Codex
Özgür Şahin
Site Kurucusu
Eski bir arkadaşım... Okul yıllarını anımsatan bir notun sonuna eklemiş: “Başarılarının devamını dilerim.” Başarılarımın... Genel anlamıyla “başarı” olarak isimlendirilen kazanımlarımın yani...
Gece uykuya geçmeden yüzümü temizlerken aynadaki ben’e sordum: “Başarımızı neye borçluyuz?” Aynadaki ben yanıt verdi, “takibi zor bir insansın, yoruluyorum artık.” (Umarım erken bir yazıdır bu, umarım fikrim değişir bir vakit sonra...)
***
Hayatta kaç üzerinde kaç alırsak başarılı sayılıyoruz? Ne yaparsak başarıyoruz, ne yapmazsak yok sayılıyoruz?
Bu sabah telefonda üst düzey yönetici bir arkadaşım, “son iki ayım inan uykusuz geçti, çekler karşılıksız, nakit para sıkıntısı had safhada, çalışanlara ayrı, patronlara ayrı dert anlatmaktan yorgunum. Şu dönemi iş yapmadan geçiren, hareketsiz insan inan bana başarılı sayılır” dedi. Bakın hareketsizik bile bir başarı sayılabiliyor demek ki...
“Sen nasılsın” diye sordu sonra. “Kişisel hanemde kötü bir şey yok çok şükür, demek ki iyiyim. Bu iyiliği bozmamak için de kıpırdamıyorum desem yeridir.” Diye yanıtladım ben de.
“Berabereyiz” dedi.
Ne garip...
***
Başarılarımı düşünüyorum. İlk büyük ödülümü alışım, itirazımla kazandığım ilk yasal mücadelem, değiştirdiğim işlerde tutunuşlarım, emeğimim somut karşılığı maaş bordromu, patronumun beni tebrik etmek için aradığı o ilk akşamı, çelme takana çalım atabilmeyi öğrenmemi, rakip kurumun patronunun bir övgüyü cömertlikle sunduğu o karşılaşmayı, künyesinde adımın durduğu yayının ilk sayısı, aşklarımın ilk günlerini, kitaplarımı, doğurduğum ve doğurmadığım çocuklarımı...
Herkesin, hepimizin başına gelebilecek şeyler yani... Hiç de sıradan olmayan, ama giderek sıradanlaşan şeyler, şimdi okuduğumda “eee yani” dedirten...
Küçük, minik ve bir yudum bal için bir çuval keçi boynuzu çiğneten geçici sevinçler ve de... (Umarım erken bir yazıdır bu, umarım fikrim değişir bir vakit sonra...)
***
İlk kitabım on günde on bin satmış, beni, yayıncımı, yazı dünyasının diğer insanlarını çok şaşırtmıştı. Yakın çevremi ise çok sevindirmiş, müthiş kutlamalarla karşılanmış, geleceğe dair kıvançlandıran övgülerle taçlandırılmıştı. Üçüncü kitabım bir cumartesi günü yüz bin adetle çıkmıştı. Aynı günün akşamı yayınevinin yöneticisi aramış “yarın ikinci yüz binin baskısına giriyoruz” demişti. Telefonu kapattığımda içimdeki büyük korkuyu ve sıkıntıyı anlatacak kelime bulamıyordum, ben şimdi ne yapacaktım? Başarı denilen şey hep bir sonrakini düşünmek hastalığı mıydı? Ne kadar kalabilecektim o listenin tepesinde? Onu kaybetmemek için ne yapmalıydım.
Çocuğum doğmadan önce kişisel özgürlüklerin aile baskısıyla, korumacı annelik anlayışıyla yok edildiğini savunurdum. Ama gel gör ki ebeveyn olmak kaybetme korkusuyla yaşamak demekti. Ya ona bir şey olursa, ya onsuz kalırsam?
Aşkın sevişme ve tutku dolu ilk günlerinde hemen yanıbaşınızda uyumakta olan o bedene bakıp “ya giderse, ya beni bırakırsa, ya onu kaybedersem” korkusu şahane bir ilişki kurabilmiş olmanın başarısını gölgelemez mi hep, bir düşünün... Ve o lanet olası kaybetme korkusu değil midir çorap söküğü gibi gelen hataların ana sebebi...
Başarmak ve kaybetmek...
Tecrübeler çekingen, ürkek ve temkinli kılıyormuş insanı ve kaybetmemek için hareket etmiyormuş tecrübeli insan... “Bu seferlik beni yok sayın” da bir basamakmış... Bunu da yeni anladım. (Umarım erken bir yazıdır bu, umarım fikrim değişir bir vakit sonra...)
İclal AYDIN / Vatan Gazetesi 16.04.2009