Ben Hapisteyken!

  • Konuyu Başlatan Konuyu Başlatan Codex
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi

Codex

Özgür Şahin
Site Kurucusu
Katılım
14 May 2006
Puanları
48
Konum
Çanakkale
Web
www.kendinigelistir.com
Ben Hapisteyken!

Bir arkadaşım esasında cezaevine düşen… Askerlik anıları sık anlatılır ya, işte o denli ben merak edip o da anlattıkça, yaşamış kadar oluyor insan. Yine de dinlemekle yaşamak arasında çok ciddi bir fark olduğunu kabul etmek gerek baştan. Hem de çok ciddi bir fark!

Yaklaşık iki sene önce, bir sabah saat 6′da uyurken baskın yapan polisler (açan olmazsa, kapıyı kırmak üzere yanlarında bir de balyozla) eve girip didik didik arıyorlar her yeri. Ancak evin daha önce gözetlendiği belli çünkü direkt çalışma odasına giriliyor. Asıl aranan silah, ancak o yok. Daha sonra bilgisayarlar, cd’ler ve fotograf makinası da dahil tüm dijital kayıt cihazlarına el konuluyor. Her şey o kadar hızlı oluyor ki, eş ve çocuğun şaşkın bakışları arasında o, elleri kelepçeli bir şekilde polis minibüsüne bindiriliyor.

Suçlama; organize suç örgütüne üye olmak. [Şu gündemden düşmeyen ergenekon falan değil konu ancak yargı süreci devam ettiği için fazla da detay veremiyorum.]

Nedir bu, ‘çete kurmak mı’ diye ona sorduğumda ise;

“Evet Tunç, suçlama o. Türkiye’de kanun, hukuk ve adalet çok ince bir çizgide duruyor. Kanun yapıcılar yanlış yapıyor demiyorum, mutlaka deneyimleri ile doğruları bulmaya çalışıyorlar. Ancak sen iki arkadaşınla, yani toplamda üç kişi, biraraya gelip suç işleme adına konuşsan dahi çete kurmuş sayılabiliyorsun, eyleme geçmene gerek yok.”

Ve organize suç örgütüne üye olma suçlaması ağır cezaya girdiği için de tutuklu yargılanıyorsun.

Hassas işler… Daha da ilginç olan, pek çoğumuz için, “sistem” sana dokunana kadar varlığından dahi haberdar olmadığımız konular… Ve sohbetlerimizden anlıyorum ki, onun kime, ne zaman dokunacağı da belli olmuyor.

Evinden alındıktan sonra birlikte işyerine gidiliyor. Oradaki aramadan sonra da sağlık muaynesi için hastane var sırada. Doktor ‘iyi misin’ diyor, sen de ‘iyiyim’ diyorsun. O kadar! Sonra Gayrettepe’deki Asayiş Şubesine gidiliyor. Burada geçen 4 günlük gözaltı sürecinde her gün sabaha karşı saat 3′te hastaneye gidilip sağlık kontrolleri yapılmaya devam ediyor.

Asayiş’te yaklaşık 10 metre karelik tek kişilik hücrede savcının iddianamesini yazması bekleniyor. O günleri anlatmasını istediğimde;

“Tunç; senin terörist değil de, adam gibi adam olduğunu anlayınca polisler de daha ılımlı davranmaya başlıyor. Gözaltı ve hapishanedeki tüm süreç boyunca fiziksel hiçbir müdahale ile karşılaşmadım.”

Hücrede gün ışığı yok, tahta bir bank, sürekli yanan bir ışık ve video kaydı var. Yapacak hiçbir şey yok. Sadece oturup, kendinle başbaşa kalıp bekliyorsun:

“Vakit geçirebilecek hiçbir şeyin olmaması belki de yapılabilecek en ağır psikolojik işkence. Tahta bankta uyumak zaten müthiş zor. Yarı uyku, yarı baygınlıkla geçen bir süre bu. Vücudun inanılmaz yavaş bir ritme düşüyor ve zaman anlamını yitirmeye başlıyor. Yapabildiğim tek şey, güzel günleri düşünmek, onları zihnimde tekrar yaşamak oluyordu. Mesela en son yaptığım 2 günlük araba yolculuğunu gözümün önüne getiriyordum, hem de neredeyse viraj viraj. Bu beni uyanık tutuyordu.”

Gözaltının üçüncü günü avukatlarıyla birlikte savcıya dokuz saatlik ifade veriyor. Ayrıca ses kayıt ve el yazısı örneği alınıyor. Bu bir yerde onun imzası niteliğinde. Dinlenen telefon konuşmaları ve okunan yazışmaların o’na ait olduğunun göstergesi olacak ileride.

