Codex
Özgür Şahin
Site Kurucusu
Bu hafta size, “İyi Düşün Doğru Karar Ver” kitabından bir bölümü aktarmak istiyorum. Okuyanlar bilirler, kitap iki kişi arsındaki bir sohbetten oluşmaktadır: bu sohbet sevgisine karşılık bulamayan Timur adında bir üniversiteli gençle, Yakup adında yaşlı bir bilge kişi arasında oluşmaktadır.
Kendini aşağılanmış, reddedilmiş yapayalnız ve değersiz hisseden Timur az kalsın bir trafik kazasına kurban gidecekken oradan geçmekte olan Yakup Bey koluna girer ve onu emin bir yere götürür. Yakup Bey gencin dertli olduğunu gözlerinden anlar. Konuşmaya ve buluşmaya başlarlar. Aşağıdaki kısım, ikinci buluşmalarında aralarında yer alan bir konuşmadan alınmıştır:
“Yakup Bey, o gün benim yüzümde gördüğünüz ifade sizce neyi belirtiyordu,” diye sorarak merakımı ifade ettim.
“Duygu, düşünce ve davranışlarıyla yaşamı özgürce kucaklayamayan, henüz özüne ulaşamamış bir insanın iç burukluğunu ve acısını gördüm sizin yüzünüzde.”
Yakup Bey’in sözü hedefini bulmuş bir ok gibi zihnime saplandı. Bu sözün önemini sezgisel olarak kavradığımı hissediyordum, bir düzeyde bana anlamlı geliyordu, ama başka bir düzeyde bu sözü duymak istemiyordum. İçimde bir hüzün, bir acı, bir yalnızlık duygusu kıpırdanmaya başladı.
Yine o şefkat dolu gözler üzerime çevrildi. “Başkalarının beklentilerini yaşamak çoğu kimseye kolay gelir,” diye sözüne devam etti. “Ne var ki, çaresizlik nedeniyle başkalarının beklentilerini yaşayan insan yalnızdır, hem de derin bir yalnızlığa gömülüdür.”
Bir yandan söylediklerini anlayıp anlamadığımı, önem verip vermediğimi keşfetmek istercesine yüzüme bakıyordu, bir yandan konuşmasını sürdürüyordu.
“Çünkü kendiyle ilişkisi kopuktur. Kendiyle ilişkisi olmayan insanın gerçek anlamda kimseyle ilişkisi olamaz.”
Bu söz üzerine aramızda şöyle bir etkileşim geçti:
“Kişinin kendiyle ilişkisi olması ne demek?”
“Yaşamının bilincinde olarak kendi ilke ve değerleri çerçevesinde düşünce, duygu ve davranışlarını anlamlandırması demek.”
“Herkes yaşamının bilincinde değil mi?”
“Benim söylediğim anlamda hayır! Biyolojik olarak yaşıyor olduğunu bilmek, yaşamının bilincinde olmak anlamına gelmez. Yaşamının bilincinde olan kişi kendini evrenle, ailesiyle, mahallesiyle, kasabasıyla, ülkesiyle, dünyasıyla ve kademe kademe tüm evrenle ilişki içinde görür. Evrenle ilişkisini kendisi keşfeder; bu ilişkilerin anlamını kendi verir, başkası değil.”
“Yani yaşamın anlamı kişiden kişiye değişiyor mu?”
“Her insan tektir, emsalsizdir; kendine özgü zengin bir iç evreni vardır. Ne var ki, çoğu kez bu emsalsizliği görmez, insanları birbirine benzer kalıplar içinde algılarız. Kişi kendine bu kalıplar çerçevesinde bakmaya başladı mı, kendiyle ilişki kuramaz. Bu anlamda «kendiyle ilişkisi olmayan insanın gerçek anlamda kimseyle ilişkisi olamaz» dedim.”
