GulsahToptas
Kullanıcı

Irvin Yalom grup terapisinin büyülü diyarına rehberlik eden kişilerden bir tanesidir. Kitapları, Amerika’da yapılmakta olan lisansüstü düzeyindeki eğitimlerde sıklıkla kullanılmaktadır. Kendisi “Annem ve Hayatın Anlamı”, “Divan” ve “Aşkın Cellâdı” gibi psikoterapi süreçlerini içeren pek çok kitaba imza atmıştır.
NAJP: Son kitabınız olan Schopenhauer Tedavisi (2006)’nde daha çok patolojinin hangi açıları üzerine yoğunlaştınız?
I.Y: Aslında çok sık olarak patoloji terimleriyle düşünmem. Daha çok grup terapilerinin nasıl işlediğini, grubun nasıl çalıştığını ve bireylere nasıl yardımcı olduğunu anlatmak istedim. Halkın genel anlamda grup terapisi hakkındaki anlayışı tamamiyle yetersiz ve daha çok medyanın karıştırıcı etkisi yüzünden de bulanık. Oysa insanların grup içerisinde gerçekte ne olup bittiğini açık bir şekilde anlamaları önemli. Ayrıca, Schopenhauer’dan ve onun katkılarından da bahsetmek istedim. Schopenhauer’ın kendisi kesinlikle bir patoloji örneğiydi, ben de bununla çalıştım. Fakat patoloji burada öncelikli olan değildi.
Schopenhauer hakkında düşünüldüğünde, en anlamlı olanı onun tüm hayatına yayılmış olan kronik depresyonu, anhedonisi (zevkten kaçınması) ve ciddi boyuttaki kişiler arası problemleriydi, zaten aşırı derecede insanlardan izole bir karakterdi. Ben de romanımda bunlarla çalıştım ancak bunun nedeni durumun patolojik boyutu ile ilgileniyor olmam değil, Schopenhauer’ın kişilik problemlerinin düşünce süreçlerini ve fikirlerini nasıl etkilediğini anlamaya çalışmamdı.
Bu sorulara açıklık getirmek için grup terapisinin ortamını kullandım. Bunu direkt olarak Schopenhauer üzerinden yapmadım çünkü onu grup terapisi ortamına getirebileceğim bir yöntem oluşturamadım. (bunu yapabilmek adına epey uğraşmış olmama rağmen). Sonunda bir karakter yarattım, Philip, bir anlamda Schopenhauer’ın klonu, kişilik özellikleri ve dünya görüşüyle tıpkı Schopenhauer gibi bir karakter. Böylece, dolaylı olarak grup terapisinde tedavi gören bir Schopenhauer’ımız olmuş oldu.
NAJP: Bir terapist olmanın en büyük kazancı nedir?
I.Y.:Aslında en büyük kazançlardan birinin kişinin mümkün olduğu kadar çok kendini anlaması, tanıması olduğunu söyleyebilirim, çünkü hastaya gerçekte yardım edebilmenin en önemli ve etkili yolu yine kendi içimizden geçiyor. Hastalarımızla derin ve açık ilişkiler kurabilme yetisine sahip olmamız lazım. Bu demektir ki, kendimiz hakkında tüm hayatımız boyunca sürecek bir çalışmanın içinde olmalıyız. Bu da kişisel terapinin zorunluluğunu ortaya koyar. Hatta şimdi bile, örneğin, ben kendimi değişiyor, büyüyor ve kendim hakkında daha fazla şey öğreniyor olarak görüyorum ve bundan bir iki yıl öncesine göre daha iyi bir terapistim.
Bu nedenle de tüm terapistlere kendi kişisel terapilerine başlamalarını ve uzun bir dönem buna devam etmelerini öneririm. Sadece bu değil, terapiye birden çok defa da gidebiliriz çünkü hayatımızın farklı dönemlerinde bizim için önemli olan farklı problemlerle karşılaşırız. Kişinin kendisini anlamasına yönelik terapiler yaşama yayılan bir süreçtir. Ayrıca farklı terapi tekniklerini denemenin de önemli olduğunu düşünürüm, böylelikle her bir terapi tekniğinin bizim için faydalı olabilecek farklı tekniklerinden farklı kazançlar elde etmiş oluruz.
NAJP: Empatik yapınız gereği, hastalarına oldukça bağlanıyor olmanız lazım; terapide sınırları korumak için neler yapıyorsunuz?
I.Y.: Birlikte çalıştığım hastalarımla oldukça yakından ilgilendiğim doğrudur. Fakat bunun benim için ciddi bir problem oluşturduğunu düşünmüyorum. Aslında, eğer sadece bir hastayla yakından ilgilenmiyorsam, hepimizde olduğu gibi, bu yaşananları kocaman bir data olarak kullanıyorum. Konuşmak istediğimiz onca şey için malzeme elde etmiş oluyoruz. Hastaların terapi odalarındaki davranışlarından yola çıkarak diğer insanlarla olan ilişkilerinin de benzer şekilde olduğuna dair varsayımlar yapıyorum. Bu elbette ilk birkaç seans için geçerli olmayabilir, fakat ister bireysel ister grup terapisi olsun, süreç ilerledikçe, terapi kendi içinde bir küçük bir sosyal yapılanma olmaya başlıyor. Ben de bu bilgiyi kullanıyorum.