Son gün, tutuklanan diğer kişilerle beraber nöbetçi mahkemeye gidiliyor. Daha önceden haber verilmiş televizyon kameraları ve gazeteci ordusu önünde birbirine kelepçeli tutuklular, ikili sıra halinde minibüslere bindiriliyor. Sultanahmet’deki mahkeme önünde, minibüste sekiz saat bekledikten sonra savcıya on dakika ifade veriliyor. Bir sekiz saat daha minibüste bekledikten sonra mahkemeye çıkılıyor, burada da on dakika kadar yapılan savunma sonrası tutuklu yargılanmak üzere hapishaneye gönderilme kararı çıkıyor.

Ne zaman olacağı belirsiz olan ilk mahkemeye kadar artık cezaevinde kalınacak. Aylarca sürebilir bu bekleyiş. Suçlu olduğun kanıtlanmamış ancak sen bir suçlu gibi cezanı çekmeye başladığın bir süreç.

“Aciz kaldığın anlar bunlar” diyor gözleri uzaklara dalarak. Ve devam ediyor:

“Artık her şey senin kontrolünün dışında. Güvenlik güçlerinin ‘gücünü’ anlıyorsun. Meğer sen hiç de öyle güçlü falan değilmişin dediğin anlar bunlar… Cezaevine girmeden önce ‘iyi raporu’ almak üzere hastaneye giderken yolda acaba kaçabilir miyim diye aklına gelse de ‘teslimiyet duygusu’ hakim gelmeye başlıyor. Teslim oluyor ve bırakıyorsun kendini gelişmelere. Bekle biraz ve ne zaman tekrar kontrolü ele alabilirsin, bunu anlamaya çalışıyorsun.”

Her şey o kadar hızlı gelişiyor ki, dört gün önce evinde normal bir güne başlamak üzereyken, şimdi ne kadar kalacağını bile bilmediğin Bayrampaşa Cezaevi’nin kapısından girmek üzeresin. Suçsuz olduğuna dair ufacık bir şüphen yok. Ancak bunun artık önemi de yok!

Bu süreç boyunca aile veya arkadaşlarından hiç kimse ile görüşmemiş. Çünkü onların güzünde o bir eş, bir baba, bir patron, bir dost, bir sırdaş veya bir arkadaş. Ve onların zihninde ‘bu ruh halinin’ bir izi kalsın istememiş.

Bir sonraki yazıda kaleme alacağımız cezaevi deneyimini anlatırken, beni en çok etkileyen lafı da şu oldu;

“Hapiste seni saran en güçlü duygu ‘hiçlik.’ Kendini o kadar ‘hiç’ hissediyorsun ki, normal hayatta bunu tadabilmek mümkün değil.”


Tunç KILINÇ / fikiratolyesi.com
 
Kendimi Hiç, Bu Denli ‘Hiç’ Hissetmemiştim

“Tunç, hapiste seni saran en güçlü duygu ‘hiçlik.’ Kendini o kadar hiç hissediyorsun ki, normal hayatta bunu tadabilmek mümkün değil.”

Bu laf, “Ben Hapisteyken!” yazımızda bahsettiğim, yaklaşık bir ay boyunca Bayrampaşa Cezaevinde kalan, hiçliği dibine kadar yaşayan o arkadaşıma ait. Bu da dizinin ikinci ve son yazısı olsun.

Hapishaneleri dışarıdan gelecek tehditlere karşı asker, içeride ise cezaevi güvenlik görevlileri koruyor. Polis seni cezaevinde askere teslim edip görevini tamamlıyor. [Bu görev teslim esasında polislerin "bak sana hiç dokunmadık, hiç kötü davranmadık" söylemleri dikkati çekiyor.]

“Hayatım boyunca ‘gerçek aranmayı’ hapise ilk girdiğim anda yaşadım” diyor. “Bir odada çırıl çıplak soyunuyorsun. Dokunma, itme kakma yok. Ancak çıplakken öne doğru eğilip öksürmeni istemeleri pek de öyle kolay kolay unutulacak bir an değil.” [Kıçında bir şey gizliyorsan o öksürük acı yaparmış.]

Sonra evrak işleri var. GBT (Genel Bilgi Takibi) sistemine giriş yapılıyor, varsa ilaç kutun dışında; saat, kimlik, para her şeyini teslim ediyorsun. Paran veznede kayıt altına alınıyor. [İçerideyken yapacağın kantin harcamaların burada senin adına tutulan hesaptan yapılıyor.] Resimlerin çekiliyor ve çıkarılan cezaevi kimlik kartı ile artık koğuşa girmeye hazırsın.

