A
AlperenMhk
Kullanıcı
AKLI İLE KENDİNİ ARAYAN İNSAN
ALPERENMHK
Akıl; mattır, donuktur aslında.. Akıl esnek olsaydı insan kendi kendini aramazdı zaten. Bu yüzden Sokrates, insanı kendini bilmeye teşvik etmiş. İnsan kendisini bilse mesele kalmayacak zaten. Bu yüzden Alexi Carrel insanoğlunun sürekli kendini aradığını söylüyor. O halde yapılacak tek şey aklı bir yere kadar arkadaş bilip, aklın ötesine aşmak için gayret etmek en güzeli..
Mevlana; O akıl ki, onun aklı(bağı) vardır, o parça akıl eğer aklından(bağından) kurtulursa tam akıl olur diyor. Bu sözlerin ne manaya geldiğini anlamak için güneşi göz önününe almamız yeterli sanırım. Güneş bile kendinden habersiz, baksanıza dışı aydınlık içi karanlık. İç aydınlık sadece insanda. O halde bilmenin çilesi de insanda diyebiliriz.
Bitki, hayvan, madde hep sınırlı varlıklar. İnsan öyle mi? İnsan isterse maddi boyutunu da dalga dalga aşabiliyor. Maddenin içi karanlık, o yüzden tutunacak dal arar hep. Madde Peygamberimize tutunarak Mirac’a yükselebildi çünkü.
Minareller varlığın temeli mesabesinde, bitkiler bu tabanın kolon ve kirişini oluşturuyor, hayvanlar bu kolon ve kirişin çatısı, insan ise tüm bunları kapsayacak binayı meydana getiriyor adeta. Demek ki; en küçük birimden en üste doğru bir yapılanma sözkonusu. Dolayısıyla temel ihtiyaçlarda canlıdan canlıya değişkenlik gösteriyor. Şöyle ki; minarellerde açlık sözkonusu mu doğrusu bilmiyoruz, ama bitkilerde açlık fizyolojik olay, hayvanlarda içgüdüsel izdirap şeklinde, insanda ise gönüllü açlık tarzında tezahür ediyor. Fakat insanın açlığı diğer yaratılanlardan çok çok farklı, onun açlığı şuurla birleşmiş, tıpkı oruçta olduğu gibi.
Evren çok yönlü senfoni orkestrası, müthiş bir kıpırdı, mükemmel çeşitlilik mevcut kainatta. Tabi ki bu çeşitlilikler bir yere kadar, çünkü beslenmeye yönelik ihtiyaç kıpırdamaları geriye doğru işliyor, canlılar gıdalanmak uğruna rakibini alt ederek yaşama savaşına seferber olmuş hayatını idame etmek adına. İleriye doğru atılım donanımı sadece insanda mevcut. İnsana Eşrefi mahlukat denmesinin nedeni sürekli evrende kendisini yenilemesinden dolayıdır.
Anlaşılyor ki; canlı alem dinamik, sürekli kıpırdıyor, yaşamak için ileriye kanatlanmak istiyor hep, geriye doğru yaşamak ise işkence yani ölüm demek, hayata elveda anlamında birşey.. Demek ki; hayatın gerisinde eşya var, ilerisinde ruh gerçeği.. İşte insanı insan yapan eşyanın zincirini çözüp ruhun engin deryasına dalmak arzusudur. Esasında canlılar yaşama arzusu gereği canlı kalabilmek için çırpınıyor.. İnsan ise sadece bu dünyada canlı kalabilmek için değil sonsuzluk muştusunda canlı kalmaya adamış kendini sadece.
