrılmaktan başka çare kalmamıştı. Fakat kadın durumu açıkladı.
İncinmiş bir sesle:
- Ne çıkar? diye söze başladı. Yoksa yok! (Ve sanki onun niçin olmadığına akıl erdiremiyormuş gibi ellerini iki yana açtı.) Ama ben olmasını istiyorum... Ben de herkes gibi insan değil miyim?.. Evet... biliyorum... biliyorum ama... ona mektup yazmamın kimseye bir zararı yok ki...
- Affedersiniz, kimden söz ediyorsunuz?
- Boles'ten...
- Hani Boles yoktu?..
- Ah, Meryem Ana!.. Yoksa yok, ne çıkar bundan?.. Yok, ama bana varmış gibi geliyor... Ona mektup yazıyorum ve böylece var oluyor... O da bana, Tereza'ya karşılık veriyor... Sonra ben yeniden yazıyorum...


Anlamıştım... O an ne kadar üzüldüğümü, utandığımı anlatamam... Bir insan yaşıyordu üç adım ötemde... Sevgiye, yakınlığa ihtiyacı olan ve bunu hiç kimsede bulamayan bu insan, sonunda kendi kafasının içinde kendine bir sevgili yaratmıştı...


- Boles'e yazdığınız mektubu başkalarına okutup dinliyorum... O zaman Boles varmış gibi geliyor bana... Şimdi de Boles'ten Tereza'ya... yani bana... bir mektup yazmanızı diliyorum sizden... Onu başkalarına okutup dinlediğimde Boles'in varlığına büsbütün inanacağım... Yaşamak benim için daha kolaylaşacak...
... İşte böyleyken böyle!.. Aklıma geldikçe bir tuhaf olurum!.. O günden sonra düzenli olarak haftada iki kez Tereza'nın Boles'e mektuplarını, Boles'in de cevaplarını yazmaya başladım. Cevapları özene bezene kaleme alırdım... Tereza bunları dinlerken o kocaman sesiyle avaz avaz ağlardı. Ve düzmece Boles'in mektuplarıyla ona gözyaşı döktürmemin karşılığında çoraplarımı, gömleklerimi yamar, söküklerimi dikerdi. Bu mektup hikâyesinden üç ay sonra bir sebepten hapse attılar onu. Şimdi ölmüştür belki de.
Dostum sigarasının külünü üfledi, dalgın bir tavırla gökyüzüne bakarak sözlerini tamamladı:


İşte böyle... İnsan acıyı tattıkça şefkati daha çok arar... Ama köhnemiş erdemlerimizin duvarları arasına sıkışan, birbirimize tepeden bakan bizler bunu anlayamıyoruz. Çok ahmakça, çok acı sonuçlar doğuruyor bu anlayışsızlığımız. Diyoruz ki, düşkün insanlar!.. Ne demektir bu?.. Onlar da bizler gibi aynı kemikten, aynı kandan, aynı etten ve sinirden yapılmışlardır. Her şeyden önce insandırlar... Yüzyıllardır işitip dururuz bu "düşkün insanlar" sözünü. Ne saçma şey! Asıl düşkünler bizleriz! Hem de adamakıllı düşkün!.. Kendini beğenmişliğin, mutsuz insanlara tepeden bakmanın uçurumuna düşmüşüz... O insanlar ki tek eksikleri bizden daha az kurnaz olmaları ve kendilerine iyi insan süsü vermeyi daha az becerebilmeleridir... Neyse... Bırakalım bunları... Bu sözler o kadar çok söylendi ki, insan bir daha tekrarlamaya utanıyor!...
MAKSİM GORKİ
1896
Bozkırda
Çevirmen: Ataol Behramoğlu
Yaşanmış Hikayeler
 
G

GulsahToptas

Kullanıcı
17 May 2006
En iyi cevaplar
0
0
İstanbul
gulsaht.blogcu.com
"Boles" ; burada anlatılan hikaye Üyemizinde yazının altında not olarak belirttiği şelikde ,Maksim Gorki'nin Bozkır'da kitabının özeti/ana fikri olması nedeni ile tarafımdan birleştirilmiştir.
 
