A
ayben
Dünyaya engelli olarak gelmiş olmasına ve her tür engele rağmen akademik kariyer yapmış bir engelliyim. Çocukluğum ve bilhassa ilk gençlik yıllarım, televizyonda ,engelli çocuklarınızı saklamayın, sokaklara çıkın, engelli çocuğunuz sosyal hayatın içinde olsun, anonslarını dinleyerek geçti.
Her ne kadar ben, ailemin katkıları ile üniversite bitirecek kadar hayatın içinde olsam da onlar bu anonsları yapmakta haklılardı. “Engelli evladı saklamak”, önemli bir problemiydi ülkemin…
Bu anonslar, çok geçmeden hedefine ulaştı. Engelliler, sokağa attılar kendilerini… Onca çağrıyı yapanlar, haklılardı haklı olmalarına ama sokakların engellilere hazır olmadığı çok geçmeden anlaşıldı ve Türkiye`de engelli mücadelesi farklı bir boyut kazanmış oldu.
Bursa Kaplıkaya`da site içinde beş katlı bir apartmanın birinci katındaki evimize balkondan rampalı giriş yapmıştık yıllar evvel… O rampalı giriş sayesinde akülü tekerlekli sandalyemle, tek başıma çıkıp en azından yakın çevrede kolayca gezebilme imkânına sahibim yıllardır… Ama gidebildiğim yerler kısıtlı olduğu için, çoğu zaman ancak ailemle beraber sandalyemin kol gücüyle de olsa sokulabildiği yerlere gidebiliyorum.
O gün hava güzeldi. Mevsim bahardı. Pencereyi açtığımda yüzümü okşayan ılık hava, beni dışarıya davet ediyordu sanki… Hep aynı yakın çevrede gezmek canımı sıksa da bu davete hayır diyemezdim. Hemen giyinip akülü tekerlekli sandalyemle kendimi sokağa atıverdim.
Caddeye vardığımda o günkü ilk şaşkınlığımı yaşıyordum. Neredeyse iki senede bir türlü bahanelerle yenilenen ve her yenilenişte biraz daha yükseltilen kaldırımlar, en fazla iki parmak yüksekliğindeydiler ve böyle olmasına rağmen, kaldırımın başlangıcı, tatlı bir meyille yola sıfırlanmıştı.
Bu ne zaman yapılmıştı? Dün böyle miydi? O anda bu güzelliğin muhakemesini yapamayacak kadar heyecanlıydım. Yine de ilk önce kaldırımdan gitmekte tereddüt ettim. “Kaldırımın başlangıcı iyi de sonu nasıl?” sorusuyla beraber içimden bir ses, “bu kadar alçak kaldırımı araç sahipleri boş bırakmazlar, kesin ilerde kaldırımı işgal etmiş bir araç vardır, çıkma kaldırıma!” diyordu. İçimdeki olumsuz sese rağmen, kaldırıma çıkıp yoluma devam ettim. O anda cadde tarafından yanıma bir otomobil yaklaştı. Pencereyi açan şoför, çekinerek bana “Affedersiniz,” dedi; “park yeri arıyorum da, buralarda nereye park edebilirim?”
Kişinin bu soruyu ciddiyetle sorduğundan emin değildim. O sebeple ima ile karışık, sorusuna soruyla karşılık verdim: “Kaldırım var ya… Neden kaldırıma park etmiyorsunuz?” Adam, benden de şaşkındı. “Hiç olur mu öyle şey beyefendi? Siz beni arabamdan ve ehliyetimden mi etmek istiyorsunuz? Kaldırıma park etmenin cezasından haberiniz var mı?” dedi ve hızla uzaklaştı. Cezanın büyüklüğü kadar, vatandaşın cezanın uygulanacağından bu kadar emin olması beni hem şaşırtmış, hem sevindirmişti.
Baharı koklamak kadar, akülü tekerlekli sandalyemle yaşayışıma uygun bir şehirde gezdiğimi yavaş yavaş fark ediyor olmak, beni mutlu ediyordu. Bu duygular içinde gezerken, cep telefonum çaldı. Açtım. Telefonun diğer ucunda, yıllar evvel iş için beni fazlası ile yeterli bulduğu halde hem iş yerinin oturduğum yere uzaklığı, hem de çalışacağım yerin fizikî şartlarının bana uygun olmaması sebebi ile beni işe almayan ve bunu açıkça ifade eden yazılım şirketinin patronu vardı.