ZEKA
Zeki doğarız, sözü doğru bir tespit, ama eşyanın tabiatını çözdükçe akıl denen melekeyi sonradan kazandığımız da apayrı bir gerçek.. Zekamızı eşyaya tabi kılmakla akla hizmet etmiş oluyoruz aslında.. Sırf salt akılla hayatımıza yön verirsek eşyalaşır, donuklaşır ve fizik ötesi bir alemden bihaber kendimizi daha ölmeden mezara gömmüş oluruz. İnsan olarak aklında giremeyeceği alanların olduğunu farkedersek eşyaya boyun büküp teslim olmadan gerçek manada özgürlüğü yakalayarak hem yaratılış gayemizin şuuruna varır, hemde maddenin bu şuura varmış ruha mekanlık yapmaktan büyük zevk almasına yardımcı olmuş oluruz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Miraç mucizesi bunun en iyi tipik örneği. Yani Burak adlı maddi aracın ruha sarılarak, bu sayede ötelere kanatlanma fırsatı yakalamış. Madde tek başına dünyaya hükmedecek güçte değil, evrende ne olup bitenleri değerlendirecek ruh ikliminden yoksun çünkü, o ruh sadece insanda var.
Peygamberimizin her doğan insanın müslüman olarak doğduğunu belirtmesi zekiliğe işarettir. Evet! her doğan insan zekidir. Çocuk büyüdükçe akıl devreye giriyor, akıl evrende gördükleriyle etki tepki çerçevesinde yoğruldukça şekilleniyor, eşyalaşıyor ve eşyanın diliyle bilgi üretiyor.. Dolayısıyla bu noktada zekanın fıtri, aklın ise sonradan kazanılmış bir meleke olduğunu söyliyebiliriz. Biri orjinalliği temsil ediyor, diğeride maddi boyutumuzu. Orjinellikle eşya arasındaki çatışma, zaman zaman akıl ile zekanın çatışmasından doğan yansımalardır aslında.
Zekamız doğuştan olduğundan cansız alemden ister istemez ürker, eşyaya bağlı kalmamak içinde olanca gücünü kullanarak ruha yönelir, yani aslına. İnsan hayat serüveninde ilerledikçe bunu daha iyi anlıyor, zekasının robotlaşmasına izin vermeyerek bende varım diyor ve adeta eşyanın zincirlerini bir bir çözerek fizikötesine dalmak arzusunu taşıyor ruhunun derinliklerinde. İşte bu istek doğrultusunda bütün estetik sanatların arka planında objektif akıl değil, zekanın alevlediği subjektif aklın varlığı sezilir. Bu yüzden gerek güzel sanatlarla iştigal olanlarda, gerek yazar çizer insanlarda, gerekse müzisyenlerde ince bir ruh, ince bir romantizmin varlığı gözlerden kaçmaz, sonderece narin bir ruh yapıları vardır. Onlar donuk bir akılla sınırlı kalsaydılar şimdiye kadar bunca eser ortaya koyamazlardı, üç boyutun dışına çıkma aşkı, sözkonusu insanlarda ister istemez sanatına, estetiğine yansımakta..
Günümüzde sanatkarlar sansar, dahiler şebek rolünde ise eşyanın donuk çukurunda çakılı kalmalarından dolayıdır.Gerçek sanatkarlık, gerçek dahilik eşya karşısında insan sesinin duyulma çilesidir, daha da ötesi mutlak varlığa giden yolu keşfetmek ya da sezmektir.. Aklın sınırlı, kayıtlı olduğunu, bu çabalar sonucu yahut bu engin ruh sayesinde farkedilebildi, kayıtsız şartsız ‘Bir’ gerçeği ancak bu duygu ile keşfedildi. Eşyanın mantığı ile bırakın vahdeti kavramayı kendimizi bile anlamakta zorluk çekeriz. Bugün eşyanın verileri ile insan; ya bir robot ya da makine, bilinç; otomatik cihaz, irade ise mekanik aygıt olarak tarifini bulmuş ama, bu tanımlar insanın kendi varlığını inkar etmek anlamını taşıyor oysa.
