ANILARLA ATATÜRK

  • Konbuyu başlatan Gamzelim
  • Başlangıç tarihi

Konu hakkında bilgilendirme

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Mustafa Kemal Atatürk kategorisinde Gamzelim tarafından oluşturulan ANILARLA ATATÜRK başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 13,455 kez görüntülenmiş, 42 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Mustafa Kemal Atatürk
Konu Başlığı ANILARLA ATATÜRK
Konbuyu başlatan Gamzelim
Başlangıç tarihi
Cevaplar
Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan dideM
Z

Zynep

Kullanıcı
17 May 2006
En iyi cevaplar
0
0
İstanbul
ATATÜRK´ÜN GELECEĞıNİ GÖRDÜĞÜ OLAYLAR :
Atatürk 1931 yılında,2.Dünya savaşı´nın patlamasının yakın olduğunu söylemiş ve bu konudaki düşüncelerini General McArthur´a şöyle anlatmıştı.
"Versay antlaşması,1.dünya savaşı´na yol açan nedenlerden hiçbirini ortadan kaldırmadı.Tersine rakipler arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirdi.Şimdi içinde yaşadığımız barış dönemi,sadece bir ateşkesten ibarettir.Avrupa´nın geleceği Almanya´nın alacağı tavra bağlıdır."
General McArthur´a göre,savaşın 1940-1945 yılları arasında çıkacağını söyleyen Atatürk,Almanya´nın ancak Amerika´nın savaşa katılması ile yenileceğini ifade etmiştir.
Atatürk hayatının sonlarına doğruda şöyle diyordu ;
"Bir dünya savaşı yakındır.Bu savaş sonucunda, dünyanın durumu ve dengesi baştanbaşa değişecektir."
ATATÜRK, Mussolini hakkında da şu görüşlerini açıklamıştı ;
Mussolini bir maceraperesttir.Milletini bir uçuruma sürüklemektedir.Her tarafa saldırıyor.Bu adam yüzünden,çok şımarmış olan bu millete dersini vermeyi çok isterdim.,lakin yakında bir küçük millet onlara layık olduğu dersi verecektir.Ve şunuda hatırlatırım ki,bir gün gelecek,Mussolini´yi kendi milleti linç edecektir."
Bu görüşleri aynen gerçekleşmiştir.
 
F

Feveran Estomp

Kullanıcı
6 Ocak 2008
En iyi cevaplar
0
0
Mersin
Ata'mızla ilgili bu güzel anılar için teşekkürler..  :)
 
B

bıldırcın

Baştan sona okudum eklemeleri yapan herkese teşekkür ediyorum :)
 
K

Kristal

ATATÜRK, FLORYA’DAN ÇEKMECE’YE DOĞRU BİR YAYA YÜRÜŞÜNDE, AĞAÇ ALTINDA DİNLENEN BİR İHTİYAR ADAMA RASTLAR.ADAM HÜRMETLE AYAĞA KALKARAK, ATA’YI SELAMLAR.


ATATÜRK SORAR :

- BENİ TANIYOR MUSUN ?

- TANIMAZ OLURMUYUM, EVİMDE RESMİN BİLE VAR !

ATATÜRK MEMNUN OLMUŞTUR. KONUŞMAYA BAŞLARLAR. İHTİYAR;

- BİR İŞİNE AKLIM ERMEDİ. CUMHURİYETÇİLİĞİ, İNKILAPÇILIĞI, MİLLİYETÇİLİĞİ, HALKÇILIĞI HATTA DEVLETÇİLİĞİ ANLIYORUM AMA ŞU “LAİKLİĞİ” PEK KAVRAYAMADIM. NEDEN HER ŞEYİ BİRDEN BOZDUN?