“Hemen gel” diyordu, “Hemen gel, neredesin?”
Bunun bir kamera şakası olup olmadığından emin değildim, yine de normal davranmaya çalışıyordum,
“-Ben nasıl geleyim efendim, ben Kaplıkaya`dayım, sizin ofis Beşevler`de… Hem gelsem de…”
Adam, beni dinlemiyordu.
“-Ya atla belediye otobüsüne gel işte… Sabah servisten inmeyince merak ettik seni… Proje seni bekliyor.”
“-Hangi otobüse?”
“-Ya bilmiyor musun; önce Heykel`e geliyorsun, sonra oradan da bizim buraya…”
“-İyi de Ahmet Bey, `engelli otobüsü` adı verilen ve şehir turu attırmaktan öte bir fonksiyonu olmayan iki otobüs dışında ben hiçbir otobüse binemiyorum ki? Nasıl aktarmalı olarak iki otobüsle oralara geleyim?”
“-Ya engelli otobüsü mü kaldı? Artık bütün belediye otobüsleri engellilere uygun…”
Duyduklarıma inanamamıştım. Yine de denemeye değer diye düşündüm. Durağa vardığımda Ahmet Bey`in haklılığı ortaya çıkmıştı. Önümden geçen her otobüs, tekerlekli sandalyemle binebileceğim nitelikteydi. Beni Heykel`e götürecek otobüse rahatça bindim.
Otobüsün penceresinden takip ettiğim şehir, bütün kaldırım ve yollarıyla adeta “gel beni gez!” diye davet ediyordu. İçerisini çok merak ettiğim ve mimarî uygunsuzluğundan asla içine giremediğim şehrin göbeğindeki sinema salonunun en azından girişinin engellerden arındırılmış hâli, içerisine olan merakımı iyice arttırmıştı. Kırmızı ışık sebebiyle durduğumuz sırada, dışarıda bir alışveriş merkezinin önündeki kalabalık dikkatimi çekti. Çoğu engelli olmayan topluluk, ellerindeki pankartlarla, dövizlerle belli ki bir şeyleri protesto ediyorlardı.
“Engelleri Kaldıralım!”, “Engellilerin Giremediği Hiçbir Yere Girmeyiz!”, “Ya Herkes Girer, Ya da Hiç!” okuduğum dövizlerden sadece birkaçıydı.
“-Ne oluyor burada?” diye sordum, önümde oturan yaşlı amcaya… “-Ne protestosu bu?”
“-Evlâdım,” diye söze başladı amca, “-Burası engellilere uygun olmayan bir yer… Toplum bu konuda çok duyarlı… Şimdi bu eylem yapılıyor, merak etme kısa sürede uygun hale getirir sahibi… Göze alamaz… Sen bu şehirde onca şey nasıl oldu sanıyorsun?”
Yaşlı amcadaki bilince mi, yoksa toplumun hep yapmasını beklediğim, istediğim şeyi yapan dışarıdaki kalabalığa mı şaşırayım, bilemiyordum.
İşyerine hiçbir engele takılmadan vardım. Mekân, her yönüyle tekerlekli sandalyemle her tarafa girebileceğim nitelikteydi. Güzelliklere çabuk alışmış olmanın rahatlığı vardı içimde... Sıkışmıştım. Bunca güzelliğin arasında bana uygun olmayan bir tuvaleti düşünmek bile istemiyordum. Bilgisayarın başına oturmadan tuvalete gittiğimde, engellilere ait özel bir tuvaletin varlığıyla mutlu oldum. Tuvaletten çıkıp bilgisayarın başına oturduğumda, üzerinde çalışmamı istediği yazılım projesini anlatmak üzere Ahmet Bey, yanıma geldi. İster istemez, “Mekân, ortam çok güzel ya Ahmet Bey, burası hep böyle miydi?” cümlesi çıkıverdi ağzımdan…
Ahmet Bey, cevap verdi:
“-Değildi elbette… Ama işyeri, hastane, okul, devlet daireleri gibi kamusal işlevi olan bütün binalara `engellilere uygunluk` şartı getirildi. Yeni yapılan binalara zaten şartlar yerine getirilmezse ruhsat almak mümkün değil; eski binalara da tadilat yaptırıldı. Devletin bu konuda siyasilerden bağımsız bir politikası var. Parti ve kişilerden bağımsız işliyor sistem… Projeyi devletin ilgili birimleri hazırlıyorlar, standartlara uygun bir şekilde… Yapabilen bina sahibi kendi yapıyor, maddî açıdan yapamayacak olana da uygun faizle kredi veriliyor yapması için… Biz de krediyle yaptırdık.”
