Kazım Koyuncu’nun genel olarak müzik ve kendi müziği hakkında konuştuğu birçok röportajı ardarda dinleyince, aklınızda yer edecek şeyler şunlar:
• Kazım esas olarak rock altyapılı bir şehir müziği yapmak istiyor.
• Ama akustik yerel enstrümanlardan vazgeçmeye de niyeti yok.
• Dolayısıyla, ya bunları birarada barındırabilen bir müziğin peşinde ya da olmazsa ikisini ayrı ayrı sürdürme arzusunda.
• Müzik yapmanın bir yaşama biçimi olduğuna çok önceden karar vermiş.
• Müziğin tılsımını ustalıktan çok hareket ve izleyiciyle ilişkide arıyor. (Niye “dinleyici” değil de “izleyici”? Aşağıda izah edeceğim, kısaca şundan: çünkü karşılaşmak istiyor.)
Ses dalgaları
Bir müzisyen olarak Kazım Koyuncu’ya yapılabilecek en büyük haksızlık, onu sadece “Karadeniz müziği şarkıcısı” saymak. Ne yazık ki insanların büyük bölümü, onu son dönemdeki faaliyetiyle tanıdı ve bu faaliyet içerisinde ağırlık Karadeniz müziklerindeydi.
Ama nasıl Karadeniz müzikleri? Derlenmiş Laz ve Megrel halk şarkılarını öyle bir yorumladı ki, ona yalnız yorumlama diyemeyiz. Kazım’ın söylemediği bir Didou Nana, meselâ, “sayılmaz”. Aynı şeyi Tsira ve daha çok Ou Nana için de söyleyebiliriz.
“Bildiğimiz türküler” için de benzer bir durumdan bahsedebiliriz. Onları Kazım söylediğinde ortaya çıkan tını da farklı, hava da, türkünün bize ettikleri de. Tabiî tek fark Kazım’ın sesinden kaynaklanmıyor. Uy Aha-Koçari “paketini” o üslûpla konser açılış şenliği haline getirince o koçari başka koçari oluyor. Rock mantığında senkoplarla, birçok farklı şekilde icra edilen Avlaskani Cuneli artık ne kadar bildik eski türküdür, şüpheli.
Kazım’ın şarkıcılığını, yorumculuğunun özgün yanını en bariz gösteren örneklerse, rock takıntılı, “Beyoğlu elemanı” bir Laz şarkıcı için pek tuhaf bir yerde, daha da “bildiğimiz” şarkıları türküleri söylediği zamanlarda karşımıza çıkıyor. “Kaldım duman içi dağlarda” veya “Ben bir Romen kızıyım”, onun ağzından, başka bir güzellikle tınlıyor. Kayıtların kötülüğü nedeniyle filme alamadığım bir bantta MFÖ ya da Erkin Koray şarkıları söylüyor ve hepsi bir anda “Kazım parçası” haline geliyor. Güzellikten daha önemlisi, şahsiyetini terk etmeden, aynı zamanda başka bir şey olabiliyor.
Kazım’ın özel bir ses eğitimi almadığını biliyoruz. Ama bazı insanlar hazine gibi bir sesle ve yalnız bazıları onu ilginç bir şekilde kullanabilme yeteneğiyle doğuyor. Kazım’ın sesindeki bazı dalgalar, şüphesiz o sesin daha bir içimize işlemesine yolaçıyor. Evet, bu onun doğal avantajıydı; o da kullanmayı bildi. (Filmde, Bumerang ile birlikte söylediği türkülerden kısacık bölümler var, bu dediklerimi örnekleyecek. Ses kaydı çok kötü olduğu için ne yazık ki kısacık kullanabildim.)
Hiç aynı olmamalı
Kazım’a şöhreti getiren ama esas olarak tam da istediği müziği yapamadığı son döneminden devam edelim. Önce bunu nereden bildiğimi açıklayayım: kendi açıklıyor. Hattâ son zamanda, birçok şarkıyı her konserde aynı şekilde söylüyor olmaktan ötürü utanmaya başlayabileceğinden bahsediyor.
Bunda samimi olduğundan eminim. Çünkü izlediğim onca kayıtta, birçok konserinde, bazen de işgüzarlığa kaçıp, her şeyiyle oturmuş bir parçayı bambaşka şekilde çaldırmaya, söylemeye uğraştığını gördüm. Artık kendi yerini açmış, etkisi garantili olan Didou Nana’yı bile her seferinde –belli ki asıl olarak kendisini memnun ve tatmin etmeye yönelik- farklılıklar yaratarak söylemeye uğraşıyordu.