ATATÜRK ;

- BUNU SANA BİR HİKAYE İLE ANLATAYIM DER. MISIR’I FETHEDEN KOMUTAN, HALİFE ÖMER’E BİR MEKTUP YAZMIŞ : “BURADA BİR ÇOK KÜTÜPHANELER, İÇLERİNDE DE BİR ÇOK KİTAPLAR VAR. BUNLARI YAKAYIM MI, YOKSA BIRAKAYIM MI ? ...” ÖMER CEVAP VERMİŞ : “KİTAPLARI İNCELE, EĞER FAYDASIZ ŞEYLERSE YAK ! YOK EĞER FAYDALI ŞEYLERSE, YİNE YAK ! ÇÜNKÜ HALK, O KİTAPLARI OKUDUKÇA, ONLARA UYMAKTAN VAZGEÇMEYECEKLER, ESKİYİ UNUTMAYACAKLAR VE BİZE – YANİ YENİYE VE YENİLİĞE – DAİMA DÜŞMAN OLACAKLARDIR ! ...”

HİKAYEYİ ANLATAN ATA, İHTİYARA SORDU :

- ŞİMDİ SANA LAİKLİĞİN NE OLDUĞUNU AÇIKLAYAYIM MI ?

İHTİYAR DERİN BİR SEZGİ VE SAĞDUYU İLE CEVAP VERDİ :

- İSTEMEZ PAŞAM DEDİ, HEPSİNİ ANLADIM.

 
Z

Zynep

Kullanıcı
17 May 2006
En iyi cevaplar
0
0
İstanbul
ATATÜRK´ÜN RÜYASI :
Atatürk´ün bir rüyasını da Dr.Reşit Galip Bey´den öğrenmekteyiz,
"Mustafa Kemal ,Ankara´ya geldikten bir süre sonra ilginç bir rüya görmüştü.Ertesi gün bana şöyle anlattı. ;
"Reşit Bey,rüyamda bana ´Paşam ,ınönü´den ne haber?´diye sordunuz.Bende ´vaziyet kritiktir´ cevabı verdim.´Kritik nedir? Anlamadım ki!´dediniz.Bende ´Bunun cevabını 15 dakikaya kadar veririm´ diyerek odama çekildim."
Mustafa Kemal bana bu rüyasını anlattığında düşman henüz ızmir´e çıkmamıştı,ınönü mevkii de henüz bir önem taşımıyordu.Aradan yıllar geçti 2.ınönü savaşı´nın kritik günlerinden biriydi.Mustafa Kemal´in arabası Millet Meclisinin önünde durdu.Hemen yanına koşarak,telaş ve endişe içinde, "Paşam ,ınönü´den ne haber?" diye sordum.
Aynen şu cevabı verdi ;
"vaziyet kritiktir"
O zaman ben ;
"Kritik nedir? Anlamadım ki!" dedim.
O da ;
"Sana bunun cevabını 15 dakikaya kadar veririm" dedikten sonra gülümsedi ve ;
"Hani Ankara´ya geldikten sonra bir rüya görmüşdüm,hatırladın mı?"
Hafızamı yoklayarak, rüyasını anlattım.Gülerek ;
"işte, rüya ayniyle vakidir.Ben ısmet´i tanırım,göreceksin 15 dakikaya kadar kendisinden muzafferiyet haberi alacağız."
Gerçekten de 5 dakika geçmeden bir telgraf gelmiş ve 2.ınönü savaşı´nın da zaferle sonuçlandığını öğrenmişlerdi...
 
Z

Zynep

Kullanıcı
17 May 2006
En iyi cevaplar
0
0
İstanbul
Kurtdereli...

Atatürk, ünlü güreşçi Kurtdereli'ye ödül olarak 1000 liralık bir İş Bankası çeki veriyor. Altını Kemal Atatürk diye imzalıyor, zaten çeklerde resmi de var. Pehlivan çeki İş Bankası' na götürüyor; kendisine 1000 lirayı ödüyorlar. Muazzam bir para.

Ama Kurtdereli hala bekliyor. "Ne bekliyorsun pehlivan?" diye sorduklarında çeki beklediğini söylüyor.
"Parayı aldın, çek bizde kalacak" diyorlar.
"O zaman alin 1000 liranızı, verin çekimi" diyor. "Onda Atatürk'ümün imzası var." Ve parayı iade edip Atatürk imzalı çeki sevgiyle cebine yerleştirerek gidiyor.
 