Sistem kurulmuş ve işliyordu. Yıllardır söylediklerimi duyan birileri çıkmış diyerek, seviniyordum.
Gün boyu çalışmıştım. Akşamüzeri, cep telefonum çaldığında artık çıkmak üzereydim. Arayan arkadaşımdı. Beni evlerine akşam yemeğine davet ediyordu:
“-Akşama annemler seni yemeğe bekliyorlar hayatım, iş çıkışı doğru bize gel… Haftaya nişanımız var biliyorsun; önce nişanla ilgili detayları konuşuruz; sonra da sinemaya gideriz; o çok beklediğin film gelmiş…”
“Hayatım? Nişanlanmak?”
Biz ne zaman bu kadar samimi olmuştuk? Türlü engelleri kendime kuruntu edip ona ben daha duygularımı bile henüz açmamışken ne zaman nişan aşamasına gelmiştik? Bunu sorgulamadan ben başka bir şey sorma gereğini hissettim:
“-İyi, geleyim de siz beşinci katta oturmuyor musunuz? Dört kişilik o ufacık asansör ikinci kattan başlamıyor mu?”
“-Amma yaptın?” dedi gülerek; “-Kaldı mı öyle ilkel yapılar? Artık tek standart var bu konuda… Bütün asansörler en az altı kişilik ve zeminden başlıyor.”
Artık şaşırmak ve sorgulamak yerine durumun tadını çıkarmayı tercih ediyordum. Böyle bir durumda bana ne kadar `engelli` denilebilir, tartışılırdı. Hayatım boyunca sahip olmayı istediğim ve engelimden dolayı erişemediğim şeyler, ellerimin arasındaydı. Mutluluğumu tarif etmekten acizdim o anda…
Mesai çıkışı, işyeri servisi ile eve gitmek yerine bindiğim belediye otobüsü ile onlara gittim.
Telefonda yaptığımız plana sadık kalarak, yemeğin ardından biraz muhabbet ettikten sonra sinemaya gitmek üzere evden çıktık. Gideceğimiz sinema salonu, sabah dışından engelsizleştirildiğini gördüğüm, ama içini hiç görmediğim şehrin merkezindeki idi. Sinemadan içeri girdiğimizde içerisinin de en az girişi kadar bana ve tekerlekli sandalyeme uygun olduğunu gördüm. İnşaat sektörü ve onu yönlendiren genel toplumsal yapının, yükseklik ve merdiven sevdasından kanun yoluyla da olsa vazgeçmesi sevindiriciydi.
Biletlerimizi, tekerlekli sandalye kullanan engellilerin yanlarındaki kişiyle yan yana film seyredebilecekleri yerden aldık. Ben, tekerlekli sandalyemde, o ise yanımda normal sinema koltuğunda oturacaktı. Hemen yerimize geçtik. Işıklar sönüp film başladığında o başını omzuma dayadı, bense onun elini elime alırken, başım, omzuma dayadığı başına hafifçe düştü. Gözlerim kapanıverdi. Uyumuşum.
Uyandığımda evde ve kendi yatağımdaydım. Yataktan kalktım. Perdeler kapalı olduğu için içerisi aydınlık değildi. Önce perdeleri açtım. Dışarıda parlayan güneş, bütün bu görüp yaşadıklarımın bir rüya olduğu gerçeğini gözlerimin önüne serdi. Hâlâ, üniversiteyi dereceyle bitirmiş olmasına rağmen engelleri yüzünden vasfına uygun bir iş bulamamış ve yalnız bir adamdım. Üzülmedim değil; üzülmüştüm. Ama hayat ve mücadelesi, kaldığı yerden devam ediyordu.
Ta ki, `rüya, gerçek olana kadar`!
