Modern Bir Sisifos Hikayesi: Beyaz yakalı hayat

  • Konbuyu başlatan Codex
  • Başlangıç tarihi

Konu hakkında bilgilendirme

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Kişisel Gelişim Yazıları kategorisinde Codex tarafından oluşturulan Modern Bir Sisifos Hikayesi: Beyaz yakalı hayat başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 2,970 kez görüntülenmiş, 0 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Kişisel Gelişim Yazıları
Konu Başlığı Modern Bir Sisifos Hikayesi: Beyaz yakalı hayat
Konbuyu başlatan Codex
Başlangıç tarihi
Cevaplar
Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan Codex
Codex

Codex

Özgür Şahin
Site Kurucusu
14 May 2006
En iyi cevaplar
0
48
Çanakkale
www.kendinigelistir.com
Her sabah yataktan kalkarken kendine bak, banyoya gidişine… Servise yetişme çabana, serviste 20 dakika uyuyup, uykunun en tatlı yerinde inmek zorunda oluşuna, X-rayden geçiş sırasına, turnikelere, asansörlere… Bu satırlar sana tanıdık geldi ise hiç durma; yazının devamına geç…

Beyazyaka: Modern Bir Sisifos* Hikayesi mi?

"Sisifos Efsanesi" yüzyıllar boyunca birçok düşünür ve yazarın ilgisini çekmiş bir mitolojik kavramdır. Benim de oldukça ilgimi çekiyor açıkcası. Umarım birlikte üzerinde düşünerek keyif alırız. O halde hadi başlayalım:)

Sisifos, Homeros`a göre ölümlülerin en bilgesiydi. Korinthos şehrini kurmuş, oranın kralı olmuş ve ülkesini adaletle yönetmiştir. Tanrıları kızdırması sonucu ona müthiş bir ceza vermişler.

Ceza şu: Sisifos; çapı bir insan boyunu geçen, silindir biçiminde olan, büyük, uzun, yuvarlak, mermer bir taşı itip-omuzlayıp, yüksek, dik ve çıplak bir dağın tepesine çıkaracak. Fakat Sisifos taşı tam tepeye çıkardığı zaman, taş ellerinden kurtulup dağdan aşağıya yuvarlanacak. Sisifos ovaya inip taşı tekrar itip-omuzlayıp dağın tepesine çıkaracak. taş tekrar Sisifos 'un ellerinden kurtulup ovaya yuvarlanacak. tanrıların Sisifos 'a verdiği bu ceza ömür boyu sürecek bir işkencedir. Üstünde giysileri olmayan Sisifos; yaz-kış, gece-gündüz demeden bu sonsuz ve bitimsiz işkencesini çekecektir.

Tanıdık geldi mi?

Her sabah yataktan kalkarken kendine bak, banyoya gidişine, yüzünü yıkayıp traş oluşuna, makyaj yapışına…Servise yetişme çabana, serviste 20 dakika uyuyup, uykunun en tatlı yerinde inmek zorunda oluşuna, X-rayden geçiş sırasına, turnikelere, asansörlere……Etrafına da bak lütfen…Ne görüyorsun? İnsanlar mutlu değil mi yoksa?

İş deyip geçme lütfen çok önemli ne yaptığın. Küçükken bize “ne yapıyorsun?” diye sorduklarında, “oyun oynuyorum, görmüyor musun?” diye cevap verirdik, büyüyüp üniversiteye başladığımızda “ne yapıyorsun?” sorusuna genelde okuduğumuz okulu ve bölümü söylemeye başladık. Şimdilerde ise bu soruya genelde yaptığımız işi söyleyerek yanıt veriyoruz.

Aslında sorunun anlamı bu olmasa da otomatik olarak bu cevapları veriyoruz değil mi? Neden? Çünkü kendi kimliğimizi artık işlerimizle özdeşleştirip tanımlıyoruz. Bir nevi “kimlik mühendisliği” bu yaptığımız.

Çoğu kişiyle konuşurken şunu farkediyorum ki ne istemediğimizi biliyoruz, fakat konu ne istediğimize gelince “kafam çok karışık” , “karar veremiyorum” noktasında tıkanıp kalıyoruz. Çünkü elimizde olmayanın ve gelecekteki potansiyelin değeri şu an sahip olduğumuzdakilerden daha çekici geliyor bize.

Aman boşver ben yaz tatilimi planlayayım Gizem, 19 Mayıs tatili de geçti yıllık iznimden kaç gün kaldı diyerek de savuşturuyoruz şu anki sorunlarımızı. Ya da belki alışveriş yaparak…Terfi alamadık mı, hak ettiğimiz ücret zammı yapılmadı mı, istediğiniz projelerde yer alamadınız mı, yöneticinizle sorunlarınız mı var…..Yaz geliyor ya ben bir kaç uçak bileti bakayım, bu sene nereye gitsem diyerek de kendimizi acı gerçekten uzaklaştırmak istiyoruz.

Fakat bugün olan her şeyi çoktan dün sayıyor ve gerçek heyecanı hep bir sonraki müthiş şeyde, bir sonraki sevgilide, işte, projede, tatilde veya yemekte görüyoruz. Bu da sorunlarımıza yönelik en çekici çözümü kaçışa dönüştürmüyor mu gerçekten?

