Bu serzenişe bir farklı bir yorumla katılmak isterim, kendi yaşadıklarımdan yola çıkarak. Sizi tanımıyorum manas, yaşam koşullarınızı bilmiyorum, ve bu şikayetinizin nedenini anlayamam elbette, bu nedenle size "böyle yap/yapma" gibi önerilerde bulunamam.
Ben İstanbul gibi bir şehirde büyüttüğüm iki kızımla, ki ben şehir ayrımcılığınada pek takılmam, çünkü tehlike varsa, ve insan bu tehlikelere maruz kalıyorsa, yetiştirilmesinde bir hata olduğu görüşünü savunurum, yalnız bir insanım.
Gençliğimde ataktım. Lider olma özelliklerim vardı ve pratik çözüm önerilerim. Zaman içinde, bu özellikler insanların size danışmalarına, yapılacak işleri size bırakmalarına neden olur ve birazda "başarmanın" verdiği hazzıda yaşamak için her işin üstesinden gelmeye çalışırsınız. Güçlüsünüzdür yani.
Yaşam bir tiyatro sahnesidir deriz ya, işte rolünüz belirlenmiştir.
Artık rahatça duygularınızı beli edemezsiniz. İnsanların sizin güçsüzlüğünüzü görmelerinden rahatsız olursunuz.
"Kendine yetmek" deyimini kullanmışsınız, sadece kendine değil, çevresinde yardıma gereksinim duyan herkese yetişmek gibi bir misyon sahibi olursunuz ve yetişirsinizde.
Sözettiğim kendi yaşamım!
Hiç kimsenin omuzunda ağlamadım, hiç şikayet etmedim. Hep dimdik ayakta kalmalıydım!
Ne mi oldu?
Hastalandım!
Bu kez kanserle mücadele etmeye başladım. Onu yenebilecek gücüm vardı, ve yendim!
Öylesine güçlüydüm ki, kontrollere, muayenelere yürümekte zorlandığım, acı çektiğim zamanlarda bile tek başıma gitmeye kalkıştım. Düştüm! Kimseye söylemedim!
Onu yenerken, geçtiğini sandığım eski hastalığım kapımı çaldı; panik atak!
Ve yeniden psikiyatristler!
Kullandığım ağır ilaçlara eklenen yeşil reçeteli saçma sapan bağımlılık yapan, insanı uyuşturan bir dolu ilaç...
Ve bir sabah, kızımın bana sarfettiği bir söz üzerine, ki öyle büyük bir hakaret filan değil, sadece ergenlik çağı bunalımlarının neden olduğu ufak bir şikayet diyeyim hadi, sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Ve bağırmaya; "Yeter artık! Yaşamaktan bıktım! Ölmek istiyorum, alıp başımı arkama bile bakmadan gitmek istiyorum!"
Kendi sesime kendim bile inanamıyordum.
Ve herşeyi bıraktım o gün.
Garip bir ruh haline girdim. Tembelleştim.
Bu kez rolüm pasif bir kadın rolüydü. Tüm günümü bilgisayar önünde, forumlara yazarak, oyun oynayarak geçirmeye başladım.Dünyada olan bitenle ilgilenmiyordum artık. Yazı bile yazamıyordum. Söz verdiğim halde çevirileri yapmıyor, yayınevlerini bekletiyordum. Kızlarım artık bana danışmaz olmuşlardı, ailemle bağlarım zayıflamıştı. Aramıyordum, hatta yeğenlerimin düğünlerine bile gitmiyordum bahaneler bularak. Katıldığım tek sosyal olay cenaze törenleriydi!
Ve böyle boş günlerimden birinde, sonraları bu dünyada kimseyle değişmeyeceğim kadar değerli dostumla tanıştım.
Sabırla bana yaşamayı öğretti yeniden. Kabuğumdan çıkardı.
Yeniden yazmaya başladım.
Güçlenmeye bir anlamda...
Ama artık insanlara yaklaşımım farklıydı, ve herşeyin üstesinden tek başıma gelemeyeceğiminde ben farkındaydım. Yaşam birileriyle paylaşınca çok daha yaşanılasıydı gerçekten. Ve herkes güçlüydü aslında! Çünkü bizler doğaya karşı bir mücadele veriyoruz. Bu bile gücümüzün ispatıdır.
Ve bu yeni Zeynep'i ben daha çok sevmeye başladım. Kendimle ve yaşamla barıştım. Hiç bir duygumu saklamadan yaşamak çok daha keyifliydi.
Elbette insanları rencide etmeden...
Hatalarım yok mu? Elbette var, patavatsızlıklarım, söylediğime sonradan çok pişman olduğum sözlerim, kırdığım kişiler...
Bu hataların kaynağı, yaşamda dengeyi kurabilmemin çok gecikmiş olmasıdır.
Denge o kadar önemli ki!
Ve bu dengeyi kurabilmek insani duyguları saklamadan yaşamakla doğrudan bağlantılı bana göre.
Epey uzun uzun anlattım, ve bu vesileyle arada tutan hırçınlıklarım nedeniyle kırdığım tüm arkadaşlarımdan özür dilerim.
Size önerebileceğim tek şey, dengeyi bulmanızdır sevgili manas. Yani bu kadar uzun bir özeleştiriden, çıkarmanız gereken sonuç bu olmalı bence.
Birisinin omuzuna başını yaslayıp ağlamak, komik bir olaya kahkalarla gülmek kadar güzel...
Teşekkürler.