Alper Şirvan
26 Nisan 2007 , Perşembe
7-8 Haziran 2007 Tarihleri Arasında Düzenlenen ULUSLARARASI KATILIMLI
II. KENT VE SAĞLIK SEMPOZYUMU
Dahilindeki `Düşlediğim Kent` Konulu Yarışmada Ödüle Layık Görülen Yazı
Her ne kadar ben, ailemin katkıları ile üniversite bitirecek kadar hayatın içinde olsam da onlar bu anonsları yapmakta haklılardı. “Engelli evladı saklamak”, önemli bir problemiydi ülkemin…
Bu anonslar, çok geçmeden hedefine ulaştı. Engelliler, sokağa attılar kendilerini… Onca çağrıyı yapanlar, haklılardı haklı olmalarına ama sokakların engellilere hazır olmadığı çok geçmeden anlaşıldı ve Türkiye`de engelli mücadelesi farklı bir boyut kazanmış oldu.
Bursa Kaplıkaya`da site içinde beş katlı bir apartmanın birinci katındaki evimize balkondan rampalı giriş yapmıştık yıllar evvel… O rampalı giriş sayesinde akülü tekerlekli sandalyemle, tek başıma çıkıp en azından yakın çevrede kolayca gezebilme imkânına sahibim yıllardır… Ama gidebildiğim yerler kısıtlı olduğu için, çoğu zaman ancak ailemle beraber sandalyemin kol gücüyle de olsa sokulabildiği yerlere gidebiliyorum.
O gün hava güzeldi. Mevsim bahardı. Pencereyi açtığımda yüzümü okşayan ılık hava, beni dışarıya davet ediyordu sanki… Hep aynı yakın çevrede gezmek canımı sıksa da bu davete hayır diyemezdim. Hemen giyinip akülü tekerlekli sandalyemle kendimi sokağa atıverdim.
Caddeye vardığımda o günkü ilk şaşkınlığımı yaşıyordum. Neredeyse iki senede bir türlü bahanelerle yenilenen ve her yenilenişte biraz daha yükseltilen kaldırımlar, en fazla iki parmak yüksekliğindeydiler ve böyle olmasına rağmen, kaldırımın başlangıcı, tatlı bir meyille yola sıfırlanmıştı.
Bu ne zaman yapılmıştı? Dün böyle miydi? O anda bu güzelliğin muhakemesini yapamayacak kadar heyecanlıydım. Yine de ilk önce kaldırımdan gitmekte tereddüt ettim. “Kaldırımın başlangıcı iyi de sonu nasıl?” sorusuyla beraber içimden bir ses, “bu kadar alçak kaldırımı araç sahipleri boş bırakmazlar, kesin ilerde kaldırımı işgal etmiş bir araç vardır, çıkma kaldırıma!” diyordu. İçimdeki olumsuz sese rağmen, kaldırıma çıkıp yoluma devam ettim. O anda cadde tarafından yanıma bir otomobil yaklaştı. Pencereyi açan şoför, çekinerek bana “Affedersiniz,” dedi; “park yeri arıyorum da, buralarda nereye park edebilirim?”
Kişinin bu soruyu ciddiyetle sorduğundan emin değildim. O sebeple ima ile karışık, sorusuna soruyla karşılık verdim: “Kaldırım var ya… Neden kaldırıma park etmiyorsunuz?” Adam, benden de şaşkındı. “Hiç olur mu öyle şey beyefendi? Siz beni arabamdan ve ehliyetimden mi etmek istiyorsunuz? Kaldırıma park etmenin cezasından haberiniz var mı?” dedi ve hızla uzaklaştı. Cezanın büyüklüğü kadar, vatandaşın cezanın uygulanacağından bu kadar emin olması beni hem şaşırtmış, hem sevindirmişti.
Baharı koklamak kadar, akülü tekerlekli sandalyemle yaşayışıma uygun bir şehirde gezdiğimi yavaş yavaş fark ediyor olmak, beni mutlu ediyordu. Bu duygular içinde gezerken, cep telefonum çaldı. Açtım. Telefonun diğer ucunda, yıllar evvel iş için beni fazlası ile yeterli bulduğu halde hem iş yerinin oturduğum yere uzaklığı, hem de çalışacağım yerin fizikî şartlarının bana uygun olmaması sebebi ile beni işe almayan ve bunu açıkça ifade eden yazılım şirketinin patronu vardı.
“Hemen gel” diyordu, “Hemen gel, neredesin?”