Eğer insan kendini keşfedecekse, sırf kuru mantıkla okyanusa yelken açmak sevdasından vazgeçmeli, açmak istese de zaten mümkün değil. Çünkü mantığın tabiatı gereği bu kabiliyeti yoktur, okyanusa açılmak sadece ruhta var. Okyanusun dalgalarını aşacak enerji insanın subjektif donanımında gizli. Bırakınız mantık kendi mecrasında yol alsın, habire ruhla çatıştırmak için yangına körükle gidilmesin, aksi takdirde insanı insanlıktan çıkarırsınız. Akla olduğundan fazla değer yüklemek eşyanın tabiatına aykırı zaten.
Pozitif ilim dediğimiz olay akla misyon yükleme gayretidir. Sırf pozitif ilmi kendimize pusula olarak tayin etmiş olsa idik, artık sen sus, eşya -madde konuşsun, robotlar konuşsun deyip eşyanın emrine amede olmayı tercih edecektik.
Salt akıl melekesi bilincimizin dışa yansıyan çerçevesi, zeka ise doğuştan olması dolayısıyla içe yönelik penceremiz. Önemli olan bu iki pencereyi birarada dengede tutabilmektir, gerçek mutluluk maddi ve manevi dengeyi sağlamakla mümkün. İnsan eşya ile sınırlı kaldıkça insanlaşamıyor. Bakın devletler tarihte ortaya kültür medeniyet koyabildi iseler zekaları ile, yani ruhları sayesinde gerçekleştirebildiler. Hep derler ya; medeniyetler madde ile değil manevi ruhla kurulur sözü bunu teyid ediyor.
Allahü Teala insanı sırf salt aklı ile evrende başıboş bırakmadı, öyle ki akıl donanımını bizatihi aklın kendisininde aklını başından alacak şekilde vahiy, hadis ve gönül sultanlarının kelamları ile süsledi ve destekledi. Bu donanım, bu destek olmasaydı akıl çoktan karaya oturmuştu bile. İnsanlık tarih boyunca, kutsal kitaplar, Peygamberlerin sözleri ve Evliya-i Kiramın sözlerinden aldığı muhabbeti hiçbir kaynaktan alamadı. Hep onların soluğunda vahdet şuuruna erdi, kurtuluş buldu ve böylece Allah’tan gayrı tüm sahte mabudların oyalamaca, yahut yutturulmuş olduklarını farketti.
BİLGİ
Bilgiyi tarif ederken eşyanın dilini insan diline çevirmek diye tarif edilir. Tarif manadır, donuk olana mana kazandırmak meziyet gerektirir. Maddeyi bir derece olsa manaya dönüştürmenin adıdır bilgi.. İnsanın yaratılanlardan ayıran belkide en belirgin farkı eşyaya mana katmasıdır, maddeyi ifadelendirmesidir, subjektifleştirmesidir..
Bilgi; objektif, subjektif ve mutlak bilgi diye tasnif edilir. Objektif bilgiler eşyanın dış kısmını, subjektif bilgiler maddi dünyamızın içini oluşturur. Mutlak bilgi insan fevkinin üstünde Allah’a ait zaten.
Necip Fazıl’ın Abdül Hakim el Arvasiye bağlılığından dolayı ne güzel ifade etmiş; aynaya baktım hani kendim, hep seni gördüm benim Efendim diye geçen dizelerde hem kendini tanıma hem de kendini aşma çabası görülür. Aynada mutlak hakikatı aramakda var, ötelerin en yakıcı gerçeği olan Allah’ın varlığına en iyi ayine aynadır elbette. Objektif ve subjektif veriler yaratıcı değillerdir şüphesiz, onlar ancak Allah’dan gelen mesaj ve tecelli daireleridir. Bu tecelli daireleri ile Allah’a yakınlığımız artıyor, mutlak varlığın şuuruna varıyoruz böylece. Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde sakınacak bir kavim için elbet bir çok ayetler vardır(Yunus,6) ayeti celilesi teyid ediyor zaten.