Bir an sustu. Ihlamurundan bir yudum aldı ve konuşmasına devam etti:
“Örneğin, sizin Nesrin’in kendisiyle ilişkiniz yoktu, kafanızda yarattığınız Nesrin kalıbıyla ilişki içinde idiniz: Zengin ailenin kızı, sosyal ve ekonomik avantajlar getirecek bir varlık. Anlattıklarınızdan çıkardığım kadarıyla Nesrin de kendisini bulmuş, kendiyle ilişkisini geliştirmiş biri değil. Ne var ki, o sizin beklentilerinize uyduğu halde, siz onun kalıplarına uymuyorsunuz.”
Ihlamurunu tazeleyen garsona teşekkür ettikten sonra sözlerine devam etti: “Kendini keşfetme süreci içinde olan insanların başına sizin başınıza gelen türden olaylar gelir ve onlar da sizin gibi hüzünlenirler, acı çekerler. Hüznünüzü kaybetmeyin. Acınızı ucuza satmayın. Kendinizi bulmanız için yaşam size güzel olanaklar veriyor. Bu fırsatları kullanın. Sizin yaşamınıza yön verecek ilke ve değerleri bulma çabasına girin. Kendi öz ilke ve değerlerinizi keşfederek onları duygu, düşünce ve davranışlarınızda ifade edecek kişisel bütünlüğü ve yürekliliği geliştirin. İşte insanın gerçek özgürlüğü budur. Bu özgürlüğü yaşamlarının temeline oturtmayanlar, kendilerinin değil ancak başkalarının beklentilerini yaşarlar.”
Ne cevap vereceğimi bilemiyordum. Söyledikleri şeyler benim için yeniydi. Bir yandan kendimi savunmak ve ona kalıpların ötesinde olduğumu göstermek istiyordum; diğer yandan içimdeki ses, yaşamımda çok önemli olacak bir insanla tanıştığımı ve savunucu olmamam gerektiğini söylüyordu. Söyledikleri sanki beni büyülemişti.
“Kendini arayan birçok insan bu arayıştan yorulur ve vazgeçer,” dedi. Yüzüme uzun uzun baktıktan sonra, “Söylendiği gibi yaşamak, kendi yaşamını kurmaktan çok daha kolaydır,” diye sözüne devam etti:
Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. İçimde tanımlayamadığım bir tür heyecan, bir coşku kıpırdanmaya başlamıştı.
“Bunun temelinde ne yatar, biliyor musunuz?” diye bana bir soru yöneltti. İçimde kıpırdamaya başlayan duygulara kendimi kaptırmıştım, sorusunun ne anlama geldiğini anlayamadım. Sorusunu anlamadığımı yüzümden anlamış olacak ki, açtı:
“Yani kendi yaşamını kurmak isteyen insanla, söylendiği gibi yaşamaya devam eden insanı ayırt eden temel özellik nedir, biliyor musunuz?” diye sorusunu yineledi.
Bilmediğimi söyledim.
“İnsan acı çekmenin, ıstırap çekmenin tam hakkını verir ve onları yaşamında bir öğretici olarak kullanabilirse, ilke ve değerlerini keşfederek zamanla kendine özgü iç dünyasını oluşturabilir. Ama, yaşamın acılarından kaçınmak için değişik savunmalar içine girerse, kendi öz ilke ve değerlerine ulaşamaz. Şimdi yaşam size özgü acıları önünüze koyuyor. Ya bu acıları göğüsler, onların hakkını vererek anlar ve üzerinde uğraşırsınız, ya da «Nesrin kim oluyormuş da beni beğenmiyormuş»dan başlayan ve her gün kafayı çekerek zil zurna sarhoş olmaya kadar giden birçok savunucu davranıştan birine kendinizi kaptırırsınız. Seçim sizin.”
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Yüzüne bakıyordum. İçimdeki coşku kıvılcımı daha da kuvvetleniyordu. Gerçekten bana önem veren ve bütün dürüstlüğüyle benimle konuşan değerli bir insanla karşı karşıya olduğumu sezinliyordum. Ama söyleyecek söz bulamıyor, yüzüne bakıyordum.
