superisi23
Kullanıcı
- 30 May 2008
- En iyi cevaplar
- 0
- 0
SANKİ BİRİ BİR DÜĞMEYE BASTI VE HAYATIM BİR GÜN İÇİNDE ALTÜST OLDU
Oğlumu uyutmak için ayaklarımda sallıyordum. Hiç beklemediğim bir anda gözlerini kocaman kocaman açtı, göz bebeklerini arkaya devirdi. Acı bir ses çıkardı ve morardı. Onu kucakladım, pelte gibiydi. Sanki tüm vücudu felç olmuştu. Çığlıklarıma komşum yetişti. İkimiz de ne yapacağımızı bilemiyorduk.
Çocuğumu kaptığımız gibi lavaboya taşıdık. Yüzüne, boynuna su serpmeye başladık. Farkında olmadan, onu tartaklıyor, açıkçası eziyet ediyorduk.
Komşum taksi çağırmaya koştu.
Çocuğuma yardımcı olmak istiyordum ama nasıl? Ne yaptığımı bilmeden, çocuk kucağımda sağa sola şaşkın bir vaziyette evin içinde koşuşturup duruyordum. Bir, gerçek daha vardı, şu an hatırlamak bile is temediğim Ben çocuğumu bu halde görmeye tahammül edemiyordum. İçimden onu bir odada bırakıp, başka bir yerde ağlamak, bağırmak geliyordu. Çocuğunuzun size en çok ihtiyacı olduğu anda ondan kaçıp kurtulmak istemek, içinize bir türlü sindiremediğiniz bir duygu olarak kalır belleğinizde yıllarca.
Şimdi düşünüyorum da, bu kaçış çocuktan değil sorumluluktan kaçıştı. Çocuğuma ne yapmam gerektiğini bilemediğimden yanlış yapmak sorumluluğundan kaçıştı bu. Böyle bir durumda ne yapılacağını ben ne bilebilirdim. Sonuç olarak bir anne idim ben. Her şey bu noktada düğümleniyordu zaten. Madem anne idim, madem bir çocuğu büyütme sorumluluğunu üzerime almıştım, çocuklarda sık görülen böyle bir durumda ne yapılması gerektiğini de öğrenmem, bilmem gerekirdi. Başkalarının çocuklarının başına gelen benimkine gelmeyecek diye bir koşul yoktu.
Tanrım! Neden böyle oldu? Ben ne eksik yaptım? Dün gece muhallebisi iyice ılık değildi. Ondan mı böyle olmuştu? İki gün önce eltimlere gitmiştik. Orada mı bir şey olmuştu? Neden? Neden?
Zar zor bir taksi geldi. Ya da bana her şey yavaş oluyormuş gibi geliyordu. Allah kahretsin! Trafik geçit vermiyor. Çocuğum kucağımda baygın. Ağzı yan tarafa çekiliyor. Sol kolu titriyor. Bunları ne görmeye ne de yaşamaya tahammül edemiyorum. Çırpınan kolunun elimde kalan hissini hala taşımaya devam ediyo*rum Sonunda, kucağımda çocuğum, yalın ayak, gözlerim yaşlı, ne yaptığımı bilmez bir şekilde en yakın hastaneye vardık.
Doktorlar diğer çocukları bıraksınlar hemen benim yavruma baksınlar istiyorum. Fakat tam tersine ortalıkta hiç telaş yok. Herkes işini yapıyor. Doktorların, hemşirelerin bu rahat tavırları sinirlerimi daha da gerdi. Benim yavrum ölüyor, onlar işlerini sanki yavaş çekimde yapıyorlar. Önüme gelene bağırmaya başladım. Ne dediğimi şimdi hiç hatırlamıyorum. Zaten söylerken de bilmiyordum.
Eczaneye koş, kayıt ol, vezneye git. Herkes para istiyor. Yanımda yeterince değil, hiç para yok. Ayağımda terlikler, süratli koşamıyorum. Eşime ulaşmaya çalışıyorum. Telefon kulübeleri, kartlar...
Çocuğum nasıl? Bütün bu koşuşturmaları yaparken ben yavrumun yanında değilim...