Ancak öncesinde 2 gün kalınacak bir karantina dönemi var. Burada amaç, eğer bulaşıcı bir hastalığın varsa bunun, bu süre zarfında kendini göstermesi ve diğer mahkumlara geçmesini önlemek. Sarı kapılı tek ranzalık odalarda 4′er kişi ayak-baş yatıyor. Çok sayıda pire bit yiyen kalorifer böceği ile yakın arkadaş oluyorsun. Kapı altındaki delikten yemek sürülüyor, tuvalet için kapıya vuruyorsun. Ortam gergin, kimse kimse ile konuşmuyor.

Toplumsal olarak hoş görülmeyen cinayet, terör veya tecavüz gibi suçlular ayrı ayrı koğuşlara veriliyor. Burada da amaç yine diğer mahkumları korumak. [Bunun yanında, özellikle tecavüzcülerin içeride oldukça ağır şartlara maruz kaldığı ağızdan ağıza konuşuluyor.]

80 kişilik koğuşta 170 kişi kalıyor. Dolayısıyla hemen herkes yataklarda iki kişi, ayak-baş yatıyor. Odalarda iki ranza var, içeride ise 6-7 kişi. Tek yatmak çok büyük bir ayrıcalık. İçeri ilk girenlere bir müddet oda da yok. Onlar yer açılana kadar avluda gecelemek durumundalar.

Yaptığın en önemli etkinlik avluda volta atmak. Ona da ilk on günde izin verilmiyor. Koğuşlarda yazılı olmayan kurallardan sadece biri bu. Aynı -hayali- çizgi üzerinde bazen tek, bazen birileriyle yürüyorsun avluda. Kimse kimsenin çizgisine tecavüz etmiyor, o yüzden duvara gelince olduğun yerde 180 derece keskin bir dönüş gerekli. Volta atmaya yer yoksa sıranı bekliyorsun. Kimse koşmuyor, sadece ritmik bir yürüyüş bu.

Avluda sandalye yok. Bu da sana volta atmadığın zamanlarda ‘çönmeği’ öğretiyor. Ayağın uyuşuyor, o denli uyuşuyor ki, birisinin yardımıyla ayağa kalkabildiğin anlar var. Voltada veya çönme esasında yaşadığın tek duygu yine “hiçlik.”

Her koğuşun bir başkanı var. Demokratik bir seçimle başa geliyorlar. Her ne kadar kapı arkasından kimler aday olmalı çalışması yürütülse de, kağıtlardan oylar yapılıyor ve bir kutuya atılıyor. Başkan yardımcısı da aynı mantıkla seçiliyor.

Koğuşta “başkan” en önemli kişi. Hemen tüm kararlarda ona gidiliyor. O, aynı zamanda, dışarısı -gardiyanlar- ile olan iletişimden de sorumlu. Kimse kafasına göre gardiyanlarla konuşmuyor.

Koğuşun iç dinamikleri, düzeni ve ekonomisi yine başkan tarafından yürütülüyor. [Nerede olduğunuza bakmaksızın, insanların kümeleştiği her yerde bir lidere ihtiyaç var gerçekten.]

Ortak alanın temizlik malzemesi, kalıp sabun, çay ve kahve gibi ortak ihtiyaçlar için tıkır tıkır işleyen bir ekonomik düzen var. Koğuşa gelen yeni kişiler, ilk gününde 2 karton sigara alıp veriyor başkana. Çünkü içeride nakit olmadığı için kullanılan para birimi ’sigara.’ Kim kimden bir şey isterse karşılığında bir paket sigara veriyor, alacak verecek de böyle tutuluyor.

Haftada bir salı günleri kantinden yapılan alışveriş veznedeki hesabından düşülüyor. Haftada bir aile bireylerinden biri (sadece aile olabiliyor) en fazla 200 TL hesabına para yatırabiliyor. Kantinde buzdolabından televizyona, domatesten çaya hemen her şey var. [Birçok odada bulunan ufak televizyonlar en büyük meşgale kaynağı.]

Haftada 200 TL gönderen bir ailen olsa da, ayda 800 lirayı harcayabilecek bir durum yok ortada. Haftayı bırakın, ayda 200 lira bile gönderilmeyen çok sayıda mahkum var içeride. Ortak giderlere katılamayan bu kişiler için de bir çözüm bulunmuş. Onlar başkanın yönlendirmesiyle “hizmetli” oluyorlar ve kaldıkları odanın temizliği, çay ve kahvesi gibi ihtiyaçları görmeleri karşılığında alınan şeyleri diğerleri ile birlikte tüketebiliyorlar. Alan memnun, satan memnun.