“Kendi temel ilke ve değerleri çerçevesinde yaşayan bir insan olmak istiyor musunuz?” diye sordu.
Tereddütsüz, “Evet!” cevabını verdim.
“Kendi temel ilke ve değerleri çerçevesinde yaşayan insan olmak için ne yapmak gerektiğini biliyor musunuz?” sorusuna da, yine tereddütsüz, “Hayır!” cevabını verdim.
“Timur Bey, kapsamlı ve derinliği olan bir konu ile ilgileniyoruz. Konuyu irdelemek, araştırmak, tartışmak istiyorsanız, sizinle işbirliğine hazırım. Böylesine önemli bir konuyu birkaç karşılaşmada inceleyemeyeceğimiz aşikar. Zamanınız oldukça gelin, adım adım konunun temel boyutlarını tartışalım,” dedi.
Şaşırıp kalmıştım. Böylesine olgun, gönlü ve kafası zengin bir insanın bana bu kadar zaman ayırabileceğini kabul edemiyordum.
“Sizin zamanınızı almış olmaktan çekiniyorum, Yakup Bey!” diyerek kafamdan geçeni kendimce dile getirdim. O çok rahat “Timur Bey, eğer zamanım olmazsa size söylerim. Lütfen siz benim namıma karar vermeyin. Kendi yaşamımla ilgili konularda karar verecek güç ve yeteneğim var,” diyerek gülümsedi.
Bir süre sessiz kaldıktan sonra Yakup Bey konuşmaya başladı:
“İki koşulum var: 1) İlişkimizde eşit olacağız. Bu konuya «Bey» kelimesini tartışırken daha önce değinmiştim. 2) Birbirimize açık olacağız. İç dünyamızı olduğu gibi paylaşabilme cesaretini göstereceğiz. Ne dersiniz?”
Her iki koşulu da memnuniyetle kabul ettiğimi bildirdim.
Daha sonra yeniden görüşme vadiyle Yakup Bey’den ayrıldım. İçimde söze vuramadığım bir tür kıvançla odama geldim ve yine üstümü çıkarmadan yattım. Ama bu kez ağlamıyordum.
Heyecanlıydım. O gece kolay uyuyamadım.
Kendini aşağılanmış, reddedilmiş yapayalnız ve değersiz hisseden Timur az kalsın bir trafik kazasına kurban gidecekken oradan geçmekte olan Yakup Bey koluna girer ve onu emin bir yere götürür. Yakup Bey gencin dertli olduğunu gözlerinden anlar. Konuşmaya ve buluşmaya başlarlar. Aşağıdaki kısım, ikinci buluşmalarında aralarında yer alan bir konuşmadan alınmıştır:
“Yakup Bey, o gün benim yüzümde gördüğünüz ifade sizce neyi belirtiyordu,” diye sorarak merakımı ifade ettim.
“Duygu, düşünce ve davranışlarıyla yaşamı özgürce kucaklayamayan, henüz özüne ulaşamamış bir insanın iç burukluğunu ve acısını gördüm sizin yüzünüzde.”
Yakup Bey’in sözü hedefini bulmuş bir ok gibi zihnime saplandı. Bu sözün önemini sezgisel olarak kavradığımı hissediyordum, bir düzeyde bana anlamlı geliyordu, ama başka bir düzeyde bu sözü duymak istemiyordum. İçimde bir hüzün, bir acı, bir yalnızlık duygusu kıpırdanmaya başladı.
Yine o şefkat dolu gözler üzerime çevrildi. “Başkalarının beklentilerini yaşamak çoğu kimseye kolay gelir,” diye sözüne devam etti. “Ne var ki, çaresizlik nedeniyle başkalarının beklentilerini yaşayan insan yalnızdır, hem de derin bir yalnızlığa gömülüdür.”
Bir yandan söylediklerini anlayıp anlamadığımı, önem verip vermediğimi keşfetmek istercesine yüzüme bakıyordu, bir yandan konuşmasını sürdürüyordu.