Geri döndüğümde, ona serum takmışlardı. Ağzında oksijen maskesi vardı. Burnundan da bir hortum uzanıyordu. Bu manzara çok feci idi. fakat şöyle bir etrafıma bakacak duruma geldiğimde, gördüm ki bu durumdan daha feci görünen durumlar da vardı. İdrar torbaları, akciğer tüpleri, solunum cihazları, kuvözler, vs vs... Tanrım, çevremdeki bu bambaşka boyutu öğrenmem İçin mi ben buradayım? Neden ben bunların farkına, başıma böyle bir şey gelmeden önce varamamışım? Sağlığın kıymeti neden hep kaybedince fark ediliyor? O günü ancak böyle fragmanlarla bölük pörçük anlatabilirim. Aynen hafızamdaki gibi. Bütün değil. Kopuk kopuk.
TELAŞ FAYDASIZDI. BİR O KADAR DA ZARARLI. . EPİLEPSİYİ ÖĞRENDİKÇE ANLIYORSUNUZ BUNU.
Şimdi düşünüyorum da, iyi ki doktorlar, benim telaşımdan etkilenmemişler. Ancak, ilk zamanlar, doğal olarak, şimdiki aklımla düşünemiyordum. Böyle bir hasta ile defalarca karşılaşmış, bu hastalığı bilen ve telaşlanmadan işlerini yapan insanları, 'Neden acele etmiyorlar?' diye suçluyordum. Hatta zaman zaman bu telaşımla gereksiz çıkışlar yapıyordum Onları sinirlendirerek işi kavgaya vardırıyordum. Diyelim ki gerçekten umursamaz davranıyorlar. Benim öfkeli davranışlarım onları hızlandırmıyordu ki, sadece sinirlendiriyordu. Bu durum daha da aleyhimize oluyordu. Bırakın çocuğuma yardımcı olmayı, bize yardım edecek kişilerin bile işlerini aksatıyordum.
EEG'ler, kanlar, laboratuarlar, belinden su aldırırdın aldırmazdın tartışmaları...
Doktorlar, bel suyu almanın hiçbir zararı olmadığına insanı öyle bir ikna etmeye çalışıyorlar ki, tam ters etki yapıyor. Adeta çocuğunuzun belinden su aldırmama mücadelesine giriyorsunuz. 'Zararsız bir müdahale ancak, sizin izniniz gerekli.' diye imzalamanız gerekli bir yazı uzatıyorlar önünüze. Yazıda ne yazdığını şaşkınlıktan okuyamıyorsunuz, bile. Okusanız da anlayamıyorsunuz. Sizin beyninizde sadece '...sorumluluk bana aittir.' kısmı yankılanıp duruyor.
Eğer bu kadar olağan bir işlem ise, neden ailenin iznini istiyorlar. Her yaptıkları işlemden önce izin isteseler yine işkillenmeyeceksiniz. İğne yapıyorlar, serum takıyorlar, burnundan midesine sonda salıyorlar... Tüm bunlar da birer işlem. Bunlardan önce izin istemiyorlar. Bel suyuna gelince, herhangi bir sorun halinde sorumluluğu siz alın istiyorlar. Böyle yapacaklarına, bel suyu nedir, nereden alınır, ne için alınır anlatsalar sorun çıkmayacak.
BEL SUYU NEDİR?
Bel suyu, beynimizin içinde bulunduğu sıvıdır. Beynimiz ve onun uzantısı olan omuriliğimiz birbiri üzerine sarılı üç kılıf ile çevrilidir. Bu önemli ve yumuşak dokuların, ani ve güçlü darbelere karşı korunması için kılıfların en dıştaki ve onun altındakinin arasında, halkın bel suyu diye bildiği, beyin - omurilik sıvısı bulunur. Omurilik belin ortaları seviyesinde sonlanın Sıvıyı içeren zarlar ise kuyruk sokumu seviyesine kadar uzanır. Bir miktar bel suyu işte bu, içinde omurilik olmayıp sadece su olan kısımdan, alınır ve incelenir.
Gerçekten de omuriliğe zararı olmayan tehlikesiz bir yöntemdir. Ama o şaşkınlık içinde çocuğunuzdan 'bel suyu aldırmak' adeta bir karabasan gibi çöker üzerinize. Ailecek bir sinir harbi yaşarsınız. Harbe konu komşu da katılır. Falancanın da belinden su almışlardır, sakat kalmıştır. Falan falan...