Tabii ki kaçınılmaz olarak bunların da tatmini giderek azalıyor. Müthiş şık giysilerimizi çoğu zaman hiç giymiyor, heyecan duyarak aldığımız ev eşyalarını hiç kullanmıyor, o muhteşem kitapları hiç okumuyoruz (ya da yarısına gelip başka kitaba geçiyoruz)…

Mutlulukla ilgili yapılan bir araştırma beni çok şaşırtmıştı. (Bununla ilgili çok beğendiğim ve ilham veren bir videoyu yazımın sonunda ve blogumda izleyebilirsiniz.) İnsanların tatilde çok da mutlu olmadıklarını, hatta iş yerlerinden daha mutsuz olduklarını keşfettiklerinde en az sizin gibi ben de çok şaşırdım.

İstifa etmiş bir insan olarak şunu çok net söyleyebilirim. Özgürleşmenin kendi içinde tatmine yeteceğini düşünüyorsanız, tekrar düşünün derim. Çoğu arkadaşımın istifa ettikten sonra bana gün boyu aylaklık edip hiç çalışmamamı önerdiğinde ben daha çok şaşırmıştım. Çünkü istifa ettikten sonra kurumsal hayattakinden daha çok çalışıyordum. Çok çalışıyordum ama daha mutluydum.

Aylaklık yapmak istemiyordum ki, fark yaratmak istiyordum. Kişinin ruhunu mahveden işinden, baskıcı ilişkisinden, kasvetli şehrinden kaçabilmesiyle her şeyin düzelebileceği görüşü yaygın bir yanılgı değil de neydi peki? Özgürlük tatmine direkt götürmüyor, muhtemelen daha çok çalışmaya yol açıyor. (Bırakmak isteyenlere duyurulur:)

Aslında şunu sormamız da gerekebiliyor kendimize, ister beyaz yaka olun, ister mavi yaka, isterseniz öğrenci ya da girişimci, yaptığımız şeyden içimiz rahat mı? Bir anlam yaratıyor mu? Maddi olarak kendimize yetiyor muyuz? Bütün bunlar bize yetiyor mu?

Albert Camus "Le Mythe de Sisyphe" adlı yapıtında bu kısır döngüyü ve Sisifos'un kişiliğini şöyle tanımlıyor:

Sisifos korkunç bir umutsuzluğu ve anlamsızlığı bilinçli olarak yaşayan, insan bir kahramandır. Sisifos insan yaşamının anlamsızlığı ve umutsuzluğu içinde insan onurunu, dış etkenlerin ve koşulların dayanılmaz baskılarına ve acılarına rağmen, olağanüstü cesur bir direnişle korur ve savunur. Sisifos umutsuzluğu ve anlamsızlığı bilinç gücüyle umursamayan ve alt eden bir kahramandır."

Ve bugün herkes sorunsuz, kahkahalarla şen şakrak bir görüntü sergiliyorsa, bu durum sanki otomatiğe bağlanmış gibi bir algı yaratıyor. Haliyle de depresif kişiler neyin ters gittiğini anlayamıyor, ve kendilerini gülümseyen yüzler arasında yalıtılmış, yapayalnız hissediyorlar. (Hey, yalnız değilsin unutma lütfen!)

Bunun bir reçetesi var mı? Kişisel gelişim kitaplarında, dizilerde, programlarda dergilerde pohpohlanan reçeteleri alıp kendimize uygulamaya çalışıyoruz.

Oysa ki tek reçete, hiçbir reçetenin olamayacağıdır. İnsanların karmaşıklığı herkes için geçerli reçeteleri olanaksız kılar. Fakat teşhis koymak, yani sorunu tanımlamak çözümün tam da başlangıcıdır.

Çoğu kişi mutluluğun peşinde koşulacak bir şey değil, tesadüfler sonunda ortaya çıktığını sanır. Fakat aslında hep kovaladığımız bir kelebek gibi avuçlarımızdan uçar. O kadar hassastır ki, avuç içlerinizde tutup sıkarak onu boğmak istemezsiniz. O yüzden o sizin üzerinizde ve önünüzde uçtukça ona hayranlıkla bakarız. Yakaladığımızda ne yapacağımızı bilmeden… Öylece bakakalırız…

Kimi durumlarda neler düşündüğü konusunda bir soruya kişinin “hiç” yanıtını vermesi bir yapmacık olabilir. Sevilen yaratıklar bunu iyi bilirler. Ama bu yanıt içtense, boşluğun çok şeyler anlattığı, günlük devinimler zincirinin koptuğu, yüreğin kendisini yeniden düğümleyecek halkayı arayıp da bir türlü bulamadığı şu garip tinsel durumu belirtiyorsa, o zaman absürdlüğün ilk belirtisi gibidir. – A. Camus

Bizim bakış açımızı değiştirmeye ihtiyacımız var sanki biraz. Yaşam yaşamaya değer! Şimdi birisi size sorarsa ne düşünüyorsun diye, “Hiç” diye cevap vermeyin lütfen, olur mu?

Yazar: Gizem Şahan
 
Üst