“Çünkü kendiyle ilişkisi kopuktur. Kendiyle ilişkisi olmayan insanın gerçek anlamda kimseyle ilişkisi olamaz.”
Bu söz üzerine aramızda şöyle bir etkileşim geçti:
“Kişinin kendiyle ilişkisi olması ne demek?”
“Yaşamının bilincinde olarak kendi ilke ve değerleri çerçevesinde düşünce, duygu ve davranışlarını anlamlandırması demek.”
“Herkes yaşamının bilincinde değil mi?”
“Benim söylediğim anlamda hayır! Biyolojik olarak yaşıyor olduğunu bilmek, yaşamının bilincinde olmak anlamına gelmez. Yaşamının bilincinde olan kişi kendini evrenle, ailesiyle, mahallesiyle, kasabasıyla, ülkesiyle, dünyasıyla ve kademe kademe tüm evrenle ilişki içinde görür. Evrenle ilişkisini kendisi keşfeder; bu ilişkilerin anlamını kendi verir, başkası değil.”
“Yani yaşamın anlamı kişiden kişiye değişiyor mu?”
“Her insan tektir, emsalsizdir; kendine özgü zengin bir iç evreni vardır. Ne var ki, çoğu kez bu emsalsizliği görmez, insanları birbirine benzer kalıplar içinde algılarız. Kişi kendine bu kalıplar çerçevesinde bakmaya başladı mı, kendiyle ilişki kuramaz. Bu anlamda «kendiyle ilişkisi olmayan insanın gerçek anlamda kimseyle ilişkisi olamaz» dedim.”
Bir an sustu. Ihlamurundan bir yudum aldı ve konuşmasına devam etti:
“Örneğin, sizin Nesrin’in kendisiyle ilişkiniz yoktu, kafanızda yarattığınız Nesrin kalıbıyla ilişki içinde idiniz: Zengin ailenin kızı, sosyal ve ekonomik avantajlar getirecek bir varlık. Anlattıklarınızdan çıkardığım kadarıyla Nesrin de kendisini bulmuş, kendiyle ilişkisini geliştirmiş biri değil. Ne var ki, o sizin beklentilerinize uyduğu halde, siz onun kalıplarına uymuyorsunuz.”
Ihlamurunu tazeleyen garsona teşekkür ettikten sonra sözlerine devam etti: “Kendini keşfetme süreci içinde olan insanların başına sizin başınıza gelen türden olaylar gelir ve onlar da sizin gibi hüzünlenirler, acı çekerler. Hüznünüzü kaybetmeyin. Acınızı ucuza satmayın. Kendinizi bulmanız için yaşam size güzel olanaklar veriyor. Bu fırsatları kullanın. Sizin yaşamınıza yön verecek ilke ve değerleri bulma çabasına girin. Kendi öz ilke ve değerlerinizi keşfederek onları duygu, düşünce ve davranışlarınızda ifade edecek kişisel bütünlüğü ve yürekliliği geliştirin. İşte insanın gerçek özgürlüğü budur. Bu özgürlüğü yaşamlarının temeline oturtmayanlar, kendilerinin değil ancak başkalarının beklentilerini yaşarlar.”
Ne cevap vereceğimi bilemiyordum. Söyledikleri şeyler benim için yeniydi. Bir yandan kendimi savunmak ve ona kalıpların ötesinde olduğumu göstermek istiyordum; diğer yandan içimdeki ses, yaşamımda çok önemli olacak bir insanla tanıştığımı ve savunucu olmamam gerektiğini söylüyordu. Söyledikleri sanki beni büyülemişti.
“Kendini arayan birçok insan bu arayıştan yorulur ve vazgeçer,” dedi. Yüzüme uzun uzun baktıktan sonra, “Söylendiği gibi yaşamak, kendi yaşamını kurmaktan çok daha kolaydır,” diye sözüne devam etti:
Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. İçimde tanımlayamadığım bir tür heyecan, bir coşku kıpırdanmaya başlamıştı.
