E
eftelya
Kullanıcı
Yolun Gittiği Yere...
Sabah seher vaktinde yola çıkmak istiyordu… Yola çıkmak… Sessiz, sakin ve arkasına dönüp bakmadan…
Çocuk sayılabilecek yaşlarda babası onu arabayla gezmeye çıkarttığında sorardı kendisine:
“Nereye gidelim oğlum?”
Naif ama içindeki sonsuzluk duygusundan izler taşıyan bir ifade ile cevap verirdi:
“Yolun gittiği yere baba, yolun gittiği yere…”
Hepimiz hayatımızı en azından bir döneminde gitmek istemişizdir “yolun gittiği yere”… Bu bazen “çocukça” bir kaçış, bazen de “büyükçe” bir isyanın neticesidir. Bazen de her ikisi de… kimbilir?
Peki nedir bu kaçışın sebebi, isyana ne sürükler insanı?... Her insan bu dünyada varlığı ölçüsünde bir şeyleri kotarmaya çalışır; en azından hayatının bir bölümünde… Her ne kadar “insan, hayalleri yerine hatıralarını anlatıyorsa bilin ki yaşlanmaya başlamıştır” diye söylese de düşünürün biri, her yaşta insan kendine hedefler edinebilir. Bunları gerçekleştirmek için zamanı olmayabilir; o başka…
Hayata dair hedef sahibi olmak, o hedefe ulaşmak için gayret etmek, güzeldir. Ama, ya onca çabadan sonra arkanıza dönüp baktığınızda tıpkı o tekerlemede olduğu gibi “bir arpa boyu yol gittiğinizi” görürseniz?... İşte bu an, heyecanla çarpan kalbin aniden ve şiddetle kanadığı andır. Yüreği kanatan, kırılan hayallerdir sadece…
Direnen direnir ömrünün sonuna kadar… Hatta kalbine bakmadan, yarasını görmeden yaşamayı bile öğrenir… Zamanın insana öğrettiği sadece bu değildir; insan adaletin ve aşkın insanoğlu için çok uzak iklimlerde kalmış iki zümrüdü anka olduklarını da fark etmiştir. Çünkü, yaşadığı her an, her ikisinin de insanoğlu için sadece “temenniden” ibaret olduğunu dakika dakika görmüş, yaşamıştır. Hatta, “adaleti sağlıyoruz/sağlayacağız” diye ortaya çıkan insanlarca verilen kararların, olabilecek en adaletsiz sonuçlar doğurabileceğini de görmüştür. Bu acı idrakin ardından, işte tam da o anda içini sonsuz bir yolculuk hissi kaplar… Arkasına bakmadan, bir seher vaktinde ve tam da “yolun gittiği yere”… Şairin dediği gibi:
Gitmek…
Uçar, kaçar gibi gitmek uzaklara…
Maksatlı yolculukta ne bir tat var ne bir büyü…
“Maksatsız”, “tatlı” ve “büyülü” bir yolculuğa çıkmayı arzu eder bir seher vakti kumruların “hu-husunu” dinleyerek… Denemiş ama başaramamıştır.
Bu duygularla her geçen dakika biraz daha yalnızlaşır “milenyum” insanı… Dünya avucunun içinde olmasına rağmen, o hiçbir yüzyılda olmadığı kadar yalnızdır. Çünkü asırlardır yaşattığı bütün güzellikler, “küreselleşme” kimliğine bürünmüş “emperyalizm”e teslim olmuştur.
Ve insan, artık insanlığı ile beraber çıkar o malum yolculuğa… Nereye mi?... Tabii ki, “yolun gittiği yere…”
Ne kadar yalnızız, ne kadar ıssız
Ve ne kadar tekiliz hissedilende...
Kalbimizi kanatır kırıklıklarımız,
Ama bütün kırıklık yaşamadan gidende!
En yakın, en uzakta,
O sonsuz yolculukta!
Sonu bilinen yolda yürümek zor olsa da,
Yaşanılan, hayata anlam katar sadece...
İnsandan geri kalan bu dünyada bir sâda
Ve sonsuza uzanan cevabı zor bilmece...
En yakın, en uzakta,
O sonsuz yolculukta!
