C
crnkcclr
Kullanıcı
- 25 Ara 2007
- En iyi cevaplar
- 0
- 0
Siyaha hiç bu kadar küsmedim... Rengini de değiştiremedim gölgemin. Nereye varsam bir yanımdan salıneverdi. Nereye baksam; hep kendim, ne yana çevirsem beni, orda gördüm...
Bu yalnızlık, eflatun gecelere meyil kurşun saçması, bu yalnızlık, gölgemin duvara kazınan en hazin yanı olmalı...
Gölgem ve ben... Sen giderken ardında kalmıştık ve ağlıyorduk...
Yeni peydah oldu bu gölge bu anıta... Önceleri böyle miydi; sana bakarken, gözlerine dalarken, sevgimi haykırıyorken neredeydi? Hangi yalnızın koynunda sevişir ve gecelerdi... Hangi evin salonunda gece kondu diker gibi bir anda peydahlanıverirdi. Evet gülüyorum ve bu gece bir gölgeyle yatıyorum...
Ah! Tarla kuşuydu, Juliet! Ve bunu hiç düşünmemişti Romeo... Gün battıktan sonra sabahı beklemek, nereye konacağımı hiç bilmeden... Sabah çekip gitmek... Lanet ve lanet üstüne yine lanet...
Tarla kuşuydu, Juliet! Romeo sevimli bir kelebek... Mecnun ve Leyla’ya da bir hayat sunmalıyız, karah mizah o öyküye, büyülü aşk eklentileri ve semersiz bir eşek!
Yine tarla kuşuydu o... Konduğu yeri bilmiyordu.
Çığlığı duyuluyor şimdi sadece...
Kendisi nerde? Yerden göğe özgür olurlar...
Ovanın ortasında yavrularını bekliyor, göğe o kadar yükseliyor ki, göz kırpması kadar kısa bir zaman dilimine sığdırıyor kaçışları...
Böyle bir son olamaz mı? Bu hazin sınırları şenlik havasında yeniden yaşayamaz mıyız ki?
Lütfen bir tane daha alabilir miyim; Tarla kuşu?
Son bir tane daha; bu öykünün ve o tarla kuşunun hatrına...
Siyaha hiç bu kadar küsmedim... Rengini de değiştiremedim gölgemin. Nereye varsam bir yanımdan salıneverdi. Nereye baksam; hep kendim, ne yana çevirsem beni, orda gördüm...
Sen giderken biz ağlıyorduk...
Oturup şiir okuyorduk, yazılar yazıp, çizgiler çekiyorduk duvara! Bana benziyordu ve hiç gülmüyordu gölgem!
Sadom ve Gomore!
Buldum işte!
Bu taş yağmurundan kalma topraklarda boğazlandı her şeyimiz. Kadın Sadom, erkek Gomore; ve hep birlikte katlattik sevdayı... Taşlara bana bana yürek, yağmur yerine vurulduk evvabinde!
Gelsen olur mu ki?
Tuğyan çağa bir taş daha düşmeden, gözlerinde sabah şişliği ve ellerinde “annem kokan” çapa nasırı, gözlerinde umut şiiriyle ellerimi tutarsan...
Olmayacak biliyorum, bu tutkunun en bıçkın yerinde kaldım. Alacakaranlıkta, ense köküme giren, anıtı dikilesi bir isyanı kuşanıyorum şimdi. Azığım, biraz Eylül kokuyor, kuşamım sonbahar...
Hiçliğe savurduğum onca merminin gelip de beni şakaklarımdan vuracağını nereden bilebilirdim ki?
Ah! Tarla kuşuydu, Juliet! Ve bunu hiç düşünmemişti Romeo... Gün battıktan sonra sabahı beklemek, nereye konacağını hiç bilmeden...
Mutlu bir hayat oyununu oynamak varken, bir çiftçinin kırmasına kurban olmak da nereden çıktı?
Böyle bir son olamaz mı? Bu hazin sınırları şenlik havasında yeniden yaşayamaz mıyız ki?
Lütfen bir tane daha alabilir miyim; Tarla kuşu?
Bütün replikleri ezberlenmiş ve epik bir müstesna gibi, her gün daha bir derinsel perspektif kazanıyorum.
Öyle ya pişmek bu olsa gerek!
Tanımlarken hayatı, sıfatlardan geçiyorum; her birinin suratından ince bir bakış ve narin dokunuşlarla ayrılıyorum. Sarrafiyet coşkunluğu doluyor gölgeme;
O ne yapsa ben onu, ben ne yapsam o beni taklit ediyor.
Engüzel soruya geliyor sıra;
Peki ama hangisi gerçek!
Gidişine inandıramayışım mı kendimi, ya da gelişini hatırlamam mı her defasında?
Bu ayrılığın özeti, dişlisi kopmuş fermuara gider... Sonra bir çekişte topyekün dağılmaktır sonu...
Gecenin zarı yırtılıyor, vakit geç!
Demir işçisi Mehmet horlamaktayken mesaisi yeni başlıyor fahişelerin ve her köşe başını üniformalı adamlar tutuyor.