“Bunun temelinde ne yatar, biliyor musunuz?” diye bana bir soru yöneltti. İçimde kıpırdamaya başlayan duygulara kendimi kaptırmıştım, sorusunun ne anlama geldiğini anlayamadım. Sorusunu anlamadığımı yüzümden anlamış olacak ki, açtı:
“Yani kendi yaşamını kurmak isteyen insanla, söylendiği gibi yaşamaya devam eden insanı ayırt eden temel özellik nedir, biliyor musunuz?” diye sorusunu yineledi.
Bilmediğimi söyledim.
“İnsan acı çekmenin, ıstırap çekmenin tam hakkını verir ve onları yaşamında bir öğretici olarak kullanabilirse, ilke ve değerlerini keşfederek zamanla kendine özgü iç dünyasını oluşturabilir. Ama, yaşamın acılarından kaçınmak için değişik savunmalar içine girerse, kendi öz ilke ve değerlerine ulaşamaz. Şimdi yaşam size özgü acıları önünüze koyuyor. Ya bu acıları göğüsler, onların hakkını vererek anlar ve üzerinde uğraşırsınız, ya da «Nesrin kim oluyormuş da beni beğenmiyormuş»dan başlayan ve her gün kafayı çekerek zil zurna sarhoş olmaya kadar giden birçok savunucu davranıştan birine kendinizi kaptırırsınız. Seçim sizin.”
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Yüzüne bakıyordum. İçimdeki coşku kıvılcımı daha da kuvvetleniyordu. Gerçekten bana önem veren ve bütün dürüstlüğüyle benimle konuşan değerli bir insanla karşı karşıya olduğumu sezinliyordum. Ama söyleyecek söz bulamıyor, yüzüne bakıyordum.
“Kendi temel ilke ve değerleri çerçevesinde yaşayan bir insan olmak istiyor musunuz?” diye sordu.
Tereddütsüz, “Evet!” cevabını verdim.
“Kendi temel ilke ve değerleri çerçevesinde yaşayan insan olmak için ne yapmak gerektiğini biliyor musunuz?” sorusuna da, yine tereddütsüz, “Hayır!” cevabını verdim.
“Timur Bey, kapsamlı ve derinliği olan bir konu ile ilgileniyoruz. Konuyu irdelemek, araştırmak, tartışmak istiyorsanız, sizinle işbirliğine hazırım. Böylesine önemli bir konuyu birkaç karşılaşmada inceleyemeyeceğimiz aşikar. Zamanınız oldukça gelin, adım adım konunun temel boyutlarını tartışalım,” dedi.
Şaşırıp kalmıştım. Böylesine olgun, gönlü ve kafası zengin bir insanın bana bu kadar zaman ayırabileceğini kabul edemiyordum.
“Sizin zamanınızı almış olmaktan çekiniyorum, Yakup Bey!” diyerek kafamdan geçeni kendimce dile getirdim. O çok rahat “Timur Bey, eğer zamanım olmazsa size söylerim. Lütfen siz benim namıma karar vermeyin. Kendi yaşamımla ilgili konularda karar verecek güç ve yeteneğim var,” diyerek gülümsedi.
Bir süre sessiz kaldıktan sonra Yakup Bey konuşmaya başladı:
“İki koşulum var: 1) İlişkimizde eşit olacağız. Bu konuya «Bey» kelimesini tartışırken daha önce değinmiştim. 2) Birbirimize açık olacağız. İç dünyamızı olduğu gibi paylaşabilme cesaretini göstereceğiz. Ne dersiniz?”
Her iki koşulu da memnuniyetle kabul ettiğimi bildirdim.
Daha sonra yeniden görüşme vadiyle Yakup Bey’den ayrıldım. İçimde söze vuramadığım bir tür kıvançla odama geldim ve yine üstümü çıkarmadan yattım. Ama bu kez ağlamıyordum.
Heyecanlıydım. O gece kolay uyuyamadım.
(İyi düşün Doğru Karar Ver. Remzi Kitabevi, 2001. S. 21-5)
Doğan Cüceloğlu (05.08.2008)