İçeride her şey sadece temel ihtiyaçları giderecek kadar. Son derece lezzetsiz de olsa, günde üç öğün yemek var fakat tabak çanak yok. Altı kesilen 5 litrelik plastik şişeler tabak oluyor. 170 kişi için iki adet pisuar ve bir alaturka tuvalet, her sabah oluşan çiş kuyruğunu açıklıyor. Büyük tuvalet için pek sıra olmaması ise genelde hemen herkesin kabız olmasından kaynaklanıyor.

En tolere edilmeyen yasak cep telefonu. Koğuşlara yapılan habersiz baskın aramalarda cep telefonu bulunması, o cezaevi müdürünün sürülmesine kadar götürebiliyor işleri.

Hapise düzenli olarak her ay girenler de var! Bunlar genelde boşanma sonrası nafaka ödeyemenler. Bunun cezası 10 gün hapis ve paraya da çevrilemiyormuş. Bu duruma o denli alışılmış ki, herkes her ay onlara ‘hoşgeldin ağbi’ yapıyorlar!

İçerideki 170 kişiden sadece bir kişi “evet ağbi yaptım bir hata” derken, kalan herkes suçsuz olduğunu ve orada olmaması gerektiğine inanıyor.

Ancak kimin neye inandığının pek de bir önemi yok. O kararı mahkemeler veriyor.

Bu yazıya konu olan arkadaşım da, aynı suçlamadan dolayı yargılanan diğer kişilerin farklı bir mahkemenin verdiği tutuksuz yargılanma kararının örnek teşkil etmesiyle hapisten çıktı. Yani tutukluluk hali ortadan kalktı ancak yargı sürecinde dava halen devam ediyor.

Yaşanan bu bir aylık sürecin onun hayata, olaylara ve ilişkilere olan bakış açısına derinden katkı sağladığı ortada:

“Tunç, bu hayat hep kendi eksenimiz etrafında dönüyor sanıyoruz. Ve hep ‘bana bir şey olmaz’ diyoruz. Oysa oluyor. Hem de öyle bir oluyor ki, neye uğradığını anlamıyorsun. Ben her ne kadar suçsuz olduğumun kanıtlanacağına inansam da, içeride yaşadıklarımın bana çok şey kattığını düşünüyorum. Özellikle hissettiğim o hiç’lik duygusunun…”

Sağlık ve özgürlüğün ‘değerini’, kendimizi o ‘çok şey’ sandığımız anlarda hatırlayabilmek umuduyla…

Tunç KILINÇ / fikiratolyesi.com
 
Uzun zamandır okuduğum en "esaret" kokan yazılardan biri.
Düşünün...
Size göre hiçbir şey yok ; ve sizin hakkınızda başka bir mercii karar verecek.
O süreç içinde de "sadece sistemin böyle olmasından dolayı" esaretin acısını tadıyorsunuz.

Yazıda da belirtilmiş. O an ne patronluk geliyor içinizden, ne arkadaşlar geliyor aklınıza, ne aile ne de başka bir şey.

Aslında sahip olduğumuz en önemli şeylerden biri ÖZGÜRLÜK.
VE elimizden alınıncaya kadar aslında pek de farkına varamadığımız değerimiz.

Tunç KILINÇ'ın da dediği üzere...

Sağlıklı ve özgürce nice yıllara...
 
Öyle öyle abi. Özgürlük herşeydir.  Özgür olamadıktan sonra ne olursan ol. Yada neyin olursa olsun bir anlamı kalmıyor.
Yazıdada geçiyor zaten.
O Sağlıklı ve özgür nice yıllara temennisine bende katılayım. 
Teşekkürler..
 
Bu yazıyı okuyunca Adnan Menderes'in hapisteki anılarının
anlatıldığı belgesel geldi aklıma...Onu izlerken de tüylerim diken
diken olmuştu.aynı şeyi hissettim yine.Demek ki insanların
hayatlarındaki dönüm noktaları inişler de olabiliyormuş  :(
Aslına bakılırsa hepimiz özgürlüğümüz için savaşıyoruz hergün.
Neden çalışıyoruz.Paramız olsun bağımlı olmayalım.
Neden sevmediğimiz bir işi bırakıyoruz yada bırakmak istemiyoruz
işin kölesi olduğumuz için.
Neden sevmediğimiz patronumuzu öldürmek istiyoruz  :) köle gibi
davrandığı için.
Neden aile içi çatışma yaşıyoruz anne/baba ile kendi kararlarımızı
almak istediğimiz için...ÖZGÜRLÜK İÇİN...
Durmadan savaştığımı şey özgürlük adına  ;)
 
Geri
Üst