İnsanoğlu binlerce yıldan beri hep kendini eksik hissediyor, bunca teknolojik doruğa rağmen insan kendi kendine hala hamdım, yandım, piştim, kemale erdim deyip noktayı koyamadı Hacı Bektaş-ı Veli misali.. Bunca çaba yeter diyemedi. Her yenilik yeni bilgi açlıklarını doğuruyor üstelik, insan elde ettiği birikimi ile kendi vücut kafesinin kendine dar geldiğinin şuuruna varıyor zaman geçtikçe. Şuurumuzla artık biyolojik yapımızın yetersizliğinide idrak ediyoruz.
Zeka canlıda içgüdü ile isimlendirilmekte, ama yetersiz adlandırma, hele hele insan dışındaki canlılar için içgüdüden ziyade dış güdü dense daha isabetli olur. Minarellere akıl izafe edilecekse mekanizm(atom içerisindeki elektronların seyrelemesi gibi) ile ancak anlamlardırabiliriz, bitkilerde tropizim(ışığa yönelmek gibi), hayvanlarda içgüdü halinde yansımaktadır izafi akıl. İnsanda ise akıl şuur olarak ortaya çıkıyor.
Canlı cansız adeta yok olmamak için çırpınıyoruz. Çırpınırken de kendi altımızda olanları kemirerek var olmaya çalışıyoruz. Alt ve üst birimler arasındaki bu sömürme aslında birbirlerinin ihtiyacının gidermeye matuf yardımlaşmadır. İnsan ölümsüz olsaydı yaşama endişesine kapılmayacaktı. Aslolan ölüm endişesi değil, ölümün şuuruna varmak olsa gerek..
Akıl beş duyumuzun kaydettiği bilgileri harmanlıyarak sonuca varır hep.
KALP
Yorumlama işi akıla ait bir meleke olup, bilgi üreten fonksiyon kalbin işidir aslında. Beyin beş duyumuzun bilgilerini kayd edip ekran görevi yapar, bir nevi yazılı olanları akıl vasıtasıyla aktarır adeta. Sanıldığının aksine bilgiyi üreten akıl değil kalptir. Kalp göz ve kulak gibi organlarımıza sürekli duygu salar. İşte bu salınmanın yansıması denilen olgunun aklın yorumlama süzgecinden geçerek beyin üzerinden fiile dönüşmesi hadisesinin adıdır bilgi. Bazen duygulandığımızda gözyaşımıza sahip olamayız, niye acaba? Çünkü gözyaşı kalbin otoritesiyle salgılanır, beyin mekanizmasında sahne alır adeta... Kendi aramızda konuşurken deriz ya; benim altıncı hissim kuvvetli. Altıncı his derken önsezimizin varlığına işaret ederiz oysa. Önsezi bazen iç sıkıntı ya da neşe şeklinde yansır. İşte kalbe ait önemli bir unsuru ortaya koyuyoruz ki onun adı da: önsezi gerçeğidir. Beyne yazılmamış duygular ya da hisler kalp karargahında üretilir hep. Kalp duygu seli ile aynı zamanda sevgi denilen iksiri de gizliyor bağrında. Sevgi iksirinin kalp tarafından salgılanması sayesinde beyinde yazıya dönüşmesi sonucunda dilimizle veya vücut dilimizle sevgimizi karşımızdaki varlığa ilan etmiş oluyoruz. Gönlümüzün dile gelmesi kalp sayesinde gerçekleşir bu yüzden. Demek ki; direk olarak bilgi üreten merkez kalp, bilgisayar belleğinde yorumlayan ise akıldır.
Dikkat edin Kur’an doğrudan akla hitap etmez hep kalbe seslenir. Çünkü vahyi ancak kalp anlar. Evrende algıladıklarımız herşey zıddı ile bilinir kuralı sayesinde gerçekleşir. Mukayese yaparak bilgi ediniriz. Oysa Allah’ın zıddı olmadığından, akıl Yaratanı kavramaktan acizdir, O’nu kalp hisseder ve ‘amenna saddak ‘ der.. Ki Allahü Teala ; Sanat şaheserim olan bu kalbe imza atım. O’nu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim buyuruyor. Hatta Rabbül Alemin ; Yere göğe sığmam Mü’min kulumun kalbine sığarım diyerek bu manaya işaret etmiştir.