Z

Zynep

Kullanıcı
17 May 2006
En iyi cevaplar
0
0
İstanbul
Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalik bir halk kitlesi iskelede etrafini çevirmis bulunmakta idi. Bir kadinin, elinde bir kagitla Atatürk’e yaklastigi görüldü. Ihtiyar, zayif bir kadindi. Ata’nin yolunu keserek titrek bir sesle:
- Beni tanidin mi ogul?" dedi. "Ben sizin Selanik’te komsunuzdum. Bir oglum var; Devlet Demiryollarina girmek istiyor. Siz onu alsinlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oglumu yine ise almamis..ne olur bir kere de siz söyleseniz."
Atatürk’ün çelik bakisli gözleri samimiyetle parladi... Elleriyle genis jestler yaparak ve yüksek sesle :
- Oglunu almadilar mi? dedi. "Ben tavsiye ettigim halde mi almadılar? ? Ne kadar iyi olmus... Çok iyi yapmislar... Iste Cumhuriyet böyle anlasilacak...
Kadin kalabaligin içinde kaybolmustu. Ve Atatürk adeta vecd (çosku) dolu bir sesle:
- İşte Cumhuriyetten bekledigimiz netice... Diyordu.

 
F

Feveran Estomp

Kullanıcı
6 Ocak 2008
En iyi cevaplar
0
0
Mersin
Bu güzel anılar için teşekkürler ablacım..  :)
 
K

Kristal

ATATURK BIZDEN BIRIDIR !!!


Yil, 1933; mevsim, kis. Yer, Ankara tren istasyonu. Aksam üstü.
Gazi, yurt gezisine çikacak, gar dolup tasiyor onu ugurlamaya
gelenlerle.
Gazi tirene binecegi sirada bir köylü kalabaligi yararak kosa kosa onun
yanina ulasmayi basariyor, ayaklarina kapaniyor.
Yaverleri, ilgililer köylüyü tutup götürmek istiyorlar.

"-Birakin!..." Kendisi egilip kaldiriyor köylüyü.
"-Nasilsin yurttasim?"
"-Iyiyim Pasam, iyiyim."
"-Senin iyiligine memnun oldum. Benden ne istiyorsun?"
"-Hayir Pasam, bir sey istemiyorum."
"-Niçin geldin öyleyse?"
"-Seni gördüm, kendimi tutamadim, ayaklarina kapanmak istedim."
"-Yok, sen benden bir sey istiyorsun, söyle bana yapacagim."
"-Sagligindan baska bir istegim yok Pasam."
"-Ben biliyorum senin istedigini, sen benimle kucaklasmak istiyorsun."

Köylü yoksul, üstü basi dökülüyor, üstelik giysileri kirli.
Gazi, sariliyor köylüye, kucakliyor onu, bagrina basiyor, yanaklarindan
öpüyor.
O sirada orada kalabalik arasinda bulunan Feridun Cemal Erkin
diyecektir ki:
-"Etrafima baktim, herkes mendili çikarmis agliyordu." (...)



O, Cumhuriyet'in 3. yildönümünde tribünlerden inip, çevresindeki asker
çemberini kaldirtip, yaverini de uzaklastirip halkla birlikte,
ellerini iki vatandasinin omuzlarina dayamis yürürken duydugu mutlulugu
tatmak isteyecekti hep.

Halk nasil da kendiliginden onu incitmemek için arada bir bosluk
birakmisti o gün.Epeyi yürümüslerdi öylece.

"-Artik otomobile binseniz..." demisti birileri.
Onlara dönüp demisti ki:
"-Sen belki ömründe sevmissindir. Fakat hiç sevildin mi? Bundaki zevk
hiçbir seyde yok. Hele âsigin Türk milleti olursa!..."
Ve eklemisti:
"-Beni bu zevkten biraz daha ayirmayin..."
(...)