K

KHaRoN

Yaşadığımız hayat temposu ,düzen ve bunun gibi çeşitli çevre şartları bizleri artık o kadar yalnızlığa itiyor ki,çoğu zaman bizlerde yalnızlaşmaya başladığımızı geç farkediyoruz.Hepimiz insanken artık birbirimizden farklı olduğumuzu iddaa ediyoruz ki artık zengin fakir ayrımı bile yapılan diğer ayrımların yanında masum kalıyor.Çoğumuzun o düşlediği hayatlar artık hayallerimize bile girmez oluyor sanırım.Yinede birşeyleri değiştirmek için hiçbir zaman geç değildir, ve aslında hepimizin yapması gereken Konfüçyüs'ün dediği gibi ;

'Karanlığa söveceğine,kalk bir mum yak.'


not: (bu bilgi üyeye haber verilerek eklenmiştir ) üyemiz boles adlı konuya yorum olarak belirtmiştir yukarıda yazılanları . :)
 
D

DonJuan

Gülşah' Alıntı:
"Boles" ; burada anlatılan hikaye Üyemizinde yazının altında not olarak belirttiği şelikde ,Maksim Gorki'nin Bozkır'da kitabının özeti/ana fikri olması nedeni ile tarafımdan birleştirilmiştir.
ne kadar kitap özeti de olsa , o bir kişisel gelişim yazısıdır .
sayenizde daha sönük bir konu olmuştur .
neden böyle herşeye bir çözüm önerisi şeklinde yaklaşırsınız anlamam .
 
G

GulsahToptas

Kullanıcı
17 May 2006
En iyi cevaplar
0
0
İstanbul
gulsaht.blogcu.com
peka1a' Alıntı:
Gülşah' Alıntı:
"Boles" ; burada anlatılan hikaye Üyemizinde yazının altında not olarak belirttiği şelikde ,Maksim Gorki'nin Bozkır'da kitabının özeti/ana fikri olması nedeni ile tarafımdan birleştirilmiştir.
ne kadar kitap özeti de olsa , o bir kişisel gelişim yazısıdır .
sayenizde daha sönük bir konu olmuştur .
neden böyle herşeye bir çözüm önerisi şeklinde yaklaşırsınız anlamam .
Çünkü herşeyin bir nedeni ve çözümü vardır.
Aktarılan konu kitaptan alıntıdır ve şuan uygun bölümdedir.
 
D

DonJuan

Gülşah' Alıntı:
peka1a' Alıntı:
Gülşah' Alıntı:
"Boles" ; burada anlatılan hikaye Üyemizinde yazının altında not olarak belirttiği şelikde ,Maksim Gorki'nin Bozkır'da kitabının özeti/ana fikri olması nedeni ile tarafımdan birleştirilmiştir.
ne kadar kitap özeti de olsa , o bir kişisel gelişim yazısıdır .
sayenizde daha sönük bir konu olmuştur .
neden böyle herşeye bir çözüm önerisi şeklinde yaklaşırsınız anlamam .
Çünkü herşeyin bir nedeni ve çözümü vardır.
Aktarılan konu kitaptan alıntıdır ve şuan uygun bölümdedir.
anlaşıldı artık kaynak belirtmeyeceğiz .
sadece alıntı yazsak yeter olacak .
ya insanları körelttiğinin farkıda mısın ?
 
G

GulsahToptas

Kullanıcı
17 May 2006
En iyi cevaplar
0
0
İstanbul
gulsaht.blogcu.com
Böyle bir yorum çıkartmak enteresan, ve sizinle bunu tartışmayacağım.Çünkü çelişki bir çok yorumunuzu okudum forum içierisinde ama saygı duyarım herkezin kendine olan düşünceleri vardır.
Lütfen sabit başlık altında açılan konulara,konu dışında yazılmasın.

12 ) Foruma yazilacak konular ilgili bölümlere yazilmalidir. Yöneticiler, yazilan yazinin konusuyla ilgili olmayan bir bölümde yazildigina karar verirlerse yaziyi uygun bölüme aktarir veya silerler. Bu nedenle itiraz türü yazilarin da silinmesi, veya cevaplandirilmasi yönetici yetkisindedir
 
Üst