ALPERENMHK
Akıl; mattır, donuktur aslında.. Akıl esnek olsaydı insan kendi kendini aramazdı zaten. Bu yüzden Sokrates, insanı kendini bilmeye teşvik etmiş. İnsan kendisini bilse mesele kalmayacak zaten. Bu yüzden Alexi Carrel insanoğlunun sürekli kendini aradığını söylüyor. O halde yapılacak tek şey aklı bir yere kadar arkadaş bilip, aklın ötesine aşmak için gayret etmek en güzeli..
Mevlana; O akıl ki, onun aklı(bağı) vardır, o parça akıl eğer aklından(bağından) kurtulursa tam akıl olur diyor. Bu sözlerin ne manaya geldiğini anlamak için güneşi göz önününe almamız yeterli sanırım. Güneş bile kendinden habersiz, baksanıza dışı aydınlık içi karanlık. İç aydınlık sadece insanda. O halde bilmenin çilesi de insanda diyebiliriz.
Bitki, hayvan, madde hep sınırlı varlıklar. İnsan öyle mi? İnsan isterse maddi boyutunu da dalga dalga aşabiliyor. Maddenin içi karanlık, o yüzden tutunacak dal arar hep. Madde Peygamberimize tutunarak Mirac’a yükselebildi çünkü.
Minareller varlığın temeli mesabesinde, bitkiler bu tabanın kolon ve kirişini oluşturuyor, hayvanlar bu kolon ve kirişin çatısı, insan ise tüm bunları kapsayacak binayı meydana getiriyor adeta. Demek ki; en küçük birimden en üste doğru bir yapılanma sözkonusu. Dolayısıyla temel ihtiyaçlarda canlıdan canlıya değişkenlik gösteriyor. Şöyle ki; minarellerde açlık sözkonusu mu doğrusu bilmiyoruz, ama bitkilerde açlık fizyolojik olay, hayvanlarda içgüdüsel izdirap şeklinde, insanda ise gönüllü açlık tarzında tezahür ediyor. Fakat insanın açlığı diğer yaratılanlardan çok çok farklı, onun açlığı şuurla birleşmiş, tıpkı oruçta olduğu gibi.
Evren çok yönlü senfoni orkestrası, müthiş bir kıpırdı, mükemmel çeşitlilik mevcut kainatta. Tabi ki bu çeşitlilikler bir yere kadar, çünkü beslenmeye yönelik ihtiyaç kıpırdamaları geriye doğru işliyor, canlılar gıdalanmak uğruna rakibini alt ederek yaşama savaşına seferber olmuş hayatını idame etmek adına. İleriye doğru atılım donanımı sadece insanda mevcut. İnsana Eşrefi mahlukat denmesinin nedeni sürekli evrende kendisini yenilemesinden dolayıdır.
Anlaşılyor ki; canlı alem dinamik, sürekli kıpırdıyor, yaşamak için ileriye kanatlanmak istiyor hep, geriye doğru yaşamak ise işkence yani ölüm demek, hayata elveda anlamında birşey.. Demek ki; hayatın gerisinde eşya var, ilerisinde ruh gerçeği.. İşte insanı insan yapan eşyanın zincirini çözüp ruhun engin deryasına dalmak arzusudur. Esasında canlılar yaşama arzusu gereği canlı kalabilmek için çırpınıyor.. İnsan ise sadece bu dünyada canlı kalabilmek için değil sonsuzluk muştusunda canlı kalmaya adamış kendini sadece.