Aradan yil geçecek... Cumhuriyet'in 12. yildönümü için dövizler
hazirlanmis:
"Atatürk bizim en büyügümüzdür",
"Atatürk bu milletin en yüksegidir",
"Türk milleti asirlardan beri bagrindan bir Mustafa Kemal çikardi"
,,,,,,,,böyle sürüp gidiyor.

Atatürk, bunlari tek tek gözden geçirmekte ama, hiçbirini begenmeyerek
hepsinin üstünü çizmekte...

Kalemi eline alarak asilacak dövizi kendi yazacak:

"Atatürk bizden biridir."
 
D

deniz514

Kullanıcı
19 Şub 2008
En iyi cevaplar
0
0
ATATÜRK ve ÇEK
> >
> >
> >
> >Atatürk bir gün yakın çalışma arkadaşlarıyla Beyoğlu'nda yeni açılan
> >Turkuvaz isimli bir lokantaya gitti.
> >
> >Lokantanın sahibesi, Atatürk'ü karşısında görünce hemen özel bir masa
> >hazırlamaya girişti. Ama Atatürk onu engelledi, bulduğu boş bir masaya
> >ilişti. Modern görünümlü insanlar keyif içinde yemek yiyor, mekânın şıklığı
> >dikkat çekiyordu.
> >
> >Burada gördükleri çok etkilemişti Atatürk'ü... Böyle bir lokantanın
> >yaşaması
> >gerektiğini düşünerek kadına, "Sizin için ne yapabilirim?" diye sordu.
> >
> >Kadın da böyle bir lokali geliştirmek için çok para gerektiğini ama hiç
> >parası kalmadığını anlattı.
> >
> >Bunun üzerine, yaverinden çek karnesini istedi Mustafa Kemal ve o günler
> >için hatırı sayılır miktarda bir para yazdı. Çeki kadına uzatacaktı ki tam
> >bu sırada uzanan bir el, onun elini tuttu.
> >
> >Bu elin sahibi, genç bir doktor olan Reşid Galip'ti. Reşid Galib Atatürk'ün
> >kulağına eğildi fısıldadı:
> >
> >- Bu parayı vermemelisiniz efendim!
> >
> >Şaşkınlıkla "Neden?" diye sordu Atatürk...
> >
> >- Çünkü bu para amaca uygun harcanmış olmaz!
> >
> >
> >
> >"Allah, Allah..." diye söylendi Türkiye Cumhuriyeti' nin kurucusu ve
> >çıkıştı:
> >
> >
> >
> >
> >- Benim param değil mi, nereye istersem oraya harcarım!
> >
> >Genç doktor kibarca direndi:
> >
> >- Hayır efendim, sizin paranız değil. Milletin parası... Size, sadece
> >emanet
> >o para!
> >
> >Atatürk genç doktorun gözlerinin içine bakarak önce çeki yırttı, sonra da
> >oturduğu yerden kalkarak mekândan ayrıldı, Ankara'ya döndü.
> >
> >Birkaç gün sonra İstanbul’da kalan Reşid Galib'e bir telefon geldi.
> >Karşıdaki ses, "Maarif Vekilliği'ne atandığını" (Milli Eğitim Bakanı)
> >müjdeliyordu.
> >
> >***
> >Bu anıyı Bütün Dünya Dergisi'nin son sayısında okudum. İlk olarak 1947'nin
> >Kasım ayında Millet Dergisi'nde yayınlanmış.
> >
> >Daha önce hiç duymadığım bu öykü, Atatürk'ün ne kadar önemli bir devlet
> >adamı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Genç doktorun kendisine verdiği
> >dersi unutamamış, kızmak bir yana; onu Türk gençliğinin eğitiminden sorumlu
> >bir makama atamış.
> >
> >***
> >Büyük önderi, hayata veda edişinin 69'uncu yıldönümünde saygıyla ve
> >sevgiyle
> >anıyoruz...
> >
> >Ama o gün onun elini tutan genç doktoru da aynı sevgi ve saygıyla anmak
> >istiyorum...
> >
> >Keşke bugün de "devlet Adamları”nın yanında birer Reşid Galib olsa... Ve
> >onlar da trilyonlarca parayı; gözlerini kırpmadan restorasyona, arabalara,
> >şatafata harcayabilen bu insanların ellerini tutup, engel olabilse...
> >
> >Oysa ne bugünkü devlet adamları Atatürk kadar olgun, ne de bugünün
> >aydınları
> >Reşid Galib kadar cesur...
>                         
                                                                        ALINTIDIR
 