Burada bir parantez açmalıyım. Kazım için konserler, grubuyla birlikte marifetlerini sergileme fırsatları değil. O sahici bir ilişki arıyor. İnsanlarla yüzyüze gelmeyi, yüzlerine bakarak şarkı söylemeyi, tepkilerini almayı istiyor. Bu kadar da değil. Çoğu zaman, onlarla birlikte söylemeyi istiyor. Seyirci doğru söyleyemediğinde durup tekrarlarla parçayı yeniden rayına oturtmaya çalışıyor. Seyirciden yalnız eşlik değil katılım bekliyor.
Bu arayışın müzikle ne kadar ilgisi olduğu bile tartışılabilir.
Şahsen bu tavrını çok soylu buluyorum. Çünkü bu tavır hem büyük riziko barındırıyor hem de normal olarak bir sahne sanatçısının asla üstlenmeyeceği sorumluluklar bindiriyor onun sırtına. İnsanın onbinlerce hayranı olması da kolay değildir; ama o insanlarla bir tür grupdaşlık, hattâ arkadaşlık, ahbaplık ilişkisine girmeyi göze alabilmek için insanın dünyayla başka türlü, derin ve çok boyutlu bir ilişkisi olması gerekir. Sadece alınabilecek bir yerde vermeyi gerektirecek bir konumu bizzat oluşturmak için başka dertler gerekir. Nedenini, kaynağını bir yana bırakalım, Kazım’ın “müzik yapmak” deyince daha çok anlamak istediği şeyin kılı kırk yararak birtakım albümler hazırlamak ve dağıtmak değil, bütün aksaklıklarıyla, rizikolarıyla konserler vermek, insanlarla, karşı karşıya da değil, yanyana gelmek olduğunu tekrarlayalım. Böylelikle her konser değişik bir yaşantı oluyor. Bir şarkıyı her seferinde aynı şekilde söylemek, insanlara ısmarlama bir şey sunmak –onlar buna razıyken bile!- bu yüzden Kazım’ı tatmin etmiyor. Öbür yandan insanlar istediği için yapmak zorunda kaldığı şeylerden duyduğu huzursuzluk derhal belli oluyor.
Belli ki bu Kazım’ı bir bunalımın eşiğine sürüklemiş. Bunları filmde kullanamadığım çeşitli röportajlarda anlatıyor, yukarıda da söyledim.
Anahtar kavram: arayış
Bir röportajında, “daha çok elektriklenmiş”, “daha temiz çalınan”, ama otantik enstrüman ve tınılardan uzağa düşmeyen bir müzik aradığını söylüyor. Kafasındaki müziğe en çok yaklaşan parça olarak, Hayde albümündeki Hayde'yi gösteriyor. Kendi hesabıma, bu parçaya ötekilerden farklı bir anlamı Kazım’ın bu sözlerini işitmeden önce yüklediğimi belirtmeliyim. Kendisinin reggae ritmli bu parçaya sanki yüz senedir orada duruyormuş gibi tınlayan bir tulum melodisi yazmış olduğunu, bunu çift tulumla çaldırdığını ve konserlerde, bütün ses düzeni ayarlarını altüst etmeyi göze alarak, sıra bu ara melodiye geldiğinde kendi mikrofonunu da tulumculara tutarak onların sesini yükseltmeye çalıştığını ekleyeyim.
Ve eğer bunu yaparken duymak istediği, havayı yırtan bir rock elektrogitarının cayırdamasından -mana ve ifade bakımından- farklı bir şeyse ben de bu işten hiçbir şey anlamıyorum demektir. Bunu tulumla, çift tulumla yapmaya kalkışmasını onun Lazlığına bağlayabilir miyiz? Kesin bir şey diyemem, ama kendisinin bir röportaj sorusuna verdiği cevap belki bize yol gösterebilir. Şöyle bir soru geliyor: “Va Mişkunan’a Lazların tepkisi nasıl oldu? Çünkü ilk kez bir Lazca albüm çıkıyor, o da rock!” Kazım’ın cevabı: “Lazlığın kendisi de biraz böyle bir şey galiba zaten. Etnik-otantik ağırlıklı yapsaydık daha normal bir şey olurdu.”
Kazım Koyuncu’nun müzikal yönelimini anlamak için bu parça elbette önemli bir malzeme. Ama onun müziğine özellik katan her şeyi buradan çıkaramayız.