ZEKA
Zeki doğarız, sözü doğru bir tespit, ama eşyanın tabiatını çözdükçe akıl denen melekeyi sonradan kazandığımız da apayrı bir gerçek.. Zekamızı eşyaya tabi kılmakla akla hizmet etmiş oluyoruz aslında.. Sırf salt akılla hayatımıza yön verirsek eşyalaşır, donuklaşır ve fizik ötesi bir alemden bihaber kendimizi daha ölmeden mezara gömmüş oluruz. İnsan olarak aklında giremeyeceği alanların olduğunu farkedersek eşyaya boyun büküp teslim olmadan gerçek manada özgürlüğü yakalayarak hem yaratılış gayemizin şuuruna varır, hemde maddenin bu şuura varmış ruha mekanlık yapmaktan büyük zevk almasına yardımcı olmuş oluruz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Miraç mucizesi bunun en iyi tipik örneği. Yani Burak adlı maddi aracın ruha sarılarak, bu sayede ötelere kanatlanma fırsatı yakalamış. Madde tek başına dünyaya hükmedecek güçte değil, evrende ne olup bitenleri değerlendirecek ruh ikliminden yoksun çünkü, o ruh sadece insanda var.
Peygamberimizin her doğan insanın müslüman olarak doğduğunu belirtmesi zekiliğe işarettir. Evet! her doğan insan zekidir. Çocuk büyüdükçe akıl devreye giriyor, akıl evrende gördükleriyle etki tepki çerçevesinde yoğruldukça şekilleniyor, eşyalaşıyor ve eşyanın diliyle bilgi üretiyor.. Dolayısıyla bu noktada zekanın fıtri, aklın ise sonradan kazanılmış bir meleke olduğunu söyliyebiliriz. Biri orjinalliği temsil ediyor, diğeride maddi boyutumuzu. Orjinellikle eşya arasındaki çatışma, zaman zaman akıl ile zekanın çatışmasından doğan yansımalardır aslında.
Zekamız doğuştan olduğundan cansız alemden ister istemez ürker, eşyaya bağlı kalmamak içinde olanca gücünü kullanarak ruha yönelir, yani aslına. İnsan hayat serüveninde ilerledikçe bunu daha iyi anlıyor, zekasının robotlaşmasına izin vermeyerek bende varım diyor ve adeta eşyanın zincirlerini bir bir çözerek fizikötesine dalmak arzusunu taşıyor ruhunun derinliklerinde. İşte bu istek doğrultusunda bütün estetik sanatların arka planında objektif akıl değil, zekanın alevlediği subjektif aklın varlığı sezilir. Bu yüzden gerek güzel sanatlarla iştigal olanlarda, gerek yazar çizer insanlarda, gerekse müzisyenlerde ince bir ruh, ince bir romantizmin varlığı gözlerden kaçmaz, sonderece narin bir ruh yapıları vardır. Onlar donuk bir akılla sınırlı kalsaydılar şimdiye kadar bunca eser ortaya koyamazlardı, üç boyutun dışına çıkma aşkı, sözkonusu insanlarda ister istemez sanatına, estetiğine yansımakta..
Günümüzde sanatkarlar sansar, dahiler şebek rolünde ise eşyanın donuk çukurunda çakılı kalmalarından dolayıdır.Gerçek sanatkarlık, gerçek dahilik eşya karşısında insan sesinin duyulma çilesidir, daha da ötesi mutlak varlığa giden yolu keşfetmek ya da sezmektir.. Aklın sınırlı, kayıtlı olduğunu, bu çabalar sonucu yahut bu engin ruh sayesinde farkedilebildi, kayıtsız şartsız ‘Bir’ gerçeği ancak bu duygu ile keşfedildi. Eşyanın mantığı ile bırakın vahdeti kavramayı kendimizi bile anlamakta zorluk çekeriz. Bugün eşyanın verileri ile insan; ya bir robot ya da makine, bilinç; otomatik cihaz, irade ise mekanik aygıt olarak tarifini bulmuş ama, bu tanımlar insanın kendi varlığını inkar etmek anlamını taşıyor oysa.
Eğer insan kendini keşfedecekse, sırf kuru mantıkla okyanusa yelken açmak sevdasından vazgeçmeli, açmak istese de zaten mümkün değil. Çünkü mantığın tabiatı gereği bu kabiliyeti yoktur, okyanusa açılmak sadece ruhta var. Okyanusun dalgalarını aşacak enerji insanın subjektif donanımında gizli. Bırakınız mantık kendi mecrasında yol alsın, habire ruhla çatıştırmak için yangına körükle gidilmesin, aksi takdirde insanı insanlıktan çıkarırsınız. Akla olduğundan fazla değer yüklemek eşyanın tabiatına aykırı zaten.