T

tarkansa

Kullanıcı
19 Mar 2008
En iyi cevaplar
0
0
istanbul
harikaydı bu alıntınız,bu paylaşım için teşekkür ediyorum ...
 
D

diloş

Kullanıcı
8 Ağu 2007
En iyi cevaplar
0
0
istanbul
elf_can' Alıntı:
ah ah atatürk üm  mustafa kemal im keşke senin zamanında yaşamış seni o zamanlar bir kere de görüp ellerine sarılıp ellerini öpmüş olsaydım
aynen ne çok isterdim :-[
 
K

Kristal

Pera Palas ışıl ışıl.

Pera Palas İstanbul'un en ünlü ve lüks oteli.

İkinci lüsk otel Tokatlıyan.

İstanbul'a gelen Avrupalı zenginler, Pera veya Tokatlıyan'ı tercih ederler.

Bugün İstanbul'u işgal eden sömürgeci subaylar için Pera Palas'ta odalar ayrılmış. Seksen sömürgeci subay ve generalin eşyaları yerleştirilmiş; fakat kendileri otele gece yarısından sonra girmişler.

Onları otelde Levanten kadınlar, cilveli Rum kızlar, Ermeni dilberler karşılamış.

Viski ve şampanya su gibi akıyor.

Ortalarda dolaşan güzeller, sömürgeci subaylara baygın bakışlar gönderiyorlar.

Bugün, sömürgeciler dört yıldır savaştıkları Osmanlının başkentini işgal etmişler. Orduları, İstanbul sokaklarında zafer yürüyüşleri yapmış.

Bugün, İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerikan ve Yunan askerlerinin ayak sesleri, Sultanahmet'in, Süleymaniye'nin, hatta İstanbul'un yedi tepesinden yükselen ezan seslerini bastırmış.

Bugün Türk'e karşı kazandıkları tarihi zaferin tadını çıkarıyorlar.

.....



İngiliz Orduları Kumandanı General Harrington da yanında beş general ile Pera Palas'a girer.

Pardösülerini emre hazır bekleyen yaverlerine fırlattıktan sonra bara geçerler.

Yeni gelenlerin patırtıları bile, Pera'nın diğer salonlarından gelen şuh kahkahaları bastıramaz.

General Harrington'un masası, beş dakika içinde viski, şampanya ve her türlü mezelerle donatılır.

Ve bütün şampanya kadehleri havada tokuşur; "Konstantinepolis'in şerefine!"

Konstantinepolis; İstanbul!

Türk'ün göz bebeği İstanbul.

Sömürgeciye göre Bizans, İstanbul'da yok edilmiştir.

Türk de kendi göz bebeğinde yok edilecektir.

Bunu saklamaya hiç gerek duymuyorlardı ve işe İstanbul'dan başlamışlardı.

General Harrington'un masasında kadehler arka arkaya; "Konstantinepolis'e" diye tokuştu.

Pera'nın bütün salonlarında kadehler tokuşuyor. Kadehlerin "çın çınları" şuh kahkahaların kaba gülüşmelerin arasında eriyor.

General Harrington kadehini bir daha kaldırmıştır. Masadaki generallerin kadehleri de tokuşmak üzere havalanırlar; fakat bütün gürültüler birdenbire bıçak gibi kesilir.

Gözleri sessizliğin kaynağına dönmüş olan General Harrington ve arkadaşlarının elleri havada kalmıştır.

Sadece onların değil, bardaki bütün gözler kapıya yönelmiştir.