Başka yerlere bakalım. Fadime, değişik bir miksajla, 90’ların, 2000’lerin rock esintili ilginç şehir müziklerinden biri gibi dinlenebilir, ska’ya dönüşmesi an meselesidir. Daha önce başkaları tarafından çok daha hızlı bir tempoyla ve bu yüzden epeyce duygusuzlaştırılarak çalınan-söylenen “Koyverdun Gittun Beni" (Gelevera Deresi), Kazım’ın elinde öyle bir şekle bürünmüştür ki, rock baladı olmasına ramak kalmıştır. Hayde albümündeki Denizde Karartı Var, girişine katılmış klarnetlerle, âdetâ İstanbul’un da Karadeniz’e kıyısı olduğunu hatırlatmak üzere tasarlanmış, hiçbir sınıfa sokulamayacak bir hale gelmiş, bir de Kazım’ın sesiyle bezendiğinde, artık kimse tarafından tekrarlanamayacak bir parça olmuş çıkmıştır.
Zuğaşi Berepe’nin enfes bir sert rock parçası halinde karşımıza çıkardığı Hemşince Ka Tun Mita Xendasoç’un girdiği kılıkları sıralayamayız bile.
Belki Kazım’a da sorabilseydik aynı şeyi söyleyecekti, bilemiyorum: Evet, ortada hâlâ bir sonuç yok, arayış var.
Arayış kavramı, Kazım’ın müzikal macerasının herhalde anahtar kavramıdır. Son dönemde “hazır mamuller” sunmak zorunda kaldıkça mutsuz oluşu buradan da açıklanabilir şüphesiz. Bir röportajında şöyle diyor (özetleyerek aktarıyorum): “Geçenlerde bir konser çıkışı, yanıma bir delikanlı geldi, ‘abi sen ne ayaksın’ dedi, ‘yani ne bu, ne yapmaya çalışıyorsun’. Haklı tabiî. Ama ben de bir parçanın içine bir melodi koyarken, acaba bu şimdi ne tarz oldu, hangi tür oldu falan
diye düşünmüyorum. Umarım hiçbir zaman ‘tamam, ben şu tarz müzik yapıyorum’ demek zorunda kalmam.”
Evet ama biraz daha şansımız olup da Kazım biraz daha aramızda kalsaydı, muhtemelen bir süre sonra bizzat onun tarzından bahsedebilecektik sanırım.
Ve ben bu tarzın öyle müthiş bilinçli bir şekilde, ince ince ayarlanarak oluşturulduğunu düşünmüyorum. Kazım belli ki kritik durumlarda doğru ve geliştirici kararlar verebilen bir müzisyen. Ama müziğindeki gelişim yalnız onun kararlarına bağlı olmamış. Zuğaşi Berepe’de de sonrasında da gruptakilerin kendi enstrümanlarını çalış biçimleri, parçalar düzenlenirken önerdikleri, araya kattıkları her zaman işe rengini verecek kadar etkili olabilmiş. (Filmde, Kazım’ın son dönemdeki müziğinin nasıl ortaya çıktığını anlatabilmek için belki de azıcık uzun tuttuğum, prova kayıtlarından derlenmiş bir bölüm var. Kazım’ın hangi noktalarda devreye girip çalınacakları şekillendirdiğini anlayabiliyoruz buradan. Herkesin katkısına çok açık bir çalışma biçimleri var.)
Teknik, kalite, Va Mişkunan-Igzas
Kazım bir röportajında şöyle diyor (filmde de var, yine özetleyerek aktarıyorum): “Müzik yapmak zor değildir. Gitarın belli bir çalınma biçimi vardır. Acayip çalmana bence gerek yoktur. Çalıyorsan da ekstra bir şeydir. Esas sorun, istediğin müziği teknik olarak çalabilecek aşamaya olabildiğince çabuk gelebilmek ve bunu çalacak grubu ayakta tutup sürdürebilmektir.”