Pozitif ilim dediğimiz olay akla misyon yükleme gayretidir. Sırf pozitif ilmi kendimize pusula olarak tayin etmiş olsa idik, artık sen sus, eşya -madde konuşsun, robotlar konuşsun deyip eşyanın emrine amede olmayı tercih edecektik.
Salt akıl melekesi bilincimizin dışa yansıyan çerçevesi, zeka ise doğuştan olması dolayısıyla içe yönelik penceremiz. Önemli olan bu iki pencereyi birarada dengede tutabilmektir, gerçek mutluluk maddi ve manevi dengeyi sağlamakla mümkün. İnsan eşya ile sınırlı kaldıkça insanlaşamıyor. Bakın devletler tarihte ortaya kültür medeniyet koyabildi iseler zekaları ile, yani ruhları sayesinde gerçekleştirebildiler. Hep derler ya; medeniyetler madde ile değil manevi ruhla kurulur sözü bunu teyid ediyor.
Allahü Teala insanı sırf salt aklı ile evrende başıboş bırakmadı, öyle ki akıl donanımını bizatihi aklın kendisininde aklını başından alacak şekilde vahiy, hadis ve gönül sultanlarının kelamları ile süsledi ve destekledi. Bu donanım, bu destek olmasaydı akıl çoktan karaya oturmuştu bile. İnsanlık tarih boyunca, kutsal kitaplar, Peygamberlerin sözleri ve Evliya-i Kiramın sözlerinden aldığı muhabbeti hiçbir kaynaktan alamadı. Hep onların soluğunda vahdet şuuruna erdi, kurtuluş buldu ve böylece Allah’tan gayrı tüm sahte mabudların oyalamaca, yahut yutturulmuş olduklarını farketti.
BİLGİ
Bilgiyi tarif ederken eşyanın dilini insan diline çevirmek diye tarif edilir. Tarif manadır, donuk olana mana kazandırmak meziyet gerektirir. Maddeyi bir derece olsa manaya dönüştürmenin adıdır bilgi.. İnsanın yaratılanlardan ayıran belkide en belirgin farkı eşyaya mana katmasıdır, maddeyi ifadelendirmesidir, subjektifleştirmesidir..
Bilgi; objektif, subjektif ve mutlak bilgi diye tasnif edilir. Objektif bilgiler eşyanın dış kısmını, subjektif bilgiler maddi dünyamızın içini oluşturur. Mutlak bilgi insan fevkinin üstünde Allah’a ait zaten.
Necip Fazıl’ın Abdül Hakim el Arvasiye bağlılığından dolayı ne güzel ifade etmiş; aynaya baktım hani kendim, hep seni gördüm benim Efendim diye geçen dizelerde hem kendini tanıma hem de kendini aşma çabası görülür. Aynada mutlak hakikatı aramakda var, ötelerin en yakıcı gerçeği olan Allah’ın varlığına en iyi ayine aynadır elbette. Objektif ve subjektif veriler yaratıcı değillerdir şüphesiz, onlar ancak Allah’dan gelen mesaj ve tecelli daireleridir. Bu tecelli daireleri ile Allah’a yakınlığımız artıyor, mutlak varlığın şuuruna varıyoruz böylece. Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde sakınacak bir kavim için elbet bir çok ayetler vardır(Yunus,6) ayeti celilesi teyid ediyor zaten.
İnsanoğlu binlerce yıldan beri hep kendini eksik hissediyor, bunca teknolojik doruğa rağmen insan kendi kendine hala hamdım, yandım, piştim, kemale erdim deyip noktayı koyamadı Hacı Bektaş-ı Veli misali.. Bunca çaba yeter diyemedi. Her yenilik yeni bilgi açlıklarını doğuruyor üstelik, insan elde ettiği birikimi ile kendi vücut kafesinin kendine dar geldiğinin şuuruna varıyor zaman geçtikçe. Şuurumuzla artık biyolojik yapımızın yetersizliğinide idrak ediyoruz.
