Bunlar benim kendimle konuşmalarım...
Bunlar benim kendimle konuşmalarım
Kendimle konuşuyorum hala...
Ve bir şairin, o çok sevdiğim dizeleri geliyor aklıma:
“Yolda giderken kendi kendime güldüğümün farkına vardığım zamanlarda, insanların beni deli zannedeceklerini düşünüp yine gülüyorum.”
Kelimesi kelimesine böyle olmayabilir...
Aklımda kaldığı kadarını, içimden geldiği gibi yazdım...
İçimden geldiği gibi yazıyor ve konuşuyorum...
Ama biliyorum ki bu bazılarını üzüyor, yoruyor, kızdırıyor ve hatta nefret ettiriyor...
Olsun.
Bir başka şairin dediği gibi:
“Sen elmayı seviyorsun diye, elmanın da seni sevmesi şart mı?”
Değil...
Ne benim herkesi sevmem gerekiyor, ne de herkesin beni sevmesi...
Yolda yürüyor ve kendi kendime gülümsüyorum.
Yüzyıllardır yaşıyor gibiyim sanki...
Herkese tanıdık ve herkese yabancı...
Herkese yakınım ve herkese yasak...
Benim haykırışlarımda şaşkınlığınız, sinmişliğiniz ve korkaklığınız saklı...
Benim susuşlarımda vazgeçişleriniz, yanılgılarınız ve yangınlarınız saklı...
Yazdıklarım ve anlattıklarım size isyan etmenin çekici lezzetini sunacak...
Bir o kadar da içinize kapanışın hüzünlü vazgeçişini...
Bilirim; insan nefret ettiklerini daha çok önemser...
Dost hep yanınızdadır ve siz üzülmeyesiniz diye gerçekleri çok zaman söylemez yüzünüze...
Ama nefret eden can yakmak ister; bakışıyla, duruşuyla, sözleriyle...
Keşke daha çok nefret etseniz benden ve ben inadına daha çok sevsem sizi...
Bunlar benim kendimle konuşmalarım, alınmayın sakın...
Hiçbir edebî, insanî ve hayatî kaygım yok...
O sebep, şimdi içimden geldiği gibi yazıyorum...
Hayatı gereğinden fazla ciddiye alıyorsunuz ve ruhunuzu ve bedeninizi kaskatı yapıyorsunuz...
Bir buz kalıbı kadar soğuksunuz ama bir kor parçası taklidi yapıyorsunuz...
Ben yine hayatı ciddiye almayın diyeceğim size...
Hayatın içinde ciddiye alınmaya değer olanları önemseyin sadece...
Allah’ı önemsiyorum; annemi, babamı, aşkı, sevgilimi, çocukları, masalları, düşleri, kalemi, kâğıdı, yaşadığım şehri, hâlâ erdemli yaşayabilen insanı, beni sevdiği kadar nefretini de söyleyebilen insanı, kötülüğü, merhameti, teni, şehveti, tütünü, geceyi, yazmayı, anlatmayı, gözyaşını, kahkahayı, hüznü, kitabı, tüm kitapların kalbi olan Kitabı ve kendimi önemsiyorum...
Geriye kalanlar mı? Onlar sadece geriye kalanlar...
Ben, kimsenin sözlerine aldanmadan, sadece kendime aldanarak yoluma devam edeceğim...
Günah işlerken, ateşin yakıcılığını daha yanmadan hissedeceğim...
Mutsuz edeceğim kadınları seveceğim ve onlarla beraber ben de mutsuz olacağım...
Yüzümün çirkin tarafını kapatmak için hep güzel kadınları sevecek ve biraz da onların güzellikleri yüzünden bu kadar çirkin olacağım...
Aşkın en doruğunda onlar dışımdan terk edecekler beni, bense “içimden terk edeceğim” onları...
Çocukların, insan değil başka bir canlı türü olduğuna inanacak ve saçları örgülü küçük bir kız çocuğunda cennetin kokusunu duyacağım her defasında...
Yaşlıların yüzlerinde taşıdıkları vazgeçiş ise beni hep yoracak...
Belki de bu yüzden yaşlanmadan ölmeyi isteyeceğim...
Ölümün yaşamdan daha kesin bir gerçek olduğunu bilerek ve ondan korkmadan yaşayacağım...
Günün birinde yaşadığım her şeyi; günahlarımı, korkularımı, aşklarımı, yanılgılarımı, ihtiraslarımı ve yarım kalmışlıklarımı yüz çizgilerimin altına gömerek, ölümü bekleyebilmeye çoktan hazırladım kendimi...
Evet, ben tuhaf bir adam oldum... En az hayat kadar tuhaf...
Bunlar benim kendimle konuşmalarımdı...
İtirafımdır, tutanaklara geçilsin.
Şimdi gidiyorum...
Yeni masallar bulmaya ve yaşamaya...