Şimdi düşünüyorum da, böyle önemli durumlarda bizler bilir bilmez heyecanlı öyküler anlatmayı çok seviyoruz. Karşımızdakini nasıl etkilediğimizi düşünmeden, gerçeğin ne olduğunu bilmeden, ortama heyecan katmaya bayılıyoruz. Burada amacın yardımcı olmak olduğunu da hiç sanmıyorum. Bence bu, bir şeyler biliyor olma, çorbada tuzu oldu görüntüsü verme içgüdüsünden başka bir şey değil. Çünkü daha sonra üşenmedim öğrendim. Belinden su alındı sakat kaldı denilen kişinin söz konusu sakatlığı, bel suyu alınmadan önce de varmış. Diğer anlatılan öykülerin de peşini bırakmadım, araştırdım. Öğrendim ki, onların sorunları da kesinlikle bel suyu ile alakalı değil. Bu olaydan ben iki sonuç çıkardım.
Birincisi, biz ulusça yardımseveriz. Ama yardım severliğimiz sanki gerçekten yardım etmek için değil de, yardım eder gibi görünmek için. Yol sorduğunuz kişilere dikkat edin. Hepsi adeta yolu tarif etmek için çırpınırlar. Fakat nedense tarifi alan kişi hep kaybolur. Çünkü doğru yol tarif edene rastlamanız tesadüf işidir. Kimse bilmiyorum demez. Hep tarif eder.
İkincisi, bizler gerçek sorunun ne olduğunu pek merak etmiyoruz. Tek isteğimiz sorunun sorumluluğundan kurtulmak. Bunun için de bir suçlu arıyoruz. Bu suçlu kâh bel suyu oluyor, kâh bir ilaç oluyor, kâh başka bir sebep oluyor. Ne olursa olsun sebep bizden uzak olsun istiyoruz. Oğlumun epilepsisi nedeni ile çok sayıda, çocuğu epilepsili olan aile tanıdım. Hiçbirinin çocuğunun epilepsisinin doğuştan olduğunu duymadım. Hepsi epilepsiyi sonradan olma bazı se*beplere bağlamaya çalışıyordu. Haftanın günlerini, günlerin saatlerini suçlayana bile rastladım. İşte, çocuk hep cumaları nöbet geçiriyor, hep ezan vakti nöbet geçiriyor gibi.
İki çocuklu bir aile tanıdım. Anne ile baba akraba idi. Bir yaş ara ile doğmuş iki kızları vardı. Çocuklar, anne babalarına hiç benzemiyorlardı ama birbirlerine adeta İkiz gibi benziyorlardı. İkisi de oldukça kilolu idiler. Birbirinden ayrı duran gözleri vardı. Burunları çok küçük ve aşağı doğru kavisli idi. Başları da vücutlarına ve yaşıtlarına göre çok küçüktü. Aileye göre çocuklardan biri 9 aylık iken herhangi bir sebeple havale geçirmiş ve böyle zekâ özürlü olmuştu. Diğer çocuk da 11 aylık iken yine herhangi bir sebeple havale geçirmiş ve o da zekâ özürlü olmuştu.Doktorlar üçüncü çocuklarının da böyle olabileceğini söylüyorlardı ama onlar buna inanmıyorlar ve mutlaka üçüncü çocuk istiyorlardı. Çünkü onlara göre çocukların bu durumu asla doğuştan değildi. Hele akrabalıktan hiç değildi. Çünkü anne ve babanın, anne ve babaları da akraba idi. Anne 7 kardeş, baba 5 kardeşti ama hepsi gördüğümüz gibi sağlıklı idiler. Bu ailenin gözden kaçırdığı çok önemli bir nokta vardı. Kendileri 5 ve 7 sağlam kardeştiler ama birinin annesi 9 diğerininki 3 düşük yapmıştı. Kimse o düşükleri sorgulamıyor, daha doğrusu sorgulamaktan kaçıyordu. Neyse, sanırım bu kaçış süregelen töreler ve cehaletten kaçmaktan daha kolay oluyordu.
Oysa sorunun ne olduğunu anlamaya çalışsak ona göre doğru çözüm de üretebiliriz. Kurt puslu havayı sever. Onun gibi, düşman karanlıkta ise, ona yenilirsiniz. Sevgili anneannem 'düşmanını daima yakınında tut' derdi. Biz ise sorunu haftanın günlerinde saatlerinde arıyorduk. Ben, sorunu kendi dışında aramanın altında yatan esas sebebi mücadele etme isteğinin olmamasına bağlıyorum.