Zeka canlıda içgüdü ile isimlendirilmekte, ama yetersiz adlandırma, hele hele insan dışındaki canlılar için içgüdüden ziyade dış güdü dense daha isabetli olur. Minarellere akıl izafe edilecekse mekanizm(atom içerisindeki elektronların seyrelemesi gibi) ile ancak anlamlardırabiliriz, bitkilerde tropizim(ışığa yönelmek gibi), hayvanlarda içgüdü halinde yansımaktadır izafi akıl. İnsanda ise akıl şuur olarak ortaya çıkıyor.
Canlı cansız adeta yok olmamak için çırpınıyoruz. Çırpınırken de kendi altımızda olanları kemirerek var olmaya çalışıyoruz. Alt ve üst birimler arasındaki bu sömürme aslında birbirlerinin ihtiyacının gidermeye matuf yardımlaşmadır. İnsan ölümsüz olsaydı yaşama endişesine kapılmayacaktı. Aslolan ölüm endişesi değil, ölümün şuuruna varmak olsa gerek..
Akıl beş duyumuzun kaydettiği bilgileri harmanlıyarak sonuca varır hep.
KALP
Yorumlama işi akıla ait bir meleke olup, bilgi üreten fonksiyon kalbin işidir aslında. Beyin beş duyumuzun bilgilerini kayd edip ekran görevi yapar, bir nevi yazılı olanları akıl vasıtasıyla aktarır adeta. Sanıldığının aksine bilgiyi üreten akıl değil kalptir. Kalp göz ve kulak gibi organlarımıza sürekli duygu salar. İşte bu salınmanın yansıması denilen olgunun aklın yorumlama süzgecinden geçerek beyin üzerinden fiile dönüşmesi hadisesinin adıdır bilgi. Bazen duygulandığımızda gözyaşımıza sahip olamayız, niye acaba? Çünkü gözyaşı kalbin otoritesiyle salgılanır, beyin mekanizmasında sahne alır adeta... Kendi aramızda konuşurken deriz ya; benim altıncı hissim kuvvetli. Altıncı his derken önsezimizin varlığına işaret ederiz oysa. Önsezi bazen iç sıkıntı ya da neşe şeklinde yansır. İşte kalbe ait önemli bir unsuru ortaya koyuyoruz ki onun adı da: önsezi gerçeğidir. Beyne yazılmamış duygular ya da hisler kalp karargahında üretilir hep. Kalp duygu seli ile aynı zamanda sevgi denilen iksiri de gizliyor bağrında. Sevgi iksirinin kalp tarafından salgılanması sayesinde beyinde yazıya dönüşmesi sonucunda dilimizle veya vücut dilimizle sevgimizi karşımızdaki varlığa ilan etmiş oluyoruz. Gönlümüzün dile gelmesi kalp sayesinde gerçekleşir bu yüzden. Demek ki; direk olarak bilgi üreten merkez kalp, bilgisayar belleğinde yorumlayan ise akıldır.
Dikkat edin Kur’an doğrudan akla hitap etmez hep kalbe seslenir. Çünkü vahyi ancak kalp anlar. Evrende algıladıklarımız herşey zıddı ile bilinir kuralı sayesinde gerçekleşir. Mukayese yaparak bilgi ediniriz. Oysa Allah’ın zıddı olmadığından, akıl Yaratanı kavramaktan acizdir, O’nu kalp hisseder ve ‘amenna saddak ‘ der.. Ki Allahü Teala ; Sanat şaheserim olan bu kalbe imza atım. O’nu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim buyuruyor. Hatta Rabbül Alemin ; Yere göğe sığmam Mü’min kulumun kalbine sığarım diyerek bu manaya işaret etmiştir.