Akademik veya teorik bakımdan gayet sakıncalı olan bu yaklaşım, genç yaşta müzik yaparak yaşamaya karar vermiş, yine kendi deyişiyle, “akorları falan öğrendikten sonra ilk iş grup kurmuş”, başlangıçta olanca “cehaletine” rağmen insanların karşısına yapabildiği kadar müziğiyle çıkmaktan çekinmemiş, işin tekniğinden çok ruhuyla ilgili bir adamın yaklaşımıdır. Yıllar sonra, Zuğaşi Berepe’nin Va Mişkunan albümündeki müzikal yetersizlikten muzdarip olacak, elinden gelse albümü herkesin elinden toplayacağını söyleyecek, her fırsatta, “sound ve teknik bakımından” daha üstün olduğuna inandığı Igzas ile Va Mişkunan arasındaki farklara dikkat çekecektir. Fakat, bunlar, kötü yapılmış bir müziği asla dinlemeyecek olan birçok insanın Va Mişkunan’ı hâlâ hayranlıkla dinlemesine engel olmayacaktır!
Çünkü Va Mişkunan’ın tek özelliği, “dünyanın ilk Lazca rock müziği” olması değildir. Bu albüm, sound’u ve sözleriyle, Türkiye’de yapılmış en harbi rock albümlerinden biridir. Kimileri ayağa dolansa da, barındırdığı rock atraksiyonları, samimi bir rockseverin bu albümü derhal benimsemesine yolaçar. Yapılmış olandan çok yapılmak isteneni çağıran yapısıyla Va Mişkunan, her şeyden önce dinleyende müzikal umutlar yaratan bir albümdür.
Hakikaten becerilememiş çok fazla şey var bu albümde. En çok kulağıma batan örnek, Golas Empula Yulun. O türküyü kendi yapılarına nasıl uyduracağını bilememiş rock’çılar çıkar o parçada karşımıza. Türkü başka yerde, elektrogitarlar, ritm başka yerdedir. Aynı oturmamışlığın hemen kulağa battığı başka yerler de vardır. Ama albüme adını veren Va Mişkunan’da, çok daha karışık işlere kalkışılmış olmasına rağmen bütünlük sağlanmıştır. Bu albümün dünya müziğine hediyesi –ve bence Zuğaşi Berepe’nin de simgesi- olan Ernesto ise, her şeyiyle dört dörtlük bir parçadır. Sözleri, yalınlığıyla garip bir derinlik taşır, müziği, kırk yıldır bu tarz müzik yapan bir grubunki gibidir.
Va Mişkunan’dan esas olarak akılda kalan şey, bir ifade arama çabasıdır.
Igzas, bütün müzikal olgunluğuna rağmen, bu arayışa konmuş yanlış bir noktadır. Keşke Kazım’la bunu tartışma şansım olabilseydi. Çünkü o Igzas’ı, büyük ihtimalle Va Mişkunan’daki teknik yetersizlik ve müzikal aksaklıklardan azade olduğu için, hep övüyor. Ama Igzas, Zuğaşi Berepe’nin, ruhunu “günümüzün” rock’sızlaştırılmış, “akan giden”, girinti çıkıntılarından arındırılmış, “kafa” müzik imalatına terk etmesi gibidir. Barındırdığı olağanüstü parçalara rağmen.
Nitekim Kazım’ın sonradan yürüdüğü yolun Igzas’ın düzenleme mantığıyla uzaktan yakından ilgisi yok, ama Va Mişkunan’daki bir sürü şeyle yakınlığı çoktur.
Dizginlenemez duygularını kirli-çapaklı ve soylu bir şekilde ifade eden, sokaklardan bize doğru sesleniyor izlenimi veren Zuğaşi Berepe, Igzas’ta, çalacağı salon için mecburen temiz-şık giyinmiş gibidir. Evet, aykırı bir gruptur, ama şimdi burada, biraz edepli davranması gerekmiştir.
Igzas albümünün, ZB’yi “rock’çılıktan” uzaklaştıran “moody” atmosferini meşru kılan tek parça Sopez Gulur’dur. O parçaya bu hava çok yakışmış ve grubun bizzat varlığıyla ifade ettiği “yamukluğu” dolaba saklamayan bir parça olmuştur Sopez Gulur. Buna karşılık, o cânım Ma A Koçi Vore’nin -ki, ZB'nin en şahane parçası olup olmadığı sorusunu cevaplamak zordur-, dinlerken yaklaştıkça heyecanlandığınız basit ve haysiyetli davul ataklarını bile yok eden bir “ütüleme” maalesef bütün albüme yayılmıştır. Igzas’taki düzenlemeyle ilgili neyi bu kadar sorun ettiğimi merak edenlere, bir süre Radyo Lounge falan tipi şeyleri dinlemelerini öneririm. Her şey güzeldir o tür müziklerde: ritm, tınılar, akor gelip geçişleri... Fakat hiçbir şey olmaz. Her şey öyle akar gider. Rock müziği, kolunuzdan yakalayıp suratınıza birşeyler haykıran bir müziktir. Igzas, yumuşak bir ses tonuyla konuşan düzgün bir adamdır.