Bunun bir kamera şakası olup olmadığından emin değildim, yine de normal davranmaya çalışıyordum,
“-Ben nasıl geleyim efendim, ben Kaplıkaya`dayım, sizin ofis Beşevler`de… Hem gelsem de…”
Adam, beni dinlemiyordu.
“-Ya atla belediye otobüsüne gel işte… Sabah servisten inmeyince merak ettik seni… Proje seni bekliyor.”
“-Hangi otobüse?”
“-Ya bilmiyor musun; önce Heykel`e geliyorsun, sonra oradan da bizim buraya…”
“-İyi de Ahmet Bey, `engelli otobüsü` adı verilen ve şehir turu attırmaktan öte bir fonksiyonu olmayan iki otobüs dışında ben hiçbir otobüse binemiyorum ki? Nasıl aktarmalı olarak iki otobüsle oralara geleyim?”
“-Ya engelli otobüsü mü kaldı? Artık bütün belediye otobüsleri engellilere uygun…”
Duyduklarıma inanamamıştım. Yine de denemeye değer diye düşündüm. Durağa vardığımda Ahmet Bey`in haklılığı ortaya çıkmıştı. Önümden geçen her otobüs, tekerlekli sandalyemle binebileceğim nitelikteydi. Beni Heykel`e götürecek otobüse rahatça bindim.
Otobüsün penceresinden takip ettiğim şehir, bütün kaldırım ve yollarıyla adeta “gel beni gez!” diye davet ediyordu. İçerisini çok merak ettiğim ve mimarî uygunsuzluğundan asla içine giremediğim şehrin göbeğindeki sinema salonunun en azından girişinin engellerden arındırılmış hâli, içerisine olan merakımı iyice arttırmıştı. Kırmızı ışık sebebiyle durduğumuz sırada, dışarıda bir alışveriş merkezinin önündeki kalabalık dikkatimi çekti. Çoğu engelli olmayan topluluk, ellerindeki pankartlarla, dövizlerle belli ki bir şeyleri protesto ediyorlardı.
“Engelleri Kaldıralım!”, “Engellilerin Giremediği Hiçbir Yere Girmeyiz!”, “Ya Herkes Girer, Ya da Hiç!” okuduğum dövizlerden sadece birkaçıydı.
“-Ne oluyor burada?” diye sordum, önümde oturan yaşlı amcaya… “-Ne protestosu bu?”
“-Evlâdım,” diye söze başladı amca, “-Burası engellilere uygun olmayan bir yer… Toplum bu konuda çok duyarlı… Şimdi bu eylem yapılıyor, merak etme kısa sürede uygun hale getirir sahibi… Göze alamaz… Sen bu şehirde onca şey nasıl oldu sanıyorsun?”
Yaşlı amcadaki bilince mi, yoksa toplumun hep yapmasını beklediğim, istediğim şeyi yapan dışarıdaki kalabalığa mı şaşırayım, bilemiyordum.
İşyerine hiçbir engele takılmadan vardım. Mekân, her yönüyle tekerlekli sandalyemle her tarafa girebileceğim nitelikteydi. Güzelliklere çabuk alışmış olmanın rahatlığı vardı içimde... Sıkışmıştım. Bunca güzelliğin arasında bana uygun olmayan bir tuvaleti düşünmek bile istemiyordum. Bilgisayarın başına oturmadan tuvalete gittiğimde, engellilere ait özel bir tuvaletin varlığıyla mutlu oldum. Tuvaletten çıkıp bilgisayarın başına oturduğumda, üzerinde çalışmamı istediği yazılım projesini anlatmak üzere Ahmet Bey, yanıma geldi. İster istemez, “Mekân, ortam çok güzel ya Ahmet Bey, burası hep böyle miydi?” cümlesi çıkıverdi ağzımdan…
Ahmet Bey, cevap verdi:
“-Değildi elbette… Ama işyeri, hastane, okul, devlet daireleri gibi kamusal işlevi olan bütün binalara `engellilere uygunluk` şartı getirildi. Yeni yapılan binalara zaten şartlar yerine getirilmezse ruhsat almak mümkün değil; eski binalara da tadilat yaptırıldı. Devletin bu konuda siyasilerden bağımsız bir politikası var. Parti ve kişilerden bağımsız işliyor sistem… Projeyi devletin ilgili birimleri hazırlıyorlar, standartlara uygun bir şekilde… Yapabilen bina sahibi kendi yapıyor, maddî açıdan yapamayacak olana da uygun faizle kredi veriliyor yapması için… Biz de krediyle yaptırdık.”