Ah! Tarla kuşuydu, Juliet! Ve bunu hiç düşünmemişti Romeo... Gün battıktan sonra sabahı beklemek, nereye konacağımı hiç bilmeden... Sabah çekip gitmek... Lanet ve lanet üstüne yine lanet...
Orhan TURAN
Bu yalnızlık, eflatun gecelere meyil kurşun saçması, bu yalnızlık, gölgemin duvara kazınan en hazin yanı olmalı...
Gölgem ve ben... Sen giderken ardında kalmıştık ve ağlıyorduk...
Yeni peydah oldu bu gölge bu anıta... Önceleri böyle miydi; sana bakarken, gözlerine dalarken, sevgimi haykırıyorken neredeydi? Hangi yalnızın koynunda sevişir ve gecelerdi... Hangi evin salonunda gece kondu diker gibi bir anda peydahlanıverirdi. Evet gülüyorum ve bu gece bir gölgeyle yatıyorum...
Ah! Tarla kuşuydu, Juliet! Ve bunu hiç düşünmemişti Romeo... Gün battıktan sonra sabahı beklemek, nereye konacağımı hiç bilmeden... Sabah çekip gitmek... Lanet ve lanet üstüne yine lanet...
Tarla kuşuydu, Juliet! Romeo sevimli bir kelebek... Mecnun ve Leyla’ya da bir hayat sunmalıyız, karah mizah o öyküye, büyülü aşk eklentileri ve semersiz bir eşek!
Yine tarla kuşuydu o... Konduğu yeri bilmiyordu.
Çığlığı duyuluyor şimdi sadece...
Kendisi nerde? Yerden göğe özgür olurlar...
Ovanın ortasında yavrularını bekliyor, göğe o kadar yükseliyor ki, göz kırpması kadar kısa bir zaman dilimine sığdırıyor kaçışları...
Böyle bir son olamaz mı? Bu hazin sınırları şenlik havasında yeniden yaşayamaz mıyız ki?
Lütfen bir tane daha alabilir miyim; Tarla kuşu?
Son bir tane daha; bu öykünün ve o tarla kuşunun hatrına...
Siyaha hiç bu kadar küsmedim... Rengini de değiştiremedim gölgemin. Nereye varsam bir yanımdan salıneverdi. Nereye baksam; hep kendim, ne yana çevirsem beni, orda gördüm...
Sen giderken biz ağlıyorduk...
Oturup şiir okuyorduk, yazılar yazıp, çizgiler çekiyorduk duvara! Bana benziyordu ve hiç gülmüyordu gölgem!
Sadom ve Gomore!
Buldum işte!
Bu taş yağmurundan kalma topraklarda boğazlandı her şeyimiz. Kadın Sadom, erkek Gomore; ve hep birlikte katlattik sevdayı... Taşlara bana bana yürek, yağmur yerine vurulduk evvabinde!
Gelsen olur mu ki?
Tuğyan çağa bir taş daha düşmeden, gözlerinde sabah şişliği ve ellerinde “annem kokan” çapa nasırı, gözlerinde umut şiiriyle ellerimi tutarsan...
Olmayacak biliyorum, bu tutkunun en bıçkın yerinde kaldım. Alacakaranlıkta, ense köküme giren, anıtı dikilesi bir isyanı kuşanıyorum şimdi. Azığım, biraz Eylül kokuyor, kuşamım sonbahar...
Hiçliğe savurduğum onca merminin gelip de beni şakaklarımdan vuracağını nereden bilebilirdim ki?
Ah! Tarla kuşuydu, Juliet! Ve bunu hiç düşünmemişti Romeo... Gün battıktan sonra sabahı beklemek, nereye konacağını hiç bilmeden...
Mutlu bir hayat oyununu oynamak varken, bir çiftçinin kırmasına kurban olmak da nereden çıktı?
Böyle bir son olamaz mı? Bu hazin sınırları şenlik havasında yeniden yaşayamaz mıyız ki?
Lütfen bir tane daha alabilir miyim; Tarla kuşu?
Bütün replikleri ezberlenmiş ve epik bir müstesna gibi, her gün daha bir derinsel perspektif kazanıyorum.
Öyle ya pişmek bu olsa gerek!
Tanımlarken hayatı, sıfatlardan geçiyorum; her birinin suratından ince bir bakış ve narin dokunuşlarla ayrılıyorum. Sarrafiyet coşkunluğu doluyor gölgeme;
O ne yapsa ben onu, ben ne yapsam o beni taklit ediyor.
Engüzel soruya geliyor sıra;
Peki ama hangisi gerçek!
Gidişine inandıramayışım mı kendimi, ya da gelişini hatırlamam mı her defasında?
Bu ayrılığın özeti, dişlisi kopmuş fermuara gider... Sonra bir çekişte topyekün dağılmaktır sonu...
Gecenin zarı yırtılıyor, vakit geç!
Demir işçisi Mehmet horlamaktayken mesaisi yeni başlıyor fahişelerin ve her köşe başını üniformalı adamlar tutuyor.
Ah! Tarla kuşuydu, Juliet! Ve bunu hiç düşünmemişti Romeo... Gün battıktan sonra sabahı beklemek, nereye konacağımı hiç bilmeden... Sabah çekip gitmek... Lanet ve lanet üstüne yine lanet...
Orhan TURAN