Fakat başka bir sebep olmasa bile, sırf sözü ve müziğiyle olağanüstü bir parça olan Igzas’ı içerdiği için değerli sayılmalıdır. Ayrıca, K3aperi Oropa (çürümüş aşk) ve Ar Tilifoni (bir telefon), Zuğaşi Berepe’nin, Lazca rock yapan bir büyükşehir grubu olarak tarihe adını yazdırışını kesinleştiren parçalardır.
Igzas’a derinden itirazımı anlatabilmek için, size Ka Tun Mita Xendasoç’un bu albümdeki versiyonu ile bu parçanın ZB tarafından çeşitli konserlerde çalınmış versiyonlarını ardarda dinletebilmek isterdim. Zuğaşi Berepe, bu Hemşin halk şarkısından, belki de Türkiye’de şimdiye kadar yapılmış en sıkı rock parçalarından birini çıkarmıştı. Oysa parçanın Igzas albümündeki düzenlemesinde, davulu bası elektrogitarıyla bütün rock aletleri âdetâ bir kürenin içine doldurulmuş ve birarada yuvarlanıyor gibidir; üstelik vokal de beraber!
Aslında sözettiğimiz, bir tılsımdır
Tam burada esas konumuza dönebiliriz: Ve Kazım bu türküyü Viya albümünde, rock’la falan alâkası olmayan bir tarzda, olabildiğince türkü haliyle söyledi. Ama bu defa da türkünün orijinalinde asla bulunması ihtimali olmayan ritm sazlarıyla bambaşka bir sound yaratarak.
ZB, Va Mişkunan’da aramış, Igzas’ta bulduğunu sanmış ama aramaya devam etmişti, şimdi de Kazım arıyordu. “Şarkılarla Geçtim Aranızdan”ı yaparken, kimbilir kaç konser kaydı izledim. O Narino, reggae mi olmadı, tek gitarla mı çalınmadı? Sahiden, arayıp durmuştu Kazım.
Grup arkadaşları, son dönemde, onlarca gaydayı tulumlarla biraraya getirerek denemek istediği bir müzikten sözediyorlar. Gaydacıların tulumcuların yanında kemençe de olacak mıydı? Herhalde. Çünkü Selim Bölükbaşı ile birlikte çalmaya başladıktan sonra, özellikle durgun atmosferli parçalarda elektrogitarla tuhaf ilişkiler içerisine giren kemençenin onun müziğinde boyunu aşan bir yeri oldu. (Balkanlar’dan gelme bir Roman orkestrasındaki trompet gibi, meselâ.) Ama bana sorarsanız, elektrogitar, bas ve davul mutlaka olacaktı. Kazım onlarsız müzik yapar mıydı? Sanırım yapmazdı. Gaydacılarla bir yere varılmadığını hissederse mutlaka başka bir şey deneyecekti.
Onun hem hoşuna gidecek hem gitmeyecek bir gerçek: Önde onun sesi olduğu sürece biz yaptığı her şeyi böylesine etkilenerek dinleyecektik. Ben, meselâ, Karadeniz “havalarını”, Laz türkülerini severim. Ama elbette yüz defa ardarda dinleyemem. İki yıl boyunca, Kazım’ın hangi parçalarını –üstelik bir yandan dans ederken çekilmiş ya da dev kolonlarının dibinden yapıldığı için devamlı çatlayan, kötü kötü kayıtlardan- kaçar defa dinlemiş olduğuma inanamazsınız. Tanıdığınız, kurguyla uğraşan birileri varsa, onlara, yaklaşık yüz saatlik malzemeden yapılan üç buçuk saatlik bir filmin kurgusu sırasında bu sayının nerelere ulaşabileceğini sorun. Bir saniye bile sıkıldığımı hatırlamıyorum, buna da inanamazsınız belki. Öyle.
Bunu sağlayan elbette Kazım’ın o müziğe kattığı şeydi.
Bu tılsımlı bir şeydi. Bu yüzden, sizi bunun etrafında dolandırıp duruyorum, ama bunun ne olduğunu somut olarak anlatamıyorum.
Çünkü onu yazıyla anlatamayız. Duyabiliriz.
alıntı:www.kazimkoyuncu.com