Bedenini saran paşa üniforması, omuzlarındaki apoletleri, göğsündeki madalyaları ve her adımda gıcırdayan parlak çizmeleriyle bara bir Türk subayı girmiştir.

Bütün gözler, bütün bakışlar donmuştur. Ortalıktaki sessizliği birkaç kadının iç çekişleri yırtar.

Bir Fransız kadının kendisini tutamaz. Sarışın Türk subayı yanından geçerken; "Ne güzel adam." diyerek yanındakine gösterir.

Türk subayının göğsüne bastırdığı astragan kalpağı sol elinde. Koyu sarı saçları arkaya taranmış. Mavi gözler üzerindeki kalın kaşlar çatılmış, bakışlar buz gibi.

Otel Müdürü Mösyö Martin, Türk subayının önünden saygıyla yürürken iki garson arkasından seğirtir.

Sarı saçlı subay, bütün gözlerin üzerinde olduğunun farkında; fakat o hoş bir vurdumduymazlık içinde.

Sarışın subayın masasına yerleşmesini bekleyen Mösyö Martin saygıyla geri çekilir.

İki garson, sarışın subayın siparişlerini alarak uzaklaşırlar.

Diğer salondaki uğultu tekrar başlayınca bardakiler de kendilerine gelirler. Buna rağmen bütün masalardan kaçamak bakışlar sarışın paşaya gidip gelir ve sonra fısıldaşmalar.

General Harrington'un masasındaki kahkahaların yerini merak almıştır.

Kimdir bu adam?

Bütün Pera'daki uğultuları kestiren, güzel kadınlara iç çektiren bu Türk subayı kimdir?

Kaldı ki böyle bir günde, Osmanlı yerle bir edilmişken, kendileri zafere kadeh kaldırırken, meydan okurcasına Pera'ya giren bu Türk subayının burada ne işi vardır ve bu ne cesarettir?

Özellikle kendilerini bile sıradan bir sırıtmayla geçiştiren otel müdürünün bu Türk subayına iltifatı nereden gelmektedir?

General Harrington merakına mağlup olur ve bir tepsi içerisinde Türk paşasının siparişlerini götüren garsona işaret eder.

Generaller, garsonun elindeki tepsideki küçük rakı şişesiyle küçük bir tabaktaki beyaz leblebiye baka kalırlar.

General Harrington, eğilen garsonun kulağına Türk subayını göstererek kim olduğunu sorar.

Garsonun cevabı hepsini dondurur.

Biraz önce muhteşem girişiyle salonları susturan Türk subayı; İngilizlerle, Fransızlara Anafartalar'ı dar eden, Conkbayırı'nı cehenneme çeviren, Çanakkale'de kendilerine dayak atan Binbaşı Mustafa Kemal'dir.

Çanakkale'de ki Binbaşı Mustafa Kemal, şu an karşı masada oturan Mustafa Kemal Paşadır.

İngiliz generallerin masasında artık kahkaha yoktur.

İstisnasız hepsi namını bildikleri Binbaşı Mustafa Kemal'in hayranıdırlar.

Kendisini çabuk toparlayan General Harrington garsonu tekrar çağırır:

- Hemen gidiniz, General Mustafa Kemal'i masamıza davet ediniz.

General Harrington'un davetinden masadakilerin hepsi memnun olmuştur.

Emri alan garson, Mustafa Kemal'in masasına doğru giderken generalle birlikte tüm bardakilerin gözü onun üzerinde toplanır.

Kemal içkisinin ilk yudumundan önce bir Bafra maden sigarası tellendirmiş, ağzına birkaç beyaz leblebi atmıştır.

Çağırmadığı halde kendisine doğru gelen garsonu görünce meraklanır:

- Bir şey mi var çocuk?

Garson saygıyla eğilir:

- Zat-ı alinize bir daveti iletmekle vazifelendirildim paşa hazretleri.

Kemal; "Hımm." diye gülümsedikten sonra sorar:

- Nasıl bir davetmiş bu?

Garson, barın köşesindeki masayı gösterir:

- General Harrington ve arkadaşları sizi masalarına davet ediyorlar efendim.