Ahmet Savaş...
Bunlar benim kendimle konuşmalarım
Kendimle konuşuyorum hala...
Ve bir şairin, o çok sevdiğim dizeleri geliyor aklıma:
“Yolda giderken kendi kendime güldüğümün farkına vardığım zamanlarda, insanların beni deli zannedeceklerini düşünüp yine gülüyorum.”
Kelimesi kelimesine böyle olmayabilir...
Aklımda kaldığı kadarını, içimden geldiği gibi yazdım...
İçimden geldiği gibi yazıyor ve konuşuyorum...
Ama biliyorum ki bu bazılarını üzüyor, yoruyor, kızdırıyor ve hatta nefret ettiriyor...
Olsun.
Bir başka şairin dediği gibi:
“Sen elmayı seviyorsun diye, elmanın da seni sevmesi şart mı?”
Değil...
Ne benim herkesi sevmem gerekiyor, ne de herkesin beni sevmesi...
Yolda yürüyor ve kendi kendime gülümsüyorum.
Yüzyıllardır yaşıyor gibiyim sanki...
Herkese tanıdık ve herkese yabancı...
Herkese yakınım ve herkese yasak...
Benim haykırışlarımda şaşkınlığınız, sinmişliğiniz ve korkaklığınız saklı...
Benim susuşlarımda vazgeçişleriniz, yanılgılarınız ve yangınlarınız saklı...
Yazdıklarım ve anlattıklarım size isyan etmenin çekici lezzetini sunacak...
Bir o kadar da içinize kapanışın hüzünlü vazgeçişini...
Bilirim; insan nefret ettiklerini daha çok önemser...
Dost hep yanınızdadır ve siz üzülmeyesiniz diye gerçekleri çok zaman söylemez yüzünüze...
Ama nefret eden can yakmak ister; bakışıyla, duruşuyla, sözleriyle...
Keşke daha çok nefret etseniz benden ve ben inadına daha çok sevsem sizi...
Bunlar benim kendimle konuşmalarım, alınmayın sakın...
Hiçbir edebî, insanî ve hayatî kaygım yok...
O sebep, şimdi içimden geldiği gibi yazıyorum...
Hayatı gereğinden fazla ciddiye alıyorsunuz ve ruhunuzu ve bedeninizi kaskatı yapıyorsunuz...
Bir buz kalıbı kadar soğuksunuz ama bir kor parçası taklidi yapıyorsunuz...
Ben yine hayatı ciddiye almayın diyeceğim size...
Hayatın içinde ciddiye alınmaya değer olanları önemseyin sadece...
Allah’ı önemsiyorum; annemi, babamı, aşkı, sevgilimi, çocukları, masalları, düşleri, kalemi, kâğıdı, yaşadığım şehri, hâlâ erdemli yaşayabilen insanı, beni sevdiği kadar nefretini de söyleyebilen insanı, kötülüğü, merhameti, teni, şehveti, tütünü, geceyi, yazmayı, anlatmayı, gözyaşını, kahkahayı, hüznü, kitabı, tüm kitapların kalbi olan Kitabı ve kendimi önemsiyorum...
Geriye kalanlar mı? Onlar sadece geriye kalanlar...
Ben, kimsenin sözlerine aldanmadan, sadece kendime aldanarak yoluma devam edeceğim...
Günah işlerken, ateşin yakıcılığını daha yanmadan hissedeceğim...
Mutsuz edeceğim kadınları seveceğim ve onlarla beraber ben de mutsuz olacağım...
Yüzümün çirkin tarafını kapatmak için hep güzel kadınları sevecek ve biraz da onların güzellikleri yüzünden bu kadar çirkin olacağım...
Aşkın en doruğunda onlar dışımdan terk edecekler beni, bense “içimden terk edeceğim” onları...
Çocukların, insan değil başka bir canlı türü olduğuna inanacak ve saçları örgülü küçük bir kız çocuğunda cennetin kokusunu duyacağım her defasında...
Yaşlıların yüzlerinde taşıdıkları vazgeçiş ise beni hep yoracak...
Belki de bu yüzden yaşlanmadan ölmeyi isteyeceğim...
Ölümün yaşamdan daha kesin bir gerçek olduğunu bilerek ve ondan korkmadan yaşayacağım...
Günün birinde yaşadığım her şeyi; günahlarımı, korkularımı, aşklarımı, yanılgılarımı, ihtiraslarımı ve yarım kalmışlıklarımı yüz çizgilerimin altına gömerek, ölümü bekleyebilmeye çoktan hazırladım kendimi...
Evet, ben tuhaf bir adam oldum... En az hayat kadar tuhaf...
Bunlar benim kendimle konuşmalarımdı...
İtirafımdır, tutanaklara geçilsin.
Şimdi gidiyorum...
Yeni masallar bulmaya ve yaşamaya...
Ahmet Savaş...