...ALINTIDIR...Oğlumu uyutmak için ayaklarımda sallıyordum. Hiç beklemediğim bir anda gözlerini kocaman kocaman açtı, göz bebeklerini arkaya devirdi. Acı bir ses çıkardı ve morardı. Onu kucakladım, pelte gibiydi. Sanki tüm vücudu felç olmuştu. Çığlıklarıma komşum yetişti. İkimiz de ne yapacağımızı bilemiyorduk.
Çocuğumu kaptığımız gibi lavaboya taşıdık. Yüzüne, boynuna su serpmeye başladık. Farkında olmadan, onu tartaklıyor, açıkçası eziyet ediyorduk.
Komşum taksi çağırmaya koştu.
Çocuğuma yardımcı olmak istiyordum ama nasıl? Ne yaptığımı bilmeden, çocuk kucağımda sağa sola şaşkın bir vaziyette evin içinde koşuşturup duruyordum. Bir, gerçek daha vardı, şu an hatırlamak bile is temediğim Ben çocuğumu bu halde görmeye tahammül edemiyordum. İçimden onu bir odada bırakıp, başka bir yerde ağlamak, bağırmak geliyordu. Çocuğunuzun size en çok ihtiyacı olduğu anda ondan kaçıp kurtulmak istemek, içinize bir türlü sindiremediğiniz bir duygu olarak kalır belleğinizde yıllarca.
Şimdi düşünüyorum da, bu kaçış çocuktan değil sorumluluktan kaçıştı. Çocuğuma ne yapmam gerektiğini bilemediğimden yanlış yapmak sorumluluğundan kaçıştı bu. Böyle bir durumda ne yapılacağını ben ne bilebilirdim. Sonuç olarak bir anne idim ben. Her şey bu noktada düğümleniyordu zaten. Madem anne idim, madem bir çocuğu büyütme sorumluluğunu üzerime almıştım, çocuklarda sık görülen böyle bir durumda ne yapılması gerektiğini de öğrenmem, bilmem gerekirdi. Başkalarının çocuklarının başına gelen benimkine gelmeyecek diye bir koşul yoktu.
Tanrım! Neden böyle oldu? Ben ne eksik yaptım? Dün gece muhallebisi iyice ılık değildi. Ondan mı böyle olmuştu? İki gün önce eltimlere gitmiştik. Orada mı bir şey olmuştu? Neden? Neden?
Zar zor bir taksi geldi. Ya da bana her şey yavaş oluyormuş gibi geliyordu. Allah kahretsin! Trafik geçit vermiyor. Çocuğum kucağımda baygın. Ağzı yan tarafa çekiliyor. Sol kolu titriyor. Bunları ne görmeye ne de yaşamaya tahammül edemiyorum. Çırpınan kolunun elimde kalan hissini hala taşımaya devam ediyo*rum Sonunda, kucağımda çocuğum, yalın ayak, gözlerim yaşlı, ne yaptığımı bilmez bir şekilde en yakın hastaneye vardık.
Doktorlar diğer çocukları bıraksınlar hemen benim yavruma baksınlar istiyorum. Fakat tam tersine ortalıkta hiç telaş yok. Herkes işini yapıyor. Doktorların, hemşirelerin bu rahat tavırları sinirlerimi daha da gerdi. Benim yavrum ölüyor, onlar işlerini sanki yavaş çekimde yapıyorlar. Önüme gelene bağırmaya başladım. Ne dediğimi şimdi hiç hatırlamıyorum. Zaten söylerken de bilmiyordum.
Eczaneye koş, kayıt ol, vezneye git. Herkes para istiyor. Yanımda yeterince değil, hiç para yok. Ayağımda terlikler, süratli koşamıyorum. Eşime ulaşmaya çalışıyorum. Telefon kulübeleri, kartlar...
Çocuğum nasıl? Bütün bu koşuşturmaları yaparken ben yavrumun yanında değilim...