Kemal başını çevirir ve garsonun gösterdiği yöne bakar. General Harrington ve arkadaşları gözlerini dört açmış gülümseyerek kendisine bakmaktadırlar.

İngiliz ve Fransız generaller, onunla göz göze gelince tipik bir sırıtmayla baş eğerek selam verirler.

Kemal de bir baş eğmesiyle selamı iade ettikten sonra garsona döner:

- Harrington cenaplarına saygılarımı iletiniz; lakin onların benim masama gelmeleri gereklidir. Lütfen kendilerini masama davet ettiğimi söyleyiniz. Burada ev sahibi olan biziz, kendileri misafirimizdirler.

Bu cevaba garson şaşırır; fakat asıl şaşkınlığı Kemal'in cevabını duyan General Harrington ve arkadaşları gösterir.

Şaşkınlık da değil, resmen bozulurlar.

Bozulmalarının asıl sebebi reddedilmek değil, misafir addedilmektir.

Misafir!

Yani geçici.

Yani gidici!

Üstelik davet edilerek gelen.

Kaldı ki onlar davet de edilmediler, yüzsüzce geldiler.

İngiliz ve Fransız generaller, Kemal ile tanışmak için can attıkları halde yapılan hakareti hazmedemezler.

Kadehlerini bir dikişte yuvarlarlar.

Ne kadeh tokuşturmak ve ne de; "Konstantinepolis'in şerefine!"

Sadece içlerindeki kin daha da büyür.


Nurten ARSLAN'ın "Küçük Anılarda Büyük sırlar" kitabından bir alıntı.

 
G

Gozde

Kullanıcı
9 Ocak 2008
En iyi cevaplar
0
0
Lüleburgaz
çok etkileyici
mşisafir olarak kaldılar ve gittiler
teşekkürler kristal  ::)
 
K

Kristal

Osmanlı Devleti'nin sonu gelmek üzere olan o karanlık günlerde Mustafa Kemal Halep'te bulunuyor ve İstanbul'a gidecek. Ama tiren bileti alacak kadar bile parası yok. Tek varlığı zamanla edindiği ve yetiştirdiği atlar, kısraklar. Tek çare, bunları satmak. Gerçi, o denli sevdiği bu hayvanlardan ayrılmak da güç geliyor ona. Ama satacak, para edecek başka hiçbir şeye sahip değil.

"-Salih, bu atlardan birkaçını satıp da İstanbul'a gidebilirim."

Salih (Bozok) atları satma görevini üstleniyor, fakat tek bir alıcı çıkmayacak. Subayların hiçbirinin durumu Mustafa Kemal'den başkaca değil. Halep'in hali vakti yerinde olanlarının çoğu at meraklısı ama atları alsalar, seferberlik var, ülke savaşta, ordu tüm hayvanlara el koyuyor. Tam bir çıkmaz, çaresizlik...

İşte tam da bu günlerde Dördüncü Ordu Komutanı Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Mustafa Kemal'le Halep'te buluşacak. Cemal Paşa'nın Mustafa Kemal'e eskiden beri sevgisi ve bağlılığı var. Birçok konuda da görüş birliği içindeler. Bir ara söz dönüp dolaşıp Mustafa Kemal'in para sıkıntısı içinde olduğuna ve atlarına da geliyor:

"-Cemal Paşa, benim bazı cins at ve kısraklarım var. Bunları satmak ihtiyacındayım; isteklisi çıkmadı. Siz buranın eski komutanısınız, bana bir yol gösterir misiniz?"
"-At ve kısraklarınızı önce baytarlarıma muayene ettireyim."
"-Diyarbakır'da iken, Alman ve Avusturyalılar, bu atlarla kısrakların önemli bir servet olduğunu söylediler, kıymetlerinden şüphe etmiyorum, ama öyle yapınız..."
Ve Cemal Paşa, tüm at ve kısrakları iki bin altına alıyor!...
Mustafa Kemal'in İstanbul'a gelebilmesi, savaşımına başlayabilmesi çok sevdiği, yıllardır edindiği, yetiştirdiği at ve kısraklarının sayesinde...
Dahası, Cemal Paşa, bu hayvanları sonradan beş bin altına satacak ve atların ve kısrakların değeri iki bin değil, beş bin altmmış diyerek aradaki üç bin altını Mustafa Kemal'e gönderecektir. Ve Gazi Mustafa Kemal Paşa da, yıllar sonra diyecektir ki:

"-Bu para, yeni girişimlerimde bana destek olmuştur. Bunu belirtmeyi görev sayarım."