Alper Şirvan
Sabah seher vaktinde yola çıkmak istiyordu… Yola çıkmak… Sessiz, sakin ve arkasına dönüp bakmadan…
Çocuk sayılabilecek yaşlarda babası onu arabayla gezmeye çıkarttığında sorardı kendisine:
“Nereye gidelim oğlum?”
Naif ama içindeki sonsuzluk duygusundan izler taşıyan bir ifade ile cevap verirdi:
“Yolun gittiği yere baba, yolun gittiği yere…”
Hepimiz hayatımızı en azından bir döneminde gitmek istemişizdir “yolun gittiği yere”… Bu bazen “çocukça” bir kaçış, bazen de “büyükçe” bir isyanın neticesidir. Bazen de her ikisi de… kimbilir?
Peki nedir bu kaçışın sebebi, isyana ne sürükler insanı?... Her insan bu dünyada varlığı ölçüsünde bir şeyleri kotarmaya çalışır; en azından hayatının bir bölümünde… Her ne kadar “insan, hayalleri yerine hatıralarını anlatıyorsa bilin ki yaşlanmaya başlamıştır” diye söylese de düşünürün biri, her yaşta insan kendine hedefler edinebilir. Bunları gerçekleştirmek için zamanı olmayabilir; o başka…
Hayata dair hedef sahibi olmak, o hedefe ulaşmak için gayret etmek, güzeldir. Ama, ya onca çabadan sonra arkanıza dönüp baktığınızda tıpkı o tekerlemede olduğu gibi “bir arpa boyu yol gittiğinizi” görürseniz?... İşte bu an, heyecanla çarpan kalbin aniden ve şiddetle kanadığı andır. Yüreği kanatan, kırılan hayallerdir sadece…
Direnen direnir ömrünün sonuna kadar… Hatta kalbine bakmadan, yarasını görmeden yaşamayı bile öğrenir… Zamanın insana öğrettiği sadece bu değildir; insan adaletin ve aşkın insanoğlu için çok uzak iklimlerde kalmış iki zümrüdü anka olduklarını da fark etmiştir. Çünkü, yaşadığı her an, her ikisinin de insanoğlu için sadece “temenniden” ibaret olduğunu dakika dakika görmüş, yaşamıştır. Hatta, “adaleti sağlıyoruz/sağlayacağız” diye ortaya çıkan insanlarca verilen kararların, olabilecek en adaletsiz sonuçlar doğurabileceğini de görmüştür. Bu acı idrakin ardından, işte tam da o anda içini sonsuz bir yolculuk hissi kaplar… Arkasına bakmadan, bir seher vaktinde ve tam da “yolun gittiği yere”… Şairin dediği gibi:
Gitmek…
Uçar, kaçar gibi gitmek uzaklara…
Maksatlı yolculukta ne bir tat var ne bir büyü…
“Maksatsız”, “tatlı” ve “büyülü” bir yolculuğa çıkmayı arzu eder bir seher vakti kumruların “hu-husunu” dinleyerek… Denemiş ama başaramamıştır.
Bu duygularla her geçen dakika biraz daha yalnızlaşır “milenyum” insanı… Dünya avucunun içinde olmasına rağmen, o hiçbir yüzyılda olmadığı kadar yalnızdır. Çünkü asırlardır yaşattığı bütün güzellikler, “küreselleşme” kimliğine bürünmüş “emperyalizm”e teslim olmuştur.
Ve insan, artık insanlığı ile beraber çıkar o malum yolculuğa… Nereye mi?... Tabii ki, “yolun gittiği yere…”
Ne kadar yalnızız, ne kadar ıssız
Ve ne kadar tekiliz hissedilende...
Kalbimizi kanatır kırıklıklarımız,
Ama bütün kırıklık yaşamadan gidende!
En yakın, en uzakta,
O sonsuz yolculukta!
Sonu bilinen yolda yürümek zor olsa da,
Yaşanılan, hayata anlam katar sadece...
İnsandan geri kalan bu dünyada bir sâda
Ve sonsuza uzanan cevabı zor bilmece...
En yakın, en uzakta,
O sonsuz yolculukta!
Alper Şirvan