Geri döndüğümde, ona serum takmışlardı. Ağzında oksijen maskesi vardı. Burnundan da bir hortum uzanıyordu. Bu manzara çok feci idi. fakat şöyle bir etrafıma bakacak duruma geldiğimde, gördüm ki bu durumdan daha feci görünen durumlar da vardı. İdrar torbaları, akciğer tüpleri, solunum cihazları, kuvözler, vs vs... Tanrım, çevremdeki bu bambaşka boyutu öğrenmem İçin mi ben buradayım? Neden ben bunların farkına, başıma böyle bir şey gelmeden önce varamamışım? Sağlığın kıymeti neden hep kaybedince fark ediliyor? O günü ancak böyle fragmanlarla bölük pörçük anlatabilirim. Aynen hafızamdaki gibi. Bütün değil. Kopuk kopuk.
TELAŞ FAYDASIZDI. BİR O KADAR DA ZARARLI. . EPİLEPSİYİ ÖĞRENDİKÇE ANLIYORSUNUZ BUNU.
Şimdi düşünüyorum da, iyi ki doktorlar, benim telaşımdan etkilenmemişler. Ancak, ilk zamanlar, doğal olarak, şimdiki aklımla düşünemiyordum. Böyle bir hasta ile defalarca karşılaşmış, bu hastalığı bilen ve telaşlanmadan işlerini yapan insanları, 'Neden acele etmiyorlar?' diye suçluyordum. Hatta zaman zaman bu telaşımla gereksiz çıkışlar yapıyordum Onları sinirlendirerek işi kavgaya vardırıyordum. Diyelim ki gerçekten umursamaz davranıyorlar. Benim öfkeli davranışlarım onları hızlandırmıyordu ki, sadece sinirlendiriyordu. Bu durum daha da aleyhimize oluyordu. Bırakın çocuğuma yardımcı olmayı, bize yardım edecek kişilerin bile işlerini aksatıyordum.
EEG'ler, kanlar, laboratuarlar, belinden su aldırırdın aldırmazdın tartışmaları...
Doktorlar, bel suyu almanın hiçbir zararı olmadığına insanı öyle bir ikna etmeye çalışıyorlar ki, tam ters etki yapıyor. Adeta çocuğunuzun belinden su aldırmama mücadelesine giriyorsunuz. 'Zararsız bir müdahale ancak, sizin izniniz gerekli.' diye imzalamanız gerekli bir yazı uzatıyorlar önünüze. Yazıda ne yazdığını şaşkınlıktan okuyamıyorsunuz, bile. Okusanız da anlayamıyorsunuz. Sizin beyninizde sadece '...sorumluluk bana aittir.' kısmı yankılanıp duruyor.
Eğer bu kadar olağan bir işlem ise, neden ailenin iznini istiyorlar. Her yaptıkları işlemden önce izin isteseler yine işkillenmeyeceksiniz. İğne yapıyorlar, serum takıyorlar, burnundan midesine sonda salıyorlar... Tüm bunlar da birer işlem. Bunlardan önce izin istemiyorlar. Bel suyuna gelince, herhangi bir sorun halinde sorumluluğu siz alın istiyorlar. Böyle yapacaklarına, bel suyu nedir, nereden alınır, ne için alınır anlatsalar sorun çıkmayacak.
BEL SUYU NEDİR?
Bel suyu, beynimizin içinde bulunduğu sıvıdır. Beynimiz ve onun uzantısı olan omuriliğimiz birbiri üzerine sarılı üç kılıf ile çevrilidir. Bu önemli ve yumuşak dokuların, ani ve güçlü darbelere karşı korunması için kılıfların en dıştaki ve onun altındakinin arasında, halkın bel suyu diye bildiği, beyin - omurilik sıvısı bulunur. Omurilik belin ortaları seviyesinde sonlanın Sıvıyı içeren zarlar ise kuyruk sokumu seviyesine kadar uzanır. Bir miktar bel suyu işte bu, içinde omurilik olmayıp sadece su olan kısımdan, alınır ve incelenir.
Gerçekten de omuriliğe zararı olmayan tehlikesiz bir yöntemdir. Ama o şaşkınlık içinde çocuğunuzdan 'bel suyu aldırmak' adeta bir karabasan gibi çöker üzerinize. Ailecek bir sinir harbi yaşarsınız. Harbe konu komşu da katılır. Falancanın da belinden su almışlardır, sakat kalmıştır. Falan falan...