 
K

Kristal

Atları onun arkadaşları gibiydi de. Hem de ölümleri ona gözyaşı döktürecek denli sevdiği arkadaşlar...

"-Bir arkadaş daha bizi terk ediyor bugün Sabiha..." dediğinde acı içinde, Sabiha Gökçen birden irkilecek, o günlerde Gazi Paşa'nın yakınları arasında ölümcül bir hastalığa yakalanmış kim var diye belleğini zorlayacak, çıkaramaymca da Gazi böylesine üzgün olduğuna göre ölümüne yandığı bu arkadaşının bilmediği ama mutlaka çok sevdiği biri olduğunu düşünürken içeriye Gazi'nin tabancasını elinde tutarak giren bir dosta onun:

"-Durumu nasıl? Hiç umut yok mu?"diye sorması karşısında şaşkınlığı daha artacaktı.
"-Maalesef Paşam! Yok... Herkes elinden geleni yaptı. Böyle daha fazla acı çekmesine müsaade etmeseniz iyi olur... Bir şey daha söylemek isterim... Gözleri sanki sizi arar gibi..."

"-Arar, arar ya... Atlar insanlardan daha hassas, daha vefakâr ve daha çıkar düşüncesinden uzaktırlar. Bunca yıl bana hizmet etti, bana yoldaşlık etti. O benim kokuma, ben onun kokusuna alıştık. Birbirimizin huyunu da iyi öğrendik. Yazık oldu hayvanıma..."

Evet, o çok sevdiği atlarından biri hastalanmıştı, umar da yoktu, vurulması gerekiyordu acısını dindirmek için. Ona karşı bu son görevi de sahibi yapmalıydı.

Silahını aldı, ahıra doğru yürüdü. Hayvanın ağzından köpükler saçılıyor, karnı acı içinde kasılıp duruyordu.

Gazi, eğildi, mendili ile köpüklerini sildi, yelesini okşadı atının.

"-Oğlum, oğlum! Şimdi bütün acıların dinecek!..."

Öptü onu birkaç kez.

"-Sen mi beni arayacaksın, yoksa ben mi seni?"

Doğruldu, silahını hayvanın tam altına doğrulttu. Parmağı tetikte. Ama öyle kalakaldı. Bir yontu gibi. Ve birden gözlerinden yaşlar boşandı. Yağmur yağarcasına.

"-Alın! Alın! Götürün hayvanı buradan! Çok uzaklara götürün. Acı çektirmeden ölmesini temin edin. Gerekirse iğne yaptırın. Uyutun, öyle vurun! Ben düşmanlarımı bile böyle vuramamışımdır! Bana bunu yaptırmayın..."

Gazi, uzunca bir süre ata binemeyecekti..

 
E

ebruliyn

Kullanıcı
29 Nis 2008
En iyi cevaplar
0
0
ATATÜRK'TEN YAKIŞIR BİR CEVAP DAHA....

İngiliz Kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce:


- Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini yahut bir aşçı bulunuz!… dedi.


Sonunda İngiliz sofra merasimini bilen bir kişiden öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular… Akşam Kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu.

Atatürk’e dönerek:
- Sizi tebrik eder ve size teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim, diyerek memnuniyetini bildirdi.


Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral’a eğilerek o müthiş ve zeka dolu cevabını verdi:
- Ben bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim, dedi. Bütün sofradakiler Atatürk’ün zekasına hayran oldular. Atatürk garsona da “görevine devam et” emrini verdi.



 
Üst