Sistem kurulmuş ve işliyordu. Yıllardır söylediklerimi duyan birileri çıkmış diyerek, seviniyordum.
Gün boyu çalışmıştım. Akşamüzeri, cep telefonum çaldığında artık çıkmak üzereydim. Arayan arkadaşımdı. Beni evlerine akşam yemeğine davet ediyordu:
“-Akşama annemler seni yemeğe bekliyorlar hayatım, iş çıkışı doğru bize gel… Haftaya nişanımız var biliyorsun; önce nişanla ilgili detayları konuşuruz; sonra da sinemaya gideriz; o çok beklediğin film gelmiş…”
“Hayatım? Nişanlanmak?”
Biz ne zaman bu kadar samimi olmuştuk? Türlü engelleri kendime kuruntu edip ona ben daha duygularımı bile henüz açmamışken ne zaman nişan aşamasına gelmiştik? Bunu sorgulamadan ben başka bir şey sorma gereğini hissettim:
“-İyi, geleyim de siz beşinci katta oturmuyor musunuz? Dört kişilik o ufacık asansör ikinci kattan başlamıyor mu?”
“-Amma yaptın?” dedi gülerek; “-Kaldı mı öyle ilkel yapılar? Artık tek standart var bu konuda… Bütün asansörler en az altı kişilik ve zeminden başlıyor.”
Artık şaşırmak ve sorgulamak yerine durumun tadını çıkarmayı tercih ediyordum. Böyle bir durumda bana ne kadar `engelli` denilebilir, tartışılırdı. Hayatım boyunca sahip olmayı istediğim ve engelimden dolayı erişemediğim şeyler, ellerimin arasındaydı. Mutluluğumu tarif etmekten acizdim o anda…
Mesai çıkışı, işyeri servisi ile eve gitmek yerine bindiğim belediye otobüsü ile onlara gittim.
Telefonda yaptığımız plana sadık kalarak, yemeğin ardından biraz muhabbet ettikten sonra sinemaya gitmek üzere evden çıktık. Gideceğimiz sinema salonu, sabah dışından engelsizleştirildiğini gördüğüm, ama içini hiç görmediğim şehrin merkezindeki idi. Sinemadan içeri girdiğimizde içerisinin de en az girişi kadar bana ve tekerlekli sandalyeme uygun olduğunu gördüm. İnşaat sektörü ve onu yönlendiren genel toplumsal yapının, yükseklik ve merdiven sevdasından kanun yoluyla da olsa vazgeçmesi sevindiriciydi.
Biletlerimizi, tekerlekli sandalye kullanan engellilerin yanlarındaki kişiyle yan yana film seyredebilecekleri yerden aldık. Ben, tekerlekli sandalyemde, o ise yanımda normal sinema koltuğunda oturacaktı. Hemen yerimize geçtik. Işıklar sönüp film başladığında o başını omzuma dayadı, bense onun elini elime alırken, başım, omzuma dayadığı başına hafifçe düştü. Gözlerim kapanıverdi. Uyumuşum.
Uyandığımda evde ve kendi yatağımdaydım. Yataktan kalktım. Perdeler kapalı olduğu için içerisi aydınlık değildi. Önce perdeleri açtım. Dışarıda parlayan güneş, bütün bu görüp yaşadıklarımın bir rüya olduğu gerçeğini gözlerimin önüne serdi. Hâlâ, üniversiteyi dereceyle bitirmiş olmasına rağmen engelleri yüzünden vasfına uygun bir iş bulamamış ve yalnız bir adamdım. Üzülmedim değil; üzülmüştüm. Ama hayat ve mücadelesi, kaldığı yerden devam ediyordu.
Ta ki, `rüya, gerçek olana kadar`!
Alper Şirvan
26 Nisan 2007 , Perşembe
7-8 Haziran 2007 Tarihleri Arasında Düzenlenen ULUSLARARASI KATILIMLI
II. KENT VE SAĞLIK SEMPOZYUMU
Dahilindeki `Düşlediğim Kent` Konulu Yarışmada Ödüle Layık Görülen Yazı