Şimdi düşünüyorum da, böyle önemli durumlarda bizler bilir bilmez heyecanlı öyküler anlatmayı çok seviyoruz. Karşımızdakini nasıl etkilediğimizi düşünmeden, gerçeğin ne olduğunu bilmeden, ortama heyecan katmaya bayılıyoruz. Burada amacın yardımcı olmak olduğunu da hiç sanmıyorum. Bence bu, bir şeyler biliyor olma, çorbada tuzu oldu görüntüsü verme içgüdüsünden başka bir şey değil. Çünkü daha sonra üşenmedim öğrendim. Belinden su alındı sakat kaldı denilen kişinin söz konusu sakatlığı, bel suyu alınmadan önce de varmış. Diğer anlatılan öykülerin de peşini bırakmadım, araştırdım. Öğrendim ki, onların sorunları da kesinlikle bel suyu ile alakalı değil. Bu olaydan ben iki sonuç çıkardım.
Birincisi, biz ulusça yardımseveriz. Ama yardım severliğimiz sanki gerçekten yardım etmek için değil de, yardım eder gibi görünmek için. Yol sorduğunuz kişilere dikkat edin. Hepsi adeta yolu tarif etmek için çırpınırlar. Fakat nedense tarifi alan kişi hep kaybolur. Çünkü doğru yol tarif edene rastlamanız tesadüf işidir. Kimse bilmiyorum demez. Hep tarif eder.
İkincisi, bizler gerçek sorunun ne olduğunu pek merak etmiyoruz. Tek isteğimiz sorunun sorumluluğundan kurtulmak. Bunun için de bir suçlu arıyoruz. Bu suçlu kâh bel suyu oluyor, kâh bir ilaç oluyor, kâh başka bir sebep oluyor. Ne olursa olsun sebep bizden uzak olsun istiyoruz. Oğlumun epilepsisi nedeni ile çok sayıda, çocuğu epilepsili olan aile tanıdım. Hiçbirinin çocuğunun epilepsisinin doğuştan olduğunu duymadım. Hepsi epilepsiyi sonradan olma bazı se*beplere bağlamaya çalışıyordu. Haftanın günlerini, günlerin saatlerini suçlayana bile rastladım. İşte, çocuk hep cumaları nöbet geçiriyor, hep ezan vakti nöbet geçiriyor gibi.
İki çocuklu bir aile tanıdım. Anne ile baba akraba idi. Bir yaş ara ile doğmuş iki kızları vardı. Çocuklar, anne babalarına hiç benzemiyorlardı ama birbirlerine adeta İkiz gibi benziyorlardı. İkisi de oldukça kilolu idiler. Birbirinden ayrı duran gözleri vardı. Burunları çok küçük ve aşağı doğru kavisli idi. Başları da vücutlarına ve yaşıtlarına göre çok küçüktü. Aileye göre çocuklardan biri 9 aylık iken herhangi bir sebeple havale geçirmiş ve böyle zekâ özürlü olmuştu. Diğer çocuk da 11 aylık iken yine herhangi bir sebeple havale geçirmiş ve o da zekâ özürlü olmuştu.Doktorlar üçüncü çocuklarının da böyle olabileceğini söylüyorlardı ama onlar buna inanmıyorlar ve mutlaka üçüncü çocuk istiyorlardı. Çünkü onlara göre çocukların bu durumu asla doğuştan değildi. Hele akrabalıktan hiç değildi. Çünkü anne ve babanın, anne ve babaları da akraba idi. Anne 7 kardeş, baba 5 kardeşti ama hepsi gördüğümüz gibi sağlıklı idiler. Bu ailenin gözden kaçırdığı çok önemli bir nokta vardı. Kendileri 5 ve 7 sağlam kardeştiler ama birinin annesi 9 diğerininki 3 düşük yapmıştı. Kimse o düşükleri sorgulamıyor, daha doğrusu sorgulamaktan kaçıyordu. Neyse, sanırım bu kaçış süregelen töreler ve cehaletten kaçmaktan daha kolay oluyordu.
Oysa sorunun ne olduğunu anlamaya çalışsak ona göre doğru çözüm de üretebiliriz. Kurt puslu havayı sever. Onun gibi, düşman karanlıkta ise, ona yenilirsiniz. Sevgili anneannem 'düşmanını daima yakınında tut' derdi. Biz ise sorunu haftanın günlerinde saatlerinde arıyorduk. Ben, sorunu kendi dışında aramanın altında yatan esas sebebi mücadele etme isteğinin olmamasına bağlıyorum.