Çoğu zaman zor olan nokta ise seansları bitirmek, sonlandırmak. Bazen hastaların dirençlerini kırmak için bunu gündeme getirmek zorunda kalıyorum. Son birkaç yıl içinde, biraz daha olgunlaşmış olmamla da bağlantılı olarak, hastalarıma uzun dönemli vaatler vermeyi tercih etmemeye başladım. Bunun yerine, sonlandırmanın bir ön denemesini yapıyorum. Hastalarıma örneğin onları bir yıl süreyle göreceğimi söylüyorum ya da terapi süreci ile ilgili belli bir zamanı baştan belirtiyorum. Ama tabii ki hastalarımla kişisel bir bağlantım oluyor ve onları özlüyorum. Bu nedenle gelecekte olabilecek bağlantılar için kapıyı hep aralık bırakıyorum. Fakat kişisel sınırlarla ilgili olarak şu zamana kadar problem yaşadığım hiç aklıma gelmiyor.
NAJP: Peki bir hastayla ilgili sürecin tamamlandığını nerden anlıyorsunuz?
I.Y: Sanırım en büyük gösterge elimizde üzerinde çalışabileceğimiz çok fazla materyalin kalmayışı oluyor. Hasta, bazı şeyleri kırmaya, kendisi hakkında yeni şeyler keşfetmeye, kendisini açıklamaya ve içeriği kurumaya başladığı sürece terapi devam eder ancak kendilerini çok rahat hissetmeye başladıklarında ve temel problemleri ile ilgili yakınmaları dindiğinde, geriye yapılabilecek ne kaldığını merak etmeye başlarım. Çoğunlukla hastalar, çalışılabileceğimiz tüm önemli şeyleri çalışıp bitirmiş bile olsak devam etmek isterler. Biz de, bağlanma problemlerine göz atmaya başlarız ve beni kaybetmekle ilgili hisleri üzerine çalışırız.
NAJP: “Ne istiyorsun?” sorusunun neden bu kadar etkili olduğunu düşünüyorsunuz?
I.Y: Bu sorunun kullanımı ile ilgili bir takım şeyleri “Aşkın Cellâdı (2000)” isimli kitabımın giriş kısmında yazmıştım. Bence bu soruya vurgu yaparsanız, daha derin ve varoluşsal yansımalara daha çabuk varıyorsunuz. Gerçekten ne istiyoruz, bu amaçlar, istekler ve ihtiyaçlar elde edilebilir şeyler mi? Bence böylesi bir yüzleşme, insanları yaşama amaçları ile karşı karşıya getiriyor ve bu amaçların etrafında dönen sorunları da görmemizi sağlıyor.
NAJP: Varoluşsal sorunlar olarak bahsettiğiniz Ölüm, İzolasyon (yalnızlık), Özgürlük ve Anlam arasında herhangi bir hiyerarşi var mı?I.Y:
Ben bu nihai endişeleri sadece pedagojik nedenlerle ayırabilirim. Gerçek yaşamda aslında hiç biri birbirinden ayrı meydana gelmiyor aksine, muğlâk ama iç içe geçmiş bir bağlantıları var. Geçenlerde, çok fazla ölüm anksiyetesinden yakınan biriyle çalışıyordum. Üzerinde konuştuğu en önemli sorunlarından bir tanesi: “Eğer ben ölüme doğru gidiyorsam, bedeni varlığım kaybolup gidecekse ve eğer tüm hayatlar sonlanacaksa, herhangi bir şeyin bir amacı olabilir mi?” İşte tam burada ölüm ile anlam sorunsallarının nasıl da iç içe geçmiş olduğunu görüyoruz. Nihayet, bir şekilde ölüme ilişkin sorunsalların daha öncelikli bir yere sahip, diğerlerinin altına yatan, zemin oluşturan gibi. Benim klinik deneyimlerim süresince de, doğrudan ya da dolaylı olarak hastalarım tarafından en çok ve en açıkça dile getirilen sorun olmuştur.
Diğer endişeler ise, biraz daha altta, çoğunlukla görünenin içine saklı vaziyettedir. Mesela izolasyonu örnek alalım. Benim varoluşsal yaklaşımımda izolasyon kişiler arası bir anlam taşımıyor fakat dünyadan izole olmak, dünyanın içinde var olan bireysel yalnızlık duygusu, en nihayetinde bu dünyayı bir başımıza terk edeceğimize dair olan bilgimiz. Bu özellikle insanlar ölüme yaklaştıklarını düşündüklerinde önemli hale gelir. Belki ölümcül bir hastalığa sahiptirler ve birden bire bir başlarına ölmek zorunda olduklarını fark ederler. Fakat bu klinik çalışmalarımız sırasında direkt olarak gözlemleyebildiğimiz bir şey değildir. Daha çok insanlar ölmekle ilgili korkularını ve bunlar etrafında dönmekte olan